Ruhumda ve zihnimde derin boşluklar oluşmuştu. Hiç de kolay tatmin olacağa benzemiyordum. Köyün yaşlı bilgesi bir keresinde biraz da uyarırcasına şöyle demişti: “Cıva gibi hiç yerinde duramıyorsun!” Gerçekten de o yoldaydım. Dur durak kavramları benim için oluşmamıştı.
Özgürlüğün kanıtı, Kürt gerçekliğini aramak
Çocukluk çağında Türk ilkokul sistemiyle karşılaştığımda, hayal meyal seçilebilen Kürtlük gerçeği beynimde ve ruhumda soru işaretlerine yol açmıştı. Türklüğü doğal olarak benimseyemiyordum. Alçaltıcı bir etkiyi ruhumun derinliklerinde hissetmeye başlamıştım. İlk aklıma gelen, Türklükle ilişkili ailesel bağlar aramak oldu. Ana tarafından Türklükle uzaktan yaşanan akrabalık bağı fazla çözüm gücü olamıyordu. Ne de olsa ataerkil bir Kürtlük kendini açıkça hissettiriyordu. Bu gerçeklikten kaçamazdım. Ama ilkokulla birlikte ilk yarayı da bu gerçeklik bağlamında almıştım. Benim için çok sorunlu bir gerçeklik olarak Kürtlükle ilk temasın bilinci böyle oluştu. Akranlarımın benzer duyarlılıkları pek gelişmiyordu.
İlkokulun bulunduğu eski Ermeni köyünde Cumhuriyet Türklüğünü benimseyen çocuklarla farkı kapatmanın yolu öğretmenlerin gözüne girmemden geçiyordu. Öyle anlaşılıyor ki, ilkokuldan itibaren hep birincilik peşinde koşmam, Kürt gerçekliğinden kaynaklanabilecek olumsuzluklara karşı bir savunma yöntemiydi. Özgünlüğümü böyle kanıtlamak istiyordum. Bunda başarılıydım. Üniversitenin son sınıfına kadar bu yönlü başarı öykümü hep tekrarladım. Bu yöntemle kendi ciddiyetimi, adam olabileceğimi ‘dosta-düşmana’ kanıtlamıştım. Artık önemli işlere el atabilirdim.
Sosyalizmden Kürtlüğe adım atma
Aslında daha geleneksel olan din bilincini de dua ezberleme babında kazanmıştım. Otuz üç surecik ezberlemiştim. Köy İmamının minber altlığına yerleşip yanı başında namaza duracak tırmanışı göstermiştim. İmamdan aldığım yanıt şöyleydi: “Abdullah, bu hızla gidersen uçabilirsin!” Bu da benim için diğer bir kapı aralama, etkinlik sağlama yöntemiydi. Böylece geleneksel toplum içinde de gözde olma konumunu edinmiştim. Bu iki yöntemi yeterli bulmuştum. Diğer konularda pek hevesim gelişmedi. Zaman zaman amelelik yaptığımda da örnek olabiliyordum. Diğer konularda ise hep geride duruyordum. Tabii dağ yürüyüşleri, yılan öldürmeler, kuş avcılığı da öncülük ettiğim uğraşlardandı.
1969’da ilkin sosyalizme, 1970’te de Kürtlüğe adım atma cesaretini gösterdim. İkisini birlikte yürütmek esastı. Kendi içinde büyük sorun yaşayan bu gerçeklikleri ele alış tarzım, başlangıçta inanç ve dogma yönü ağır basan özellikler taşımaktan öteye gidemezdi. Dönem slogan devrimciliği denen bir dönemdi. Birkaç temel sloganla yol almaya çalışıyordum. Tabii ustalara hep dikkat ederdim: ‘Kürt vardır’, ‘Kürt sorunu vardır’, ‘Ulusların kendi kaderlerini tayini bir haktır’, ‘Devlet kurma hakkı da vardır’, ‘Milli mesele en doğru yoldan sosyalizmle çözülür’, ‘Ulusal kurtuluş savaşı göze alınabilir’, ‘Ortak parti olmazsa milli bir parti de olabilir’ sloganları kutsallaştırdığım başlıca sloganlardı.
Pratikte de zaten çocukluktan beri bir arkadaş avcısıydım. Küçük çocuk birlikleri oluşturmak temel sorunumdu. Bunun için her şeyi kullanıyordum. İlkokula gidişlerimde kendi namaz cemaatimi bile oluşturup imamete başlamıştım. Yılan öldürme seansları, kuş avlama seferleri, çiğdem toplama kampanyaları hep gündemdeydi. Hep bir bahane bulup çocukluk arkadaşlarımın peşine düşecektim. Aileler bu konuda oldukça uyanmıştı. Çocuklarını benden koruma çarelerine başvuruyorlardı. Ne de olsa ben bir ‘Dinê Çolê’ (Dağın Delisi) idim. Bu yönlü arayışların da gösterdiği gibi, geleneksel ve modern toplum çehrelerini tatmin edici bulmuyordum. Ruhumda ve zihnimde derin boşluklar oluşmuştu. Hiç de kolay tatmin olacağa benzemiyordum. Köyün yaşlı bilgesi bir keresinde biraz da uyarırcasına şöyle demişti: “Cıva gibi hiç yerinde duramıyorsun!” Gerçekten de o yoldaydım. Dur durak kavramları benim için oluşmamıştı. Bu hızla üniversite son sınıfına eriştiğimde artık olgunluk sınavını geçmiş, kutsal işlere ciddi adımlar atabilecek duruma gelmiştim.
1970’lerin çıkışı
1970’lerin başlarından itibaren Kürtlerin ulusal ve toplumsal işlerine el attığımda oldukça çelişkiliydim. Âdeta çok genç ve çok yaşlı bir kişiliği iç içe yaşıyordum. Geleneksellikten kopmuş, ama moderniteyi de benimseyememiştim. İkisi de sırıtan yapay bir elbise gibi sırtımda duruyordu. Her ikisini de sırf dostlar alışverişte görsün diye sırtımda taşıyordum. Aslında bu yönüyle devrimcilik yapmaktan uzaktım. Daha doğrusu iki arada bir derede, ama her an boğuntuya getirebilecek coşkun selli bir derede kalmıştım. Kalmışlıktan çok, boğulmamak için koşturup duruyordum. Önümde duran ve kendilerini kurtuluş aracı olarak sunan iki mekanizma vardı: Kürt milliyetçiliği ve Türk solculuğu. İkisine de yanaştığım oldu. İkisinin de ilgi çekici yönleri vardı. Barzanici-Talabanici Kürtçülük ses veriyordu. Çömezleriyle ilişkileniyordum, ama tatmin edici olmaktan uzaktılar. Mahirci, Denizci ve İbrahimci sol militanlık bana daha yakın mesafedeydi, ama onlara erişim sağlayabilecek konumdan uzaktım. Mahir sempatizanlığıyla yetinmiştim.
Bu haleti ruhiye içinde 1975 kışında kendimizce sözün resmi propagandacılığına giriştim. Teori ve propagandayı birlikte geliştiriyordum. Ne de olsa Mahir Çayan ve arkadaşlarının 30 Mart 1972’de Kızıldere’de katledilmelerinden sonra yaptığımız boykot ve sonrasında geçirdiğim yedi aylık Mamak Hapishanesi pratiğinin (Nisan-Ekim 1972) ardından, 1973 Newroz’unda Çubuk Barajı eteklerinde yaptığımız toplantıyla grup pratiğine girişme cesareti ve sorumluluğunu göstermiştim. Benim için Kürt gerçekliği artık grup pratiğinden çıkacak sonuçlarla bağlantılı olacaktı. Sonradan sıkça düşündüm: Kürt gerçekliğine doğru varmak için acaba grup dışında daha iyi bir araç var mıydı? Halen bu yöntemin gerçeğe varmak için en doğrusu olduğuna inanmaktayım. İnanmaktan da öte, benim yaratıcı veya devrimci (muhafazakâr ve karşıdevrimci için de) bir kişi olmam, onun vazgeçilmez aracı olan kolektif bir grup olmaktan geçerdi. Halen grubu, örgütü olmayan bireyin toplumsal insan olacağına inanmam. Elbette aracın içeriği ve formu sonuç alınmasında temel belirleyendir. Ben grubu, grup beni geliştirmek durumundaydı. Kendisini 1978 yılı Kasım’ında PKK olarak ilan edinceye kadar, grubun bir nevi hakikati araştırma ve yayma niteliğini aştığı pek söylenemezdi. Politikanın acemisi bile sayılamazdı. Ama genel politika ve şiddet ortamından da etkileniyorduk.
12 Eylül darbesi ve ikinci büyük hicret
12 Eylül 1980 darbesine kadar bu ortamın herhangi bir grubunun çok ilerisinde değildik. Ortadoğu’ya açılım stratejik bir yönelimdi. Gerçeklik ufkumuzu daha da açacaktı. Silahlı mücadeleye sistematik dönüş, gerçekliğimizin daha gelişkin bir bilincine erişmeye zorlamıştı. Zor ile Kürdistan ilişkisi araştırılmaya çalışılmıştı. 15 Ağustos Hamlesi görünüşte askeri, özünde politik gerçeklik yanı ağır basan bir süreci başlatmıştı. Politikayla şiddet arasındaki ilişki gittikçe açığa çıkıyordu. Toplumsal kişilik, bireyin yaratıcılığı, örgütlenmenin gücü, ulusal toplumsallık, kadın özgürlüğü kendini daha açıklayıcı kılıyordu.
İkinci Büyük Hicret (Birincisi Hz. İbrahim’in izinde Ortadoğu’ya yapılanıydı; hatta buna köy isyanıyla bağlantılı kente hicreti de eklemek gerekir) uluslararası gerçekliğin daha yakından tanınmasına katkıda bulundu. 1999 başlarında başlayan İmralı’daki tutsaklık süreci, gerçekliği daha da derinliğine ve bütünlüğüne kavramaya zorladı. İmralı sürecindeki hakikat oranı daha önceki süreçlerin ilerisindeydi. Soyuttan somuta, dogmatizmden realizme, duyarsızlıktan duyarlılığa, ulus-devletçilikten demokratizme, ekonomizmden kapitalist moderniteye (sermayecilik, endüstriyalizm ve ulus-devletçilik), kapitalist moderniteden demokratik modernizme, idealist tarihçilikten bilimsel-felsefi tarihçiliğe doğru önemli gelişmeler sağlandı. Hakikat kişiliği, İslâmî tasavvufta da oldukça işlenmiş ve mertebelenmiştir. Ulusların, toplumların kaderi hakkında söz ve eylemde bulunmak hakikat aşamalarıyla yakından bağlantılı olup, pratik sonuçlar bağlamındaki hakikat oranıyla belirlenir.
Kürt ve Kürdistan gerçeği
Kapitalist moderniteyle temasın başlangıcında Kürt ve Kürdistan gerçekliği herhangi bir komşu gerçekliğin ne çok ilerisinde ne de gerisindedir. Hatta evrensel çapta benzer örneklerle kıyaslandığında, aralarında ciddi bir uçurumun olmadığı görülür. Belki de eksikliği yoktur, fazlalığı vardır. Evrensel gerçeklikten kopuş asıl olarak 19. yüzyıl başlarında başlamıştır. Evrensel tarih açısından 19. yüzyıl ulusal tarih bilincinin öne çıktığı dönemdir. Toplumların din temelli bölünmeleri ulus temelli bölünmelere dönüşmüştür. Avrupa’da ortak Hıristiyan Katolik ümmetinden çok sayıda laik ulus ayrışmış, ulusal toplum kategorileri doğmuştur. Ulusal toplumlar kapitalizmin gelişmesiyle ulus-devletçi, endüstriyalist formlara bürünmüşlerdir. Geleneksel toplumun kapitalizm, endüstriyalizm ve devlet ulusçuluğu üçlüsü temelinde yutulması, ‘demirden kafes’e konulması söz konusudur. Buna karşıt nitelikte sosyalist ve demokratik toplumculuk kavramları ve sınırlı deneyimleri geliştirilmiştir. Avrupa’nın 19. yüzyılda yaşadığı bu deneyimler 20. yüzyılda bütün dünyaya yayılmıştır. Kapitalizmin küreselleşmesiyle birlikte endüstriyalizm de küreselleşmiş ve dünya iki yüzü aşkın ulus-devlete bölünmüştür. Dünya çapında toplumsal gerçeklik giderek rijit, katı sınırlar dahilinde homojen ulus-devlet toplumuyla özdeş sayılmıştır. Toplumsal hakikat açısından çok çarpık ve yanılsamalı bir süreç kapitalist modernitenin gelişimiyle daha da derinleşmiştir. Uygarlık sisteminin geliştirdiği metafizik bakış açıları kapitalizmin pozitivist biçimlerine dönüşerek, toplumsal gerçeklikle ilgili algılama, kavram ve kuramlara damgasını vurmuştur.
Toplumsal gerçekliğin çöküşü
Ek ve uzantı durumuna gelen toplumsal unsurlar ancak nesne olarak var olabilirler. Kendi başlarına pek bir hakikatleri yoktur. Dolayısıyla çok zayıf bir gerçekliği temsil ederler. Endüstriyel toplum ancak tarımcı ve zanaatkâr toplumun sömürgeleştirilmesi ve ücretli kölelere dönüştürülmesi temelinde var olur. Ulus-devletçi toplum devlet dışı toplumun, demokratik sivil toplumun eritilmesi, karıncalaştırılması pahasına gerçekleştirilir. Bu örneklerde tarihsel toplum gerçeklik olmaktan çıkarılırken, yerine ikame edilen toplum ise toplum olmaktan çok, azami kâr olgusunu gerçekleştiren mekanik araçlar haline getirilmiştir. Toplumsal gerçekliğin çöküşü bu olguda yatmaktadır. Burada dev endüstri tekelleri, finansal kurumlar ve ulus-devlet kurumları mekanik araçlar konumundadır. Kendi başlarına toplumsal gerçeklikleri yoktur. Toplumu ve doğasını yiyip tüketen endüstriyel ve mali canavarlar, militarist ve asimilasyonist ölüm araçları konumundadır. Kürt gerçekliğini modernitenin bu tanımı ışığında yorumlamak doğruya daha yakın ve hayli öğretici olacaktır.