14 Temmuz: Yaşamı, uğrunda ölecek kadar sevenler

0
315

Metin Arslan

Büyük bir irade savaşıdır ölüm orucu. Gün gün, saat saat, an an, dakika dakika, saniye saniye erirsiniz. Vücut depoladığı eski yağlarını, enerjiyi, karaciğerinde birikmiş enerjiyi gıdım gıdım tüketir. Onları bitirdikten sonra kaslara geçer. Sanıldığı gibi ölüm orucunda açlıktan ölmezsiniz. Bütün bağışıklık sisteminiz çöker, küçük bir soğuk algınlığı, küçük bir meltem, esinti zatürre yapar sizi ve şehit düşersiniz.

Bugün 14 Temmuz büyük ölüm orucunun 40. yıl dönümüdür. Bundan 39 yıl önce tarihte eşine ender rastlanır belki de bir başka örneği bulunmayan bir halkın, bir hareketin geleceğini, yürüyüşünü, zamanın akıcılığını değiştiren büyük bir olay yaşandı Diyarbakır zindanında. Olayın uyumunun bu kadar büyük olmasının elbette yaşanan coğrafyayla, bu coğrafyanın gerçek sahibi halklarla ve bu halklara gücü oranında elinden geldiğince öncülük etmeye çalışan hareketle çok yakından bağlantısı var. Halkların tarihinde böylesi günler çok fazla yaşanmaz. Belki de bin yılda bir yaşanabilecek türden olaylardır. 14 Temmuz aynı zamanda Fransız devriminin de yıl dönümüdür.

14 Temmuz gerçekten de Kürt ve Kürdistan halklarının, bölge halklarının geleceğini çok yakından etkileyecek çok önemli değişimlere, çok önemli çıkışlara rehberlik eden, yol gösteren tarihi önemde büyük bir olaydır. Büyüklüğünün en önemli sebebi bir dönemece gelirsiniz, bir ayırım noktasına gelirsiniz önünüzde iki seçenek vardır. Artık dünya siyah ve beyazdır. Ya beyazı seçersiniz ya da siyahı seçersiniz, başka alternatif kalmamıştır. Bütün alternatifler ortadan silinmiştir. Siyahı seçerseniz belki yaşarsınız, ayakta kalabilirsiniz, günü kurtarabilirsiniz. Kendiniz için bunu yapabilirsiniz en fazla. Beyazı seçerseniz belki hayatınızdan vazgeçmeniz gerekecek; ama ölümsüzleşeceksiniz, mevcut durumu değiştireceksiniz, yerle bir edeceksiniz, alt üst edeceksiniz. Tarihin akışı değişecek. Eskiyi temsil eden siyah artık yenilgi sürecine girecek. Beyazın önü açılacak, yani aydınlığın önü açılacak. Karanlık yırtılacak! O yırtılmış olan karanlığın, perdenin arkasından gelen ışık huzmesine insanlar akın edecek, aklı erecek, yol görecek. Çünkü beyazı seçersen yeni bir yolu açmış olacaksınız.

Yani sürecin ne liberalizme etme hali var ne esnetilme olasılığı var ne de normalleştirme imkânı var. Bıçak sırtıdır. Bu neden böyle? Ne demek yani bunlar çok keskin laflar, ağır laflar denilebilir. Ama işte yaşanılan olayları bilmezseniz, bunu söyleme hakkını kendinizde bulursunuz. Ben de buna bir şey demem. Ama o dönemde Diyarbakır’da yaşanılan olaylara vakıfsanız, ne olup bittiğini biliyorsanız, haberiniz varsa bu sözlerin, bu değerlendirmelerin o dönemi anlatmak yetersiz bile olduğunu itiraf etmek durumunda kalabilirsiniz. Biz anlayalım durumu, bize de anlatın diyeceksiniz, anlatması zordur. Kolay değil ama dinlenmesinin de kolay olacağını garanti edemem. Dinlemek de yürek ister, anlamak da cesaret ister. Çünkü anlamak yapmaktır, gereğini yerine getirmektir. Anlamamazlıktan gelmek omurgasızlık, oportünistliktir. Dinleyeceğim, anlayacağım diyorsanız anlayacaksınız ya da anlamamazlıktan gelme lüksünü kendinize tanımayacaksınız. Aslında tarihi önemde büyük olaylar böyle korkunç süreçlerin, kaos aralıkların, kaosun hâkim olduğu süreçlerde gelişen bunları da büyük yapan budur aslında. Kaos ortamında kaosu sonlandırma süreci başlatan onu büyük yapar.

PKK’yi bitirmek demek insanlığın sonunu getirmek demektir

Bugün birileri çıkmış PKK’yi bitirmekten söz ediyor. Tamam bitirmek isteyebilirsin bunun için canını dişine takabilirsin. Tüm imkanlarını, olanaklarını, paranı, ittifak gücünü, teknolojini, toplumsal dayanaklarını, psikolojik dayanaklarını, araçlarını her şeyini kullanabilirsin. Her şeyini hasredebilirsin. Gerçekten onların adına da trajikomik bir durumdur bu. PKK’yi bitirmek demek insanlığın sonu getirmek demektir. PKK’yi bitiremesin, PKK insanlardan değil; PKK değerlerden, ilkelerden, PKK insanlığın özünden gücünü alan, varlığını buna dayandıran bir ruhtur. Bu ruhu nasıl öldüreceksiniz? Ruhla uğraşırsanız, yüce değerlerle, ilkelerle, gerçekle ya da hakikatle başınızı belaya sokarsanız, perişan olursunuz. Hakikat tanrı gibidir. Gerçek tanrı gibidir, çarpar. Onun çarpması tanrının şeytana çarpmasına benzemez. Yerle bir eder, bitirir. Onun için böyle büyük sözler edene, 14 Temmuz’u yeniden hatırlatmak gerekecek.

14 Temmuz anlaşılmadan, bilmeden ya da bildiği halde anlamadan bu hareket hakkında böyle ileri geri laflar etmek çok çiy kaçıyor. Çok köksüz bir düşmanlık, bir intikam, bir hınç, basit, ucuz duygular içinde taşıyor. Kötü niyet; şunu yok etsem, bunu ortadan kaldırsam bu niyeti ortaya koyuyor. Bitirilecek bir şey varsa gerçek dışı olandır. Hakikatle karşı karşıya gelen bitecek olandır. Hakikate saygısı olmayan hakikatin tokadını yer. Gerçeğe saygısı olmayan gerçek tarafından bertaraf edilir. Olay bu kadar açık tarih bunu hep böyle yazdı, bundan sonra da hep böyle yazacak.

Düşünün ki bir davanın, bir hareketin gücünün beşte dördünü tutsak almışsınız. Zindanlara doldurmuşsunuz, kalan beşte biri güç bela kendisini tasfiye olmaktan kurtarmış ve güvenli alanlara çekebilmiştir. Yani bir hareket neredeyse 12 Eylül rejimi tarafından yok edilmekle karşı karşıya kalmıştır. Ama eldeki beşte dörtlük güç, yani tutsak edilmiş güç yok edilmeden bu hareketin çok ciddi darbelenmesi ve yok oluş sürecine sokulabilmesi imkânsız görünmektedir. Ele geçiremediği beşte biri güç uzağındadır, denetimi dışındadır. Ama gücün büyük kısmı elindedir ve tutsağıdır. Zindana kapatılmıştır. Eğer bunları yok ederse, eğer bunları kendi varlık nedenlerinin dışına çıkartabilirse, eğer bunları kendi iddialarının, amaçlarının karşısına dikebilirse belki istediği sonucu elde etme şansı vardır. Bu nedenledir ki 12 Eylül rejimin yani Türk askeri faşist diktatörlüğü geniş amacına uygun olarak PKK’yi tasfiye etmek istediği için amacı buydu.

O zaman ele geçirdiği, tutsak ettiği PKK’lileri teslim almak, ajanlaştırmak, itirafçı konuma getirmek kendi çıkış koşullarına ya da amaçlarına karşıt hale getirmek gibi bir strateji gütmeye başlattı, geliştirdi. Bu nedenle itirafçılığı dayatmak, ihaneti geliştirmek için elinden gelen her şeyi ama her şeyi yaptı. Diyarbakır zindanını korkunç bir insan mezbahasına çevirdi. Amaç belliydi; PKK’lileri bütün inançlarından, düşüncelerinden, umutlarından, geleceğe dair ideallerinden soyundurmak, bütün bunların kusmalarını sağlamak, ihanetçi hale getirmek, kendisine küfredecek duruma getirmek, kendisini inkâr edecek konuma getirmek ve değiştirilmiş, başkalaşıma uğratmak. Bu insanlar eliyle Kürt toplumunu fethetmek istediler. İhanetçi hale gelmiş, itirafçı hale gelmiş tutsakların topluma örnek model olarak sunmak istediler. Yani “bakın size Kürdistan kurmayı vadedenler, size özgürlüğü vadedenler, eşitliği vadedenler ne halde. Bir daha Kürtlükten Kürdistan dan ve Kürdistan’ın özgürlüğünden söz etmeye, cesaret etmeye bir baksın. Bu gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayaldir. Vazgeçin bu hayalden” demekti, amaç buydu. Kürt toplumuna bir daha dönüşü olmayacak biçimde geleceğe dair, özgürlüğe dair bütün umutlarını yerle bir etmekti. “Öncü dediği, arkasından yürüyen insanlarla hali mecali bu, en iyileriniz durumu budur, bundan daha iyileri çıkmayacağına göre ya da hayal olduğuna göre artık böyle bir dava peşinde, böyle bir umudun peşinde, böyle bir hayalin peşinde koşmaktan vazgeçin. Bir daha da Kürt’ten, Kürdistan’dan ve Kürtlükten bahsedenlerin arkasından saf tutmayın. Sakın ola içinizde böyle gelişebilecek nifaklara da izin vermeyin. Yeşermesine, güç olmalarına zemin olmayın, olursanız, buna fırsat verirseniz bunlar gibi olursunuz. Bunlar gibi yakarım sizleri” demekti ve amaç buydu.

“İş-ken-ce”

Diyarbakır zindanında gerçekleştirilen sıradan bir operasyon değil, Diyarbakır zindanında yapılan sıradan bir deney değildir. Diyarbakır zindanında yapılan tarihin, toplum gerçeğinin korkunç bir despotik toplum mühendisliğiyle yeniden inşa edilmesidir, yeniden kurgulanmasıdır. Toplumun, bireyin, insanın herkesin bu kurgulama içinde, bu kalıp içinde ya da yapı içinde biçimlendirmesi hedeftir. Yani Kürdistan’ı Türkiyeleştirme, Kürtleri Türkleştirmek stratejisinin en önemli uygulama alanıdır Diyarbakır cezaevi. Bunun için akla hayale gelmeyecek şeyler yapılmıştır. PKK’li tutsakları teslim alabilmek için, onları itirafçı birer hain haline getirebilmek için akıl almaz şeyler yapılmıştır. Şimdi bunları size sıralarsak bu çalışmaya sığmaz. Kabaca değinmek gerekir yine de. Düşünün ki, günün 24 saatini Diyarbakır cezaevini işkence haline getirmiştir. Sabahıyla, öğleniyle, ikindisiyle, akşamıyla, gecesiyle, sahuruyla zamanın bütünü işkencedir. Bir gün değil, beş gün değil, on gün değil, bir ay değil, bir yıl değil her an yıllarca süren işkenceyle insanlar, PKK’liler tutsak edilmeye çalışıldı, daha doğrusu teslim alınmaya çalışıldı. Temel bir tane kural vardı ‘Kürt müsün, Türk müsün?’ Kürtleri Türkleştirmek için, PKK’lileri Türkleştirmek için akıl almaz işkenceler yapıldı. Kürtlüğünü inkâr edeceksin, önce Kürt olmaktan vazgeçeceksin, arkasından Kürtlük için seni harekete geçiren bütün manevi güç kaynaklarından vazgeçeceksin. Yani ideolojinden vazgeçeceksin, yoldaşlıklarından vazgeçeceksin, örgütünden vazgeçeceksin, toplumundan vazgeçeceksin hepsini inkâr edeceksin. Hepsine sırtını çevireceksin, itirafçı olacaksın bunu gerçekleştirmek için ne gerekiyorsa onu yaptılar. İnsanlara gece gündüz demeden işkence yaptılar yani aklınız alamayacak şeyler. Nasıl anlatayım… işkence deyince kolay sanki üç hecelik kelime ‘iş-ken-ce’ hafif kalır bu kelime hafif… bir vahşet. Düşünün ki, süreç içerisinden elliden fazla insan hayatını kaybetti. İşkenceler altında inim inim inledi. Zindanın her yanından feryatlar yükseliyordu arşa. İnsan çığlıkları, canlılara has insan çığlıkları. İşkencenin her türlüsü, öyle bir ortam yarattılar ki konuşmak yasak, öksürmek yasak, kaşınmak yasak, hapşırmak yasak, göz kırpmak yasak. Yani insani reflekslerin hepsinin yasaklandığı bir ortam düşünün. İnsanları yerle bir etmek için, insanlığı insanlıktan çıkartabilmek için yapılabilecek ne varsa gözlerini kırpmadan yaptılar.

Kim yaptı, Türkiye Cumhuriyeti devleti yaptı. Niçin yaptı, Kürtleri, Kürdistan davasını yerle bir etmek için yaptı, tarihe gömmek için yaptı. PKK’yi tarihe gömmek için yaptı. Hiç kimsenin o kadar üstüne gitmediler. Cezaevinde bir sürü örgüt vardı. DDKD, İDG, Özgürlük Yolu, Kawa ve bunlar gibi bir sürü örgüt vardı. Hiçbirinin üstüne gitmediler. İşleri güçleri PKK ile ve PKK’lilerle uğraşmaktı. PKK’lileri birer hain haline getirmek, itirafçı haline getirmek için ne gerekiyorsa yaptılar. Her şeyi kullandılar; suyu, yemeği, sigarayı her şeyi kullandılar. En sıradan insanı ihtiyaçları bile birer silah haline getirdiler. En etkili silahları kullanmak için ellerinden gelen her şey yaptılar. Aç bıraktılar, susuz bıraktılar, uykusuz bıraktılar, tütünsüz bıraktılar. Gece yarısı saat üçte uykunuzdayken esas duruşta yatmak zorundasınız. İnsan uykudayken esas duruşta yatabilir mi? Ya da uyku hali ölüm halidir, insan uykudayken ne yaptığını bilebilir mi? Horlama yasak, insanın elinde midir yatarken horlayıp horlamamak, ya da sırt üstü yatmaktansa yan dönmek insanın elinde midir uykudayken? Ama bir kişi yan dönmüşse bütün tutsaklar işkenceden geçirilirdi. Horlamışsa işkenceden geçirildi. Hepsinin bir tek amacı vardı: Pes ettirmek, anasından doğduğuna pişman etmek, PKK’ye katıldığına pişman etmek, bu davanın doğruluğuna kanat getirmek bu yürüyüşten katılmaktan vazgeçirmek. Öyle bir hal aldı ki artık işkenceler yüzünden ya da bu vahşet düzeyindeki uygulamalara herkes aynı dirayeti gösteremedi, direnci gösteremedi tabi. Üç koğuş dolusu itirafçı çıktı. Ama onlara yetmiyordu, onlar için gerekli olanlar zayıf insanları düşürmek değildi. Onlar için gerekli olan herkesi düşürebilmekti. Özellikle PKK’nin orta ve öncü kadrolarını düşürmekti, ihanetçi hale getirmekti. İhanete sürüklediği, ihanete çektiği, ihanete düşürdüğü insanları da kullanarak. Şahin Dönmez gibi ihanetçilerden akıl alarak acaba bunları nasıl teslim alırız, bunları nasıl birer itirafçı haline getirebiliriz. Üzerinde yoğunlaşarak her türlü yöntemi kullandılar, her türlü aracı kullandılar.

“Ölümüne bir karşı çıkış olmadan bu süreci tersine çevirmek mümkün değil”

PKK’liler de PKK’li olmakta ısrar ettiler, mahkemelerde çatır çatır PKK’yi savundular. Amaçlarını savundular, ideallerini savundular, Kürt halkını ve toplumunu savundular. Kürdistan gerçeğini yüzlerine haykırmaya devam ettiler. PKK’liler PKK’yi savundukça, Kürdistan halkını ve çıkarlarını savundukça üzerlerine daha bir hoyratça, daha bir hınçla ve daha büyük bir intikam duygusuyla yüklendiler. Öyle bir noktaya geldi ki biz bu işkenceye niye katlanıyorduk? Mahkemeye çıkacağız ve mahkemede kendi gerçeğimizi, amaçlarımızı gelecek kuşaklara miras bırakacak bir siyasi savunma yapmak için, bu amaçlarımızı dile getirmek için, mahkemede bunu tarihi belgelere geçirebilmek için. Mahkemede her şeye katlanmaya devam etti PKK’liler. Artık öyle bir aşamaya geldi ki; mahkemede savunma yapmak, kendi düşüncesini, inancını ifade etmek, siyasi tavır almak yasaklandı.

Mazlum Doğan arkadaşın çıkışı bunun üzerine gelişti. Mazlum Doğan arkadaş “yaşamanın bir anlamı yok, bu gidişe dur demenin başka yolu yok, ölümüne bir direniş olmadan, ölümüne bir karşı çıkış olmadan bu süreci tersine çevirmek mümkün değil” dedi.

Mehmet Hayri Durmuş arkadaş, “dişimizi sıkalım diyordu, dişimizi sıkalım savunmalar mahkeme bitene kadar buna dayanalım, bu işkencelere, bu büyük azaplara dayanalım. Tarihe notumuzu düşelim ondan sonra gerekeni yapalım. İsyansa isyan, direnişse direniş ama önce tarihe belgelere geçirelim bunu. Tarihe notumuzu düşelim, gelecek kuşaklara bu mirası savunma mirasını bırakalım” diyordu. Mazlum Doğan Arkadaş aynı görüşte değildi. Siyasi savunmaları yasaklamalarıyla birlikte Mazlum Arkadaşın iddiası gerçek olduğu ya da daha hakikate uygun olduğu ortaya çıktı.

Mazlum Doğan arkadaş 21 Mart 1982’de kendi hayatına son vererek, 21 Mart Newroz’unda bir kıvılcım çaktı. “Eğer ölümüne direnişler içine girmesek, bu süreci tersine çevirmek mümkün değildir” mesajını verdi. Çünkü artık sıradan insanlar değil, düşman tek tek herkesi çekerek ihanetçi hale getirebilmek için, itirafçı yapabilmek için yükleniyor ve bazılarını da (Yıldırım Merkit gibi Merkez Komitesi üyelerini de) düşürmeye başlamıştı. İtirafçılaşmaya başlamıştı. Mazlum arkadaşın eylemi düşmanda bir gerileme yaratmadı, tam tersine daha çok yüklenmeye başladılar. Çünkü itirafçılar, Şahin Dönmez, Yıldırım Merkit gibiler akıl hocalığı yapmıştır. Demişler ki “eğer Mazlum intihar edecek ya da kendi hayatına son verecek noktaya gelmişse, demek dayanma sınırlarının sonuna gelmişlerdir. Birazdan yüklenirseniz sonuç alırsınız”. Daha büyük yüklendiler. İnsanlara dışkı yedirmekten tutun, cop sokmaya, projektörle bacaklarına zincirle asarak, zincirlerle ve su hortumlarıyla işkence yaparak, insanların üstüne alkol dökerek yakmaya…

“Ateşi söndürmeyin, ateşi harlandırın, bu ateş yanmalı, gürleşmeli bu ateş sönmemeli”

Zaten öksürmek yasak, hapşırmak yasak. Birbirine dokunmak yasak, bakmak yasak, göz göze gelmek yasak; yani insan olmak yasak. Korkunç. İşkencelerin giderek daha da artıyor. Bunun ardından 17 Mayıs 1982’de dörtlerin kendilerini 32. Koğuşta cayır cayır, canlı canlı yakmasına yol açtı. Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin, Necmi Öner arkadaşlar arkalarında bir bildiri bırakarak Mazlum Doğan arkadaşın gösterdiği yolda yürümeye devam ettiler. Cayır cayır yaktılar kendilerini… ateşi söndürmeye çalışanlara Mahmut Zengin şöyle bağıracaktı, “ateşi söndürmeyin, ateşi harlandırın, bu ateş yanmalı, gürleşmeli bu ateş sönmemeli.” Olayın arkasından gelen adli müşavir yani cezaevi savcısı, kol kola girmiş etleri, kemikleri yapışmış olan dörtleri birbirinden ayırırken hala bunlar slogan atmaktadır: “Kahrolsun sömürgecilik, yaşasın bağımsızlık, yaşasın PKK”. Cenazeler, yaralılar birbirinden ayrılırken kiminin kolunun parçası diğerinde kalır, yapışır gider. Hala insanlar slogan atmaktadır. Savcı “ya rabbim, bu nasıl bir irade?” diyecekti

Bu bir PKK iradesidir. Bilmeyene duyurulur, PKK iradesi budur. Bedenim bedeninde erir, birbirine yapışır. Birbirimizden koparırken biz hala kendi gerçeğimizi haykırırız: “Yaşasın PKK, yaşasın özgürlük, kahrolsun kölelik ve sömürgecilik, kahrolsun ihanet”. Düşman bile, o 12 Eylül azgın rejimin, o gözü kara, kadri mutlak gibi davranan rejimin temsilcisi bile “ya rabbim bu nasıl bir irade” diyecek kadar acizliğini, PKK’liler karşısındaki güçsüzlüğünü, yenilgisini itiraf etmiştir. Ama düşman 17 Mayıs direnişinden dörtlerin yanma eyleminden de bir sonuç çıkaramamıştır. Bu bir çaresizlik olarak görmüştür ve daha büyük yüklenmiştir. Eskisinden, bir günkünden daha beter işkence yöntemleri giderek daha geliştirmiştir. Bu işkence yöntemlerini anlatıp kimseyi korkutmak istemiyorum. Ama bu işkenceyle sonuç alabileceklerini zannetmişlerdi, yüklendikçe yüklenmişlerdi. Gidişat berbattır, cezaevinde teslim alınmayan, kurallara uymayan tek kişi kalmamıştır. Düşman, tutsakların kurallara uymasına yetinmemektedir. İhanet etmelerini istemektedir. “İtirafçı olacaksınız, kendi karşıtınıza dönüşeceksiniz, devletimizin başına bela açtınız, Kürtlüğü yeniden canlandırdınız, siz yerin dibine batıracaksınız, siz öldüreceksiniz” demektedir. Artık mahkemelerde savunmaya da izin vermemektedir. Mahkemenin kendisinin bizzat Mehmet Hayri Durmuş arkadaşa yazılı olarak savunmalarınızı gönderebilirsiniz demesine rağmen. İki kere Mehmet Hayri Durmuş arkadaş iddianame ve görülen olaylarla ilgili açıklamalar ve gerekli savunmaları yazılı hale getirip gönderdiği halde mahkemeye ulaştırılmamıştır. Çünkü cezaevini yöneten 12 Eylül rejimin başıdır. Evren ve şürekâsıdır. Onların bilgisi, onların yakın takibi, onların yakın denetimi altında yürümektedir ve temsilcisi 7. kolordu komutanıdır. Mahkemelerin, askeri mahkemenin talimatlarına çalışan ve emir komuta zincirinden bir kurumdur. Onların sıradan yasal bir prosedürün uygulamasına bile kendi keyfi uygulamalarıyla engelleyecek kadar basitleşmişlerdir. Yani her şeyin rafa kalktığı açık bir savaş meydanıdır. Ama dengesiz bir savaştır. Karşı taraf her şeye sahiptir. Devlet, mahkeme, askeri güç zaten askeri iktidardadır. Dışarda tabiri caizse yaprak kıpırdamamaktadır. Bütün toplum sindirilmiştir. Her şey ellerindedir, tutsakların eli kolu bağlı 24 saatin her saniyesi işkence altındadır ve ellerinde kendilerini savunacak hiçbir araçları yoktur. İnançları ve iradeleri dışında hiçbir şeyleri yoktur.

17 Mayıs ile 14 Temmuz arasındaki zaman içinde söylediğimiz gibi düşman uygulamaları bir milim azalmamıştır daha da ileri gitmiştir. Zaten tecrit altındaydık dünyayla hiçbir bağlantımız yoktu. Dünyadan izole edilmiştik. Ailelerle görüşmelerimiz birkaç saniyelerle sınırlıydı.         “Merhaba nasılsın, iyiyim” dedikten sonra koparılıp geri götürülmektedirler. Aileler sindirilmiştir, sadece kapı önüne gelip gitmektedirler. Yaşayıp yaşamadığımızı görmek istemektedirler. Ve görüş günleri de bir işkence gününe dönüştürülmüştü. Hücrelerden çıkarılıp görüş yerine getirilene kadar işkence yapılmaktadır. Görüş yerinden dönüşte hücrelere gidene kadar azgınca saldırılara uğramaktayız ve işkence görmekteyiz.  Varsa bir umut onu da yok edelim dercesine mahkemelerde davalarımız kabul edilmiş ancak avukatlarımız bile göz altına alıp yanımıza getirilmiştir. Yani “teksiniz arkanızda hiç kimse yok. Ne aileleriniz ne de sizi savunacak bir avukattınız bile yoktur. Sizle devlet karşı karşıyasınız, tek başınasınız. Teslim olmaktan, ihanet etmekten başka seçeneğiniz yoktur. Her şey bizim elimizdedir. Yaşayıp yaşamayacağınıza karar verecek olan biziz. Eğer yaşamak istiyorsanız ihanetçi olacaksınız. Başka bir çıkar çıkışınız yoktur, aramanızda boşadır, başka bir çıkış tanımıyoruz ve asla buna fırsat vermeyeceğiz” demek istemektedirler.

Zaten dünya Avrupa şimdi olduğu gibidir. “Hadi Türkiye’ye çağrı yapalım normal koşullara dönün, askeri koşullara son verin, sivillere devredin yönetimi, kaygıyla izliyoruz. Bunlar sözde kaygıyla izlerken Diyarbakır zindanında söyledikleriniz yaşanmaktadır ve hala NATO üyesidir Türkiye. Hala Türkiye NATO toplantılarında ve bu askerler, bu işkenceyi yapanlar tarafından temsil edilmektedir. Hala BM’lerdedir ve hala bu işkenceler cezaevinde ayyuka çıkmışken BM’lerde Türkiye askeri faşist diktatörlüğün temsilcileri, büyük elçileri konuşma yapabilecek yüzü imkânı bulabilmektedir. Sistemin karakteridir. Dünya suskundur. Tutsaklar Somali’deki açlıktan kırılan Somali çocuklara benzemektedir. Bir deri bir kemik gözler çukura kaçmış iri iri ortaya çıkmıştı. Herkes şu ya da bu biçimde çok ciddi hastalıklara yakalanmıştı. Cezaevindeki tüberküloz hastalıkların sayısı yüzleri aşmaktadır. Akli dengesini yitirenler yüzleri aşmıştır, işkencelerde psikolojisi bozulmuş. Onlarca insan sakat kalmıştır. Kolu, bacağı, kafası, gözü çıkmıştır, kırılmıştır. Düşman ısrarla sonuç almak istemektedir. Bu kadar yaptık, her türlü dış tepkiyi, her şeyi göze aldık, bu kadar ileri gittik. Geri dönüş olmaz, sonuna kadar gittik ve sonuç almalıyız demektedir. Onlardaki bu umut, beklenti onları daha azgın hale getirmiştir. Bir bizim halimize bir de kendi hallerine bakarak herhalde kazanma şansını kendilerinde daha büyük görmekteydiler. Çünkü eli kolu bağlı insanlar vardı karşılarında. Kendileri iktidardı, güçtü, her şey ellerindeydi. Bu nedenle daha çok yükleneceklerdi artık yolun sonuna gelinmişti.

Mezar taşıma, bu adam halkına borçlu gitti diye yazın”

Takvimler 14 Temmuz’u gösterdiği gün Diyarbakır grubunun mahkemesi vardır. Ana dava mahkemeye çıkmıştır. Tutsaklar da ancak gizli gizli tartıştıkları o ayrı bir hikayedir anlatırsam romanlara konu olacak bir cabadır. Konuşmanın, fısıldamanın yasak olduğu en küçük bir konuşma, fısıldama, hapşırma, öksürme, kaşınma karşında bile bütün tutsakların, bir kişi yapsa bile herkesin işkenceden geçirdiği ortamda bir direniş örgütleme çalışması kesintisiz devam etmiştir. 14 Temmuz günü mahkemeye çıkıldığında Mehmet Hayri Durmuş arkadaş ısrarla el kaldıracaktır. “Söz hakkı istiyorum” diyecektir. Mahkeme başkanı Emrullah Kaya görmek istemeyecektir bu eli. Ama Hayri arkadaş daha kararlıdır. Israrla el kaldırır ve izinsizce konuşur. Çok önemli açıklamalar yapmak istiyorum bana söz hakkı vermelisiniz diyecektir. Duruşmanın sonuna gelinmiştir, kapatılmak üzeredir duruşma. Hâkim merak eder acaba ne açıklayacak? “Kürsüye gel” der. Hayri Durmuş arkadaş kürsüye gelir. “Bugüne kadar siyasi savunma yapabilmek için, kendimizi ifade edebilmek için, neden burada olduğumuz anlaşılabilmesi için halkımıza ve gelecek nesillere sorumluklarımızı yerine getirebilmek için cezaevindeki bütün bu akıl almaz işkencelere katlandık. Ama görülen o ki artık siyasi savunma yapmamıza izin verilmeyeceği netleşmiştir, resmileşmiştir. Mahkemeler anlamını yitirmiştir. Bu benim katıldığım son mahkemedir. Bu aşamadan sonra ben ölüm orucuna giriyorum ve açıklamak istediğim bir gerçek var, husus var. Tarih Mazlum Doğan arkadaşı haklı çıkarmıştır. Ben yanıldım, ben mahkemelerde savunma yapabileceğimizi, tarihe karşı sorumluklarımızı ve halkımıza karşı sorumluklarımızı yerine getirebileceğimizi düşündüm hep. Ama burada bunun imkânın olmadığını yaşayarak gördük. Şimdiye kadar bu sürecin, bu zulmün, bu işkencenin bu mezalimin durmasını direnişler olmadan ihtimal dahilinde görmüyorum. Bu nedenle şehit düşersem, hayatımı kaybedersem ki böyle olacaktır. ‘Mezar taşıma bu adam halkına borçlu gitti’ diye yazılması, son vasiyetimdir.”

“Başardık, başardık”

Ölüm orucuna girdiğini açıklayarak yerine oturacaktır. Yerine oturmaya yeltenecektir. Mahkeme başkanı Emrullah Kaya, “yapma Hayri” diyecektir. “Biz yazı yazacağız, işkenceleri durduracağız, cezaevindeki durumların düzeltilebilmesi için mahkememiz devreye girecek, vazgeç diyecek. Mehmet Hayri arkadaş, “hayır” diyecek “bu size de aşan bir mesele bir anlamı kalmamıştır. Mahkemenizin de bir anlamı kalmamıştır. Bizim buraya gelip gitmemizin de sizin müdahaleniz de bir anlamı kalmamıştır. Ben ölüm orucuna şu an itibaren girmiş bulunmaktayım” diyecektir. Arkadan eller kalkacaktır. Salondan tutsaklar elini kaldıracaktır. Mahkeme söz hakkı vermek zorunda kalacaktır bazılarına. Ali Çiçek arkadaş da kalkacaktır “bende önemli açıklamalarda bulunacağım” diyecektir. Ali Çiçek kürsüye gelecek ve şu açıklamalar yapacaktır: “Ben bu davada, mahkeme sürecinde yanlış olan bazı şeyleri düzeltmek istiyorum. Falan falan kişiler, falan falan eylemlerden yargılanmaktadırlar o eylemi ben yaptım. O eylemler benim eylemlerimdir. Tarihin yanlış yazılmasını istemiyorum. O insanlar suçsuzdur, o insanların bu olaylarla bir alakası yoktur. O devrimci eylemleri o devrimci cezalandırma eylemlerini ben yaptım ve son olarak da, PKK bize teslim olmayı değil direnmeyi öğretti. Şu andan itibaren ben de Mehmet Hayri Durmuş arkadaşla beraber ölüm orucuna giriyorum.” Eller kalkmaya devam etmektedir. Kemal Pir kalkacaktır, “Hayri Durmuş arkadaşa katılıyorum, Ali Çiçek arkadaşa da katılıyorum bu benim de son duruşmam olacaktır, ben de bu andan itibaren ölüm orucuna başlıyorum,” diyecektir. Arkasından üç kişi daha ölüm orucu eylemine katılacaktır. Altı kişi mahkeme huzurunda ölüm orucu eylemini başlattıklarını ilan edecekler. Mahkeme başkanı diğer kalkan ellere söz hakkını vermemek için bir an önce mahkemeyi kapatmak, duruşmayı kapatmak ve eylemin mahkeme salonunda örgütlenmesinin önüne geçebilmek için, katılımların önünü kesebilmek için apar topar mahkemeyi kapatacak duruşmanın bittiğini ilan edecek ve çekip gidecektir. Tutsaklar mahkemeden dönüşte Mehmet Hayri Durmuş arkadaşa özellikle işkenceci başı Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran bu sefer diyecek “sen ölmesen ben seni öldüreceğim” ve bizzat işkence yapacaktır. Ölüm orucuna başlayan tutsaklar işkenceler yapılarak getirilecektir 35. Koğuşa, yani hücrelere. Hayri Durmuş bir kelebek gibi uçmaktadır adeta ‘başardık başardık altı kişiyle başardık’ diyerek hücresinde adeta dans etmektedir. Altı kişiyle başlayan ölüm orucu cezaevinde katılımlarla giderek yaygınlaşacak ve ölüm orucu katılımcıları çoğalınca bu sefer 36. Koğuşu yani 35. Koğuşun parelinde ki hücreleri boşaltılacak ve ölüm orucunda ki eylemcileri oraya alacaktır. Ölüm orucu sürecinde ki tutsakların iradesini kırmak için her şey yapacaktır. En büyük kokuları saçan, en etkili kokuları saçan yemekleri getirip hücrelerin önüne koyacaktır. İrade kırmak için psikolojik savaş uygulayacaklardır, tehditler savuracaklardır.

“Biz yaşamayı uğrunda ölecek kadar çok seviyoruz”

Günler ilerledikçe tutsakların kararlığında hiçbir değişmenin olmadığını görenler farklı yöntemler geliştirmeye başlayacaklardır. Askeri doktor getirecekler müdahale ya da muayene etmeye kalkışacaklardır. Tutsaklar, devrimci tutsaklar, PKK’li tutsaklar var şiddetle red edecekler. Doktorun, Kemal Pir arkadaşa “ölmeyi bu kadar çok mu istiyorsunuz, seviyorsunuz?” biçimdeki sözüne ‘ne münasebet’ diyecektir. Kemal Pir arkadaş, ‘biz yaşamayı uğrunda ölecek kadar çok seviyoruz.’ Ama insan gibi yaşamayı. 34.-35. gününde Kemal Pir gözlerini kaybedecektir, göremeyecektir. Ölüm orucunda birden ölmezsiniz. Büyük bir irade savaşıdır ölüm orucu. Gün gün, saat saat, an an, dakika dakika, saniye saniye erirsiniz. Vücut depoladığı eski yağlarını, enerjiyi, karaciğerinde birikmiş enerjiyi gıdım gıdım tüketir. Onları bitirdikten sonra kaslara geçer. Sanıldığı gibi ölüm orucunda açlıktan ölmezsiniz. Bütün bağışıklık sisteminiz çöker, küçük bir soğuk algınlığı, küçük bir meltem, esinti zatürre yapar sizi ve şehit düşersiniz. İlk şehit düşen Kemal Pir arkadaş olacaktır. Tarihin cilvesine bakın ki 12 Eylül günü. Arkasından Mehmet Hayri Durmuş, arkasında Akif Yılmaz ve en sonda genç ‘kızıl yıldızımız Ali Çiçek’ şahadete erişecektir.

“Bana bir bardak su ver”

Akif Yılmaz Serhatlı bir arkadaştır. Şehit düşmeden bir gün önce başındaki nöbetçi askere bir bardak su vermesini ister. ‘Bana bir bardak su ver’ der. Asker belki temiz süt emmiş bir çocuktur, belki de başka bir niyetle Akif Yılmaz arkadaşa su yerine hoşaf getirecektir. Yani enerji taşıyan, besleyici bir şey getirecektir. Ağızına götürüp dayandığında su olmadığını fark eder ve atar. ‘Ben senden hoşaf istemedim su istedim vermeyeceksen verme. Ben ölüm orucundayım sen bunu bilmiyor musun?’ eyleminin disiplinine son nefesine gelmişken, son nefesini vermek üzereyken bile bu kadar bağlı olan insanlar onların temsil ettiği değerler bahşedilmez değerlerdir. Üstesinden kimsenin gelemeyeceği değerlerdir. Hesap edin bir insan en değerli şeyi nedir, canıdır değil mi, candan daha değerli, daha üstün ne olabilir ki insanın. Hayri Durmuş arkadaş onu verirken, canını verirken bile ‘Mezarına halkına borçludur’ yazılmasını istiyor. Hayatını verdiği halde daha verebileceği değerli hiçbir şeyi olmadığı halde kendisini borçlu sayıyor. Bu iradeye, bu geleneğe, bu zihniyete, bu fedai felsefeye kimin gücü yeterdir? Bu iradeyle, bu inançla hangi güç baş edebilir? Atom bile kâr etmez, neyle uğraştığını bilmeyenler… Bu hayatı uğrunda ölecek kadar sevenler karşısında bir hiçtir. Bu inanç, bu bilinç karşısında hangi güç baş edebilir ki? Hayatı, yaşamı uğrunda ölecek kadar seven bir felsefeye sahip yapıyla, bir güçle, bir halk hareketiyle kim baş edebilir ki? Başta da söyledik; PKK bir ruhtur, değerler bütünüdür, ilkeler bütünüdür, bir felsefedir, bir dünya görüşüdür, bir hakikattir bu hakikattin gerçeği budur. Bu gerçek yenilmez bir gerçektir. Bu yok edilemez bir gerçektir.

“Cinayetlerle iktidarda kalmaya çalışırsan senin sonun çok kötüdür”

AKP devleti ve onun lümpen şefi her türlü pisliğe, çirkefte, onursuzluğa, haysiyetsizliğe batmış, ülkesini bir fosseptik çukuruna dönüştürmüş. Kof bir kişilik şimdi kalkmış PKK’yi tasfiye etmekten, PKK’yi bitirmekten bahsediyor. Kuşkusuz buna inanabilirler, bunun için her türlü şeyi yapabilirler. Diyarbakır gerçeği Türkiye Cumhuriyetin gerçeğidir, Türk devletin gerçeğidir, AKP devletinin gerçeğidir. Bu gerçeği iyi tanıyoruz. PKK’yi tasfiye ederek fosseptik çukuruna çevirdiği ülkenin üstünde, yönetiminde lağımın üstünde kalmak isteyen hala o bu lağım çukurunda yaşamak isteyen. Bundan ısrar edebilir buna bir itirazımız yok. Bu pislik içinde yaşamaya devam edebilirler. Ama PKK bu pisliklerle baş etmenin, bu pislikleri temizlenmenin ilacıdır. AKP ve şefleri ülkeyi bu hale getirdi işte izliyorsunuz. Sedat Peker’in itiraflarını görüyorsunuz. Yani insan aklına, hayaline gelmeyecek, aklının bir kenarından geçiremeyecek korkunç bir pislik içinde olduklarını gördük. Başbakanlarının; eroin, uyuşturucu kaçakçılığı yaptığını, para için bir oteli, bir mülkü ele geçirmek için insanları nasıl şantajla, tehditle, öldürerek, nasıl tecavüzler yapıp üstünü örterek ayakta kalmaya çalıştıklarını gördük. Bu kadar pisliğe batmış, ekonomiyi çökertmiş, ülkeyi bu hale getirmiş, dışarda Türkiye dostunu bırakmamış, halkları kendisine düşman ettirmiş. Bir yönetimi, bir çete yönetimi bu çöküşünden, bu bitişinden kurtarmak için PKK’yi tasfiye etmek istemektedir. Eğer PKK’yi tasfiye edersem diyor, bitirirsem diyor bütün bu çirkeflilerim, yaptığım yolsuzluklar, hırsızlıklar, yol açtığım ekonomik bunalım, yol açtığım uluslararası tecritlik hepsi unutulur. Kimsenin gözüne gelemez ve kimse itiraz edemez bir şey diyemez artık bize. Çünkü PKK’yi yenmiş bir güçtür, artık kim bize bir şey söyleyebilir. İktidardan düştükleri anda yerlerinin ne olduğunu çok iyi biliyor bunlar. Bu nedenle PKK’ye bu kadar kilitlenmiş durumdalar. Görülmüş şey mi, bir devlet bakanı kalkıyor tek tek PKK’nin militanlarının adını sayıyor, bunu öldürdük, bu kaldı, şu kaldı onu öldüreceğiz. Bir cinayet tutkulu adam. Cinayet işlemekten has alan, cinayet işleyerek iktidarda kalmaya çalıştığını itiraf eden bir adam var karşımızda. Cinayetlerle iktidarda kalmaya çalışırsan senin sonun çok kötüdür.

Bu nedenle açık söylüyorum burada Erdoğan’ın sonu Saddam’dan beter olacak ve Erdoğan’ın sonunu en yakındakiler getirecek. En çok yakın olan taraflarından göreceksiniz en şiddetli biçimde etkisiz hale getirilmeyi. Tarihe öyle bir geçecek ki ibreti alem olacaktır. Erdoğan’ı bu duruma getiren hala ayakta tutan bir dış planın olduğu, dış proje olduğu kesindir. Bizce Erdoğan’ı cesaretlendirmeye devam edecekler. Amerika’sı da, Avrupa birliği de. Avrupa eskisi gibi Türkiye’yi eleştirmiyor. İnsan haklarınızda bu eksiğiniz var, basın özgürlüğü, toplantı, gösteri özgürlüğü, hukuk hakkında yargı bağımsızlığı vb. hiçbir öneride bulunmuyor, hiçbir eleştiri yapmıyor. Eleştiri yapmak iyilik yapmaktır; bu yanlıştır müttefikimize yakışmaz, bu kötüdür, çirkindir yakışmaz. Şu daha güzel buraya gel, eleştiri iyiliktir. Amerika da hiçbir eleştiri yapmıyor. Cesaretlendiriyorlar, yürü diyorlar tavşana da kaç diyorlar. Bize de kaç diyorlar, tazı olan Türkiye’ye de tut diyorlar. Neden yaptılar bunu peki, bence tarihi iki nedeni var. Birincisi Selahattin Eyyubi Kürt’tü, haçlı seferlerini durduran sonlandıran, Hristiyan dünyasını ortak askeri gücü olan haçlı ordularını yenilgiye uğratan, Ortadoğu’daki varlığını ya da yayılmasını önünü kesen bir Kürt’tür. İkinci önemli neden; Malazgirt savaşıyla 1071’de Türklerin Anadolu’ya geçmesine destek veren onlarla beraber Bizans’a karşı savaşan Kürtlerdi. Doğu Bizans yani İstanbul (Konstantinopolis) bir Hristiyanlığın merkeziydi ve en önemlisiydi. Ayasofya bunun görkemli temsili binasıdır. Hristiyanlığı bu coğrafyada silen güce destek verdi Kürtler. O zaman siz bunun bedelini ödeyeceksiniz. Kim ne derse desin batı dünyasının tarihsel arka planlamalarında, bilinç altında değil, bilinç üstünde bu vardır. Hristiyanlığın, İslam’ı sözde temsil ettiği söyleyen güç karşısında duruma uğratılması, yenilgiye uğratılmasında pay olan, herkese bir bedel ödetme projesi yürütmektedir. Bu Türkiye’yi çökertmez, projesinin de bir parçasıdır. Bu Türkiye’yi geliştirecek, aydınlığa çıkartacak, refaha kavuşturacak, iç barışa, huzura, demokrasiye kavuşturacak bir tercih değildir.

Cezaevindeki 14 Temmuz ruhuyla dünya sistemleri ve Türkiye çete devletleri şimdi karşı karşıyadır. 14 Temmuz olan bir halkı bütün cihan bir araya gelse bitiremez, yenemez. 14 Temmuz ölüm orucundan sonra yerle bir oldular. O yenilmez görülen 12 Eylül rejimi geri adım atmak zorunda kaldı. 14 Temmuz doğal çağrıydı, Önderliğe çağrıydı, partiye bir çağrıydı. Önderlik böyle değerlendirdi. Önder APO şöyle değerlendirdi: “zindanın bize talimatıdır, kalkıyoruz kısa zamanda toparlanıyoruz, ülkemize dönüyoruz ve savaşı başlatıyoruz.” Önderlik Mazlum arkadaşın, dörtlerin ve 14 Temmuz şehitlerinin eylemini bir çağrı, bir talimat olarak aldı ve gerilla böyle başladı. Gerilla bunun üzerinde gelişti ve savaşı şimdi bütün Ortadoğu’ya yaydı. Biz neredeysek çete devleti AKP orda bizimle savaş içerisinde. Bu savaşın galibi kim olacaktır, böyle bir soruya gerek yok bunun cevabı içinde 14 Temmuz 1982’de kim kazandıysa şimdi de onlar kazanacaktır. PKK kazanacaktır. PKK şimdi tasfiyesiyle, yaşama bağlanabileceklerine inanların hedefinde. PKK’yi tasfiye edersek diyorlar yetmiş bine kadar iktidar kalır. Tek seçenekleri biziz, bizi yenmek, PKK’yi yenmek. Bende şöyle diyeceğim ‘bizi yenmekse o zaman biz onların ölüm meleğiyiz.’ Biz onlar için seçenek hale gelmişsek tek seçenek sunarız böylelerine: ölüm, PKK onların ölüm meleği olacaktır. Bu da öyle bilinmelidir.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here