Bugün M. Kemal’in Samsun’a çıktığı, Türk ordusunun büyük hışmıyla Kürdistan’a saldırısının sürüp gittiği gündür. Türk ulusunun egemenleri olan o günün Osmanlı artıkları, söz konusu günlerde oldukça sıkışmışlardı.
Batıda işgal gelişiyor veya Batının en eski uygarlığını temsil eden Grek halkıdır. Kendine karşı gelişen hareketleri de büyük tehlike olarak gören Osmanlı teslimiyetini fırsat bilerek; yine Rus Çarlığının yedeğindeki Ermenilerin başkaldırısını fırsat bilerek; Kürt halkına büyük bir dostluk ihtiyacıyla yaklaşmaya çalışıyordu. İzmir’e gidemedi. M. Kemal, İstanbul’da hiçbir şey yapamazdı. Konya’ya, Sakarya’ya, Bolu’ya gidemezdi. Gitseydi bir gün yaşayamazdı. Çünkü, padişah yanlıları güçlüydü. Güneyde Fransız işgalciliğine karşı direnişler vardı. Yine de -esas itibarıyla- direnişler sırasında Kürt halkının tutumu belirleyicidir. Bu açıdan çok zor bir dönemde, M. Kemal’in aklına gelen ilk şey “Kürt dostluğu” oldu. Asırlık baskı ve zulmün yerine, “dost olalım”, “ortak savaşalım” biçiminde yaklaşımlar gelişir. Ve bunu fırsat bilen yüzyılların lanetli, işbirlikçi Kürt ileri gelenleri, -ağa, şeyh, bey artıkları- örgütsüz, plansız, son derece çıkarlarını esas alan yaklaşımlarla M. Kemal ile işbirliğine giderler.
Süreç, hiçbir güvencesi olmayan, sadece “iki kardeş Müslüman halk” edebiyatı ve bazı kişisel çıkarlar ile başlar. Ermeni toprakları, Rum toprakları vardı. Bunları da göze alanlar vardı. İşbirlikçilikte ve yine merkezi gücün kendisi vardı. O bildiğiniz gibi halkların aleyhine; Kürt halkının, Türk halkının ve azınlıkların aleyhine, çok kötü bir ittifak kuruldu. Böyle ciddi bir anti-emperyalist yönelim de yoktu. Ekim Devrimi’nin etkisini kullandı. Kullanırken bir çok komünistti de imha ettirdi. Halka dayanmak istedi. Halkın bir çok temsilcisini daha savaş başlamadan imha etti. Kendine göre bir cumhuriyet kurdu. Kendini bir cumhuriyette merkezileştirdi. Anlamsız, şoven bir diktatörlük olarak kendini merkezileştirdi. Adeta amentü gibi, her doğan çocuğa benimsetildi. Yeniçerilerin durumundan daha tehlikeli bir Türk ulusçuluğu oluşturuldu. Herkes, “ne mutlu türküm diyene” vb. bir şovenizmle zoraki uluslaşma sürecine alındı. Tabii ki buna karşı tavır alanlar doğrandı ve bilindiği gibi bir Türk ulusu ortaya çıktı; ama kan revan içinde! İnsan hakları, ulus hakları, yerle bir edildi. Dünya dengesini ve kendi merkezi gücünü kullanarak bunu yaptı. Bu çok vahşi bir diktatörlüktü; aslında insanlığı katleden bir şoven diktatörlüktü.
Daha sonra M. Kemal için Decal denilir. Ama ileride daha iyi değerlendirilmeye çalışacaktır. Bir ulusçuluk uğruna, hem de tutmayacak bir ulusçuluk uğruna bunca çabaya rağmen fazla başarılı olmadı, bir cüceleşmenin temelini yaratarak var olanı da boğmaya çalıştı. O, sadece halkların o zamanki bazı özelliklerini yok etmekle kalmadı, daha da kötüsünü yarattı. En sert yöntemlerle bir daha belki de yeşertmemek inancıyla doğrayıp biçti. Aslında çok katı bir şovenist kişilikti. Bu şovenizmde jenosit kesin vardı; kültürel jenosit, fiziksel jenosit kesin vardı. Bir yere jenosit bu kadar dayatılırsa, kültür katliamı bu kadar dayatılırsa doğacak insanlar cücedir, ruhsuzdur ve kişiliksizdir. Nitekim örneklerini yaşamda çok iyi görüyoruz. Yiğit insanlar diyarı, en zengin kültür mozaiği öyle şekilsizleştirildi ki, öyle anlamsızlaştırıldı ki, öyle çarpıklaştırıldı ki, ortaya çıkan mide bulantısından başka bir şey değildir.
Kötü bir Yeniçeri zihniyeti ile yetişen, başlangıçta hiç de öyle sınıfı, soyu olan biri değildi; ama bütün yüreği ve beyniyle devlete koşturulmuş bir tipti. Devlet için, iktidar için ve devletin dayanacağı kesim için, imanını, bilincini, her şeyini yatıracak bir zihniyettir. Aynı zamanda en gözü kara bir tipti de. İnsanlık gerçeği, ahlak gerçeği hiç umurunda değildi. “Bir Türk dünyaya bedeldir” dedikten sonra, mutluluğu Türk olmakla gördükten sonra, diğer halklara kalan fazla bir şey yoktu. Köleliği bile layık görmüyor. Köleler gibi yaşama bile izin verseydi, yine de halklar için bunun bir anlamı olurdu. “Türk olacaksın”, “mutluluğu Türklükte arayacaksın”, “bunun içinde seve seve kendini feda edeceksin” diyordu. Bu kültüre ihanettir, tarihe ihanettir, kendine ihanettir. Arkasında bir de muazzam bir zorba devlet ve ordu gücü vardı. Varın gerisini siz düşünün.
İşte siz bu tarihsel sürecin çocuğusunuz. Babalarınız, anneleriniz ve siz böylesine bir köleleştirme, tarihinden kopartılma ve asla kendi gerçeklerini yaşama fırsatı bulamamanın alacakaranlığında doğdunuz. Lanetli bir dünyada gözünüzü açtınız. Bir ulusal özellikte büyüme, normal bir sosyal gelişmeyi yaşama, insanlığa saygılı bir durumunuz yoktu. Bu kötü bir doğuş aslında! Şunun için belirtiyorum; yaşam ufku karartılmıştır ve yaşamınız korku, endişe, geleceğiniz ne olacak sorularıyla doludur. Karşımızdaki düşman bize ve halkımıza bunu en canlı bir şekilde yaşatıyor. Dili unutulmuş, asla kendini göremez, tanıyamaz bir duruma getirilmiş, ama yine de mayasındaki belli bir Kürtlük hamuruyla kendini tanımış. İşte cumhuriyetin hışmına böyle uğramış. Ankara’nın Tuzlu Çayır’ına bunun hışmıyla gelinmiş. Dilini unutabiliyor, fakat geldiği yeri unutmuyor. Yani tam bir ihaneti kabul edemiyor. Tabii biraz da isyankar… Karşısında duran Ankara gerçeğiyle uyuşamıyor ve çatışma başlıyor. Daha sonra çocukları oluyor. Ardında PKK ile ilişki kurmaya çalışıyor. O sıralarda PKK’nin çıkışı çok iddiasız ve düşmanın bile ciddiye almadığı kadar mecalsiz bir çıkıştı.
Şimdi bu iğrenç, şoven-milliyetçilik gözünü Orta Asya’ya dikiyor. Bu gazetelere de yansıdı. Bin yıl önce Batıya yayılırken, o, ilkel toplulukların barbarlık aşamasındaydı. Yine aç gözlü, yine sağı-solu talan etmekle kendine yer açabileceğini düşünüyordu. Çok ilkeldi. O ilkelliğin, o yoksulluğun verdiği gözü karalıkla, sağa-sola saldırdıkları zaman hemen yanı başında uygarlıklar yeşeriyordu. Çin’de, Hindistan’da uygarlıklar boy veriyordu. Barbar bir açgözlülükle bu uygarlıklara saldırdı. Çok yoksul olanlar, çok vahşi olanlar, vahşetin üst aşamasında olanlar yalnız Türk boyları değildi. Bir çok boylar bu süreci yaşadı. Örneğin Germenler de Roma’ya karşı öyle yaptı. Yine bir dönem Arap kabileleri öyle yaptılar. Bir çok ilkel toplumsal aşamanın savaşçı özelliklerini alarak saldırıya geçtiler. Kendi deyişleriyle, Çin’den Adriyatik sınırına kadar, bu saldırıyla bin yıldır ortalığı çınlatıp duruyorlar.
Oysa şimdi Avrupa güçlü. Artık öyle Adriyatik sınırlarından bir şeyler yapacak güçleri yok. Zaten iddiaları da yok. Balkanlar’da da sökülüp atılma bir anlamda devam ediyor. Kapitalizmin en çarpık, talancı kesiminin önderliğinde bunu biraz tartışıyorlar. Halkını, ülkesini sınırsız bir biçimde iliklerine kadar sömüren bir kesimle Orta Asya seferleri düşünülmek isteniyor.
Türkler Anadolu’ya gelirken Kürtlerle karşılaştılar. Ermenilerle karşılaştılar. Bizans’la karşılaştılar. Savaştılar, yendiler, yenildiler. Sonuçta Anadolu’ya yerleştiler. Bakıyoruz ki, bu bin yıllık süreç içinde “ulusallık” yaşandı. Bu süreçte, Türk tipi şekillendi; kendi halkını bile tanınmaz hale getiren bir egemen şoven Türk tipi oluştu. Biz bazı eleştiriler yaptık. Gördük, solculuk adına rahatlıkla senin her şeyine el atabiliyor. Bireyde, talancılığı daimi özellik olarak geliştirmiş. Birey, o anlamda, kendini henüz ayrıştıramamış bir ulus gerçekliği! Halk nerede, bu halkın kimliği nerede, halkın egemeni nerede ve bu egemen kimliği nerede?… bu bile doğru-dürüst ayrıştırılamamış. Bu durum, ancak ilkel aşiretlerde böyledir. Türk ulus gerçeğine aşiret desek ki, zaten diyenler var.
Bunlardan biri de Türkeş’tir. Türkeş’in deyişi biraz daha anlamlı. Onun Türk ulusu dediği ulus, ulus içinde ayrışmanın inkarıdır. M. Kemal’de de vardı. “Sınıfsız ve imtiyazsız” edebiyatı bunun açık örneğidir. Sınıfsal ayrışmayı, sosyal ayrışmayı kabul etmemekle birlikte, egemenler despotik yaklaşımları içinde tutmaya çalışıyorlar. Ve 1.000 yıldır kendi halkını böyle yaptılar. Aslında Türkmenler biraz buna baş kaldırdı. Türkmenleri Kürtlerden daha kötü bir duruma getirdiklerini biliyoruz. Bugün Toros dağlarında, Karadeniz dağlarında Türkmenler, Kürtlerden daha yoksul yaşıyorsa, bazı kesimlerin böylesine kendi egemenlerinin hışmına uğramanın ne anlama geldiğini gösteriyor. Demek ki, kendi halkını bile tanınmaz hale getirerek, gözü kara saldırganlığını sürdürmek istiyor. Anadolu’da çaldı-çırptı ve ne varsa bitirdi.
Şimdi Orta Asya kapısı gösterildi. Fakat bu yeni seferler ne getirdi? Bugün Ermenileri tam bir tehdit altına alma kararı çıkarttılar. Bakanlar kurulunca ayağını denk al, başına geleceklerden biz sorumlu değiliz, türünden bir tehdit var. Bu kez, Türk gerçeği üzerinde soykırıma denk bir baskı var. Zaten Kıbrıs üzerindeki işgal sürüp gidiyor. Ve Orta Asya rüyası canlandı, götürülmek isteniyor. Türk sınıf temelini iyi görmek gerekiyor. Dar bir sınıf temeli vardır. Dediğimiz gibi oldukça çapulcudur, işbirlikçidir. Her türlü yaratıcılıktan uzaktır. Onun iç-dış politikası kesinlikle tasvip görmüyor. Dış politikada, Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Kafkasya’da sıkışmış asırlık eski halk gelenekleri, Anadolu içinde de başkaldırabilir. Çok sınırlı bir kalıp içinde kalsa da, asırlık fikirleri bu zoraki şoven uluslaşmaya baş kaldırıyor. Ve bu daha da gelişecektir. Böylece imparatorluk artığı TC’nin egemen tarihinin yaptıklarının karşılarına dikilmesi ile karşı karşıyadır.
Hangi halklara ne yaptıysalar o halkların kalıntıları mezarlarından çok mecalsizce de olsa kalkarak hesap sorma gereğini duyuyorlar. Buna Türk halkını da eklemek lazım. Onların da yavaş yavaş kıpırdanmaları söz konusu olacaktır. At sırtında, sağa-sola saldırarak yaşatıyor, yani kültür bu, her şey böyle bir zihniyetle, talanla, işgalle hal edilmek isteniyor. Tekrar kurtuluşu Orta Asya’da arasa da bunun hayal olduğunu söylemeliyiz. Orta Asya’daki Türk halkları, bu kesimi böyle kabul edecek değiller. Onlar Ekim Devrimi temelinde kendini bulan halklardır. Olsa olsa değişik bu Türki halkların, o her zaman üstünde kalmış egemen kesimin bir bloğu gelişebilir. Ve şu çıkıyor; 1.000 yıllık bu suç ortaklığının kalıntıları, bir kez daha umutlandıkları bir dönemde, büyük bir yenilgi ile veya kökten kaybetmeyle karşı karşıyadırlar. Bu büyük tasarılarından güvenli değiller. Aslında Türki halkların bağımsızlığından o kadar rahatsız olacaklarını sanmıyoruz. Ve Türkiye Cumhuriyeti, kendini Türk aleminin önderi görmek isteyen Türkiye Cumhuriyeti, bir şaşkınlık içinde gelişmeleri giderek daha da kavrayamaz, yorumlayamaz ve gerekeni yapamaz durumda olduğunu belirtti.
Türk saldırısı daha şimdiden durdurulmuştur. Asırlık Türk saldırısı, hatta 1.000 yıllık saldırısı PKK önderliğindeki mücadeleyle durduruldu. Hatta Kürtleşme, Kürt Rönesansı bütün hızıyla devam ediyor ve bu tüm Ortadoğu’yu etkileyecek bir rönesanstır. Etkileri gün be gün artan bir biçimde derinliğine-genişliğine yansıyor. Bu somut ifadesini, Türk barbarlığına karşı ayağa kalkma, ayakta dikilme ve giderek daha pekişmiş adımlarla savaşma biçiminde kanıtlıyor. Biz, Manifesto’da “bu kurtuluş hareketi 300 yıl sürse de başlatılmıştır” dedik. Daha Manifesto’nun 15. yılına girerken görüyoruz ki, 300 yıl değil daha kısa süre içinde bu savaşı kazanma imkan dahilindedir. Çelişkileri bütün sıcaklığı ile devam etmektedir.
Balkanlarla, Kafkas halklarıyla, Gürcülerle, Ermenilerle çelişkileri devam etmektedir. Ermenilerle sıcak ilişkiye girmesine dünya çapındaki Ermeni diyasporasının karşı çıkmasıyla karşı karşıyadır. Ezip geçtiği İran alemiyle, Afganistan’dan tutalım, Tacikler ve hatta İran kültürünün ağır etkisini yaşayan Türkmenlerle karşı karşıyadır. Daha üstte Rusya ile karşı karşıyadır. Rusya’nın geleneksel Orta Asya üzerindeki etkileri vardır, onlarla karşı karşıyadır. Amerika her ne kadar “dostumsun, birlikte yürümeliyiz” diyorsa, mutlaka çok çelişkili olan bu ilişkinin olumsuz sonuçlarıyla da karşı karşıyadır. Arapların çıkarlarıyla karşı karşıyadır. İsrail yanlısı olması, özellikle ve bütünüyle Osmanlı İmparatorluk kalıntısının Araplar üzerindeki yıkıcı etkisi, hatta işgalinin sonuçlarının hesabının artık yeniden görülmesiyle karşı karşıyadır. Ve bütün bunlar bir dönemin, büyük egemen işgalci-istilacı gücünün tarihte bin yıldır “yok ettim, bitirdim” dediği çelişkilerin çok zayıfta olsa, mezardan kalkarak, güç kuvvet bularak kendisini karşıya almayı ifade ediyor.
Dediğim gibi, Anadolu kültür mozaikleri de derinden muhalefet olarak, kendilerini oluştururken, bir kültür grubu bile olmayı başaramadı. Türk insanı yeniden benliğini korumaya çalışırken, bu despotizmle karşı karşıyadır. Siyasi rejim bu kadar tarihsel intikam; ulusal düzeyden tutalım, kişilik düzeyine kadar, yeniden var oluşun sonuçlarıyla karşı karşıya olurken ne yapmalıyız? İyi bir karşı koymayı yürütmeliyiz. Şu tesadüfe bakalım: Biz bütün bu çelişkilerin merkeziyiz. Bütün bu tarihin, yeniden dirilişin, güncellikten bir savaşım odağı haline gelmesinin öncü gücüyüz, önder gücüyüz.
Biz tarihe ilgi duyduk. Tarihte, uygarlık adı altında, çağdaşlık adı altında yapılan şovenizmin ta kendisi oldu. Bunu kuşkuyla karşıladık. Bu, halka giydirilecek elbise değildi. Yırtılması gerekir; çırılçıplak da kalsalar, yırtılması gerekir. Bu inancımız, düşünce gücümüz geliştikçe şimdi büyük bir devrimin öncü gücü durumuna geldik.
Kürdistan Devrimi başarıya ulaşırsa, Kürdistan’daki çok çeşitli azınlıklar; Türk, Fars, Arap ve bir yığın başka azınlıklar da tarihe uzanmanın imkanını yakalayacaklar. Özellikle bu son 70 yılın en gerici-feodal artıklarla, çapulcu öğelerin mahvettiği ve gerçekten insanlığın beşiği olan insanlık oluşumuna karşı büyük suçluluk biçiminde mahvettiği bu halkların gerçeği yeniden doğuş şansı bulabilir. Bu en zalim rejimlerin başı olan, halkların kasabı olan, ortalığı kasıp-kavuran bu rejim aşılınca; Ortadoğu halkları daha fazla büyüme, yeniden doğuş şansını elde edeceklerdir. Eğer Ortadoğu’da böylesi bir yeniden doğuş, rönesans gelişirse; halklar, her türlü emperyalist baskılardan, her türlü gericilikten, boğulmaktan kurtulurlar.
Devrimler tarihinin temelini güncellikle yüzleştirerek görmeye büyük ihtiyaç vardır. Devrimlerin özelliği biraz da böyledir. Kürdistan Devrimi’nin de az çok karşı karşıya kaldığı tarihi temelle, onun güncel gerçekliği arasında bağlantı vardır. Çok silik ve cılız bir tarihi temeli de devralırsak, eskinin Ortaçağ tarihine doğru bir göz atabilir, çok zayıf adımlarla da olsa, güncel savaşımını zalim bir zorbaya karşı geliştirdikçe güç kazanabileceğini görebiliyoruz. Ve sizler, ölü gibi ayakta dolaşanlar, biraz canlanma imkanını bu devrimle bulabilirsiniz. Endamımıza, dillerinize bakıyorum; memnun olmak mümkün değil. Tarihine karşı kör, benliğine karşı utangaç, sefil. Geleceğine hiç bakma gereği bile duymayanlar ne diye yaşayabilirler? Yaşadığınızı sanıyorsunuz! Ben şunu her zaman söyledim: Herhalde yaptığım en doğru iş, kendimi yaşıyorum adı altında aldatmamam oldu. Ve size yaptığım en büyük iyilik, sahte yaşamınıza onay vermemek oldu.
Bir çoğunuzun, “böyle yaşanılır, bize bu layıktır!” dediği yerde karşınıza dikilmem, zorlamam size yaptığım en büyük iyiliktir. Direnirseniz, bu gerçekler temelinde yeni yaşamı kendinizde filizlendirme imkanı bulabilirsiniz.
Devrimciler her zaman yeni yaşamı filizlendirirler.
Kurumuş kökler de her zaman boy atabilir.
Ben böyle görüyorum ve gerçekçi olduğuna inanıyorum. Bu temelde yaşama çağrı yapıyorum. Kendinizde güç bulabilir ve gençliğinizi biraz iyi değerlendirirseniz; yaşama karşı saygınızı ifade etmiş olursunuz. İşte, yaşamı böyle selamlamanın bir gereği de savaşmayı bilmektir. Bunlar nasıl savaşacak? Bu beni düşündürüyor. Anladık, direniş noktasına geldiniz, teslim olmanın fermanını ve hükmünü aştınız, ihaneti artık aklınıza getirmeyecek kadar çiğnediniz. Fakat bütün bunlar başarılı bir savaş için yetmez ki! Savaşsız da bu durumlar yaşanılır. Tabii bunu da yaşamadınız; biraz anti-teslimiyetçi olmayı, bunu biraz savaşla kazanmayı yeterli buluyorsunuz maalesef! Başka halklar için bu gelişme değil; doğal ve olması gereken olgulardır. Ve bu aşamaya gelmeniz, özellikle de “şu kadar meydan muharebesi kazandık” demeniz, kendi kendinizi aldatmanız anlamına geliyor. Asıl verilmesi gereken, büyük savaşımı kazanmanızdır. İşte sizi bu zorluyor. Size hakim olan düşünce, ruh hali değişmediği sürece de hep zorlanırsınız, fakat görevlerine güçlü sarılan da mutlaka başarır.
PKK Genel Sekreterliği
19 Mayıs 1992