Aşkın sosyolojisinden damlalar; Toplumsal aşklar özgür eş yaşama -II-

0
846

KULLAR, KÖLELER, BENCİLLER, İKTİDARCILAR AŞIK OLABİLİR Mİ?

Resmi tarihte değil ama halkların sözlü tarihinde kalıcılaşan, dilden dile, yürekten yüreğe, türküden türküye günümüze akıp gelen aşk hikayeleri vardır. Unutulmaz, defalarca dinlendiğinde bile yürekleri yakan, nedeni bilinmeden bilincini alt-üst eden aşk hikayeleri, türküleri, şiirleri… Doğuda, Batıda, Ortadoğu’da, Kürdistan’da, hemen her yerde, her toplumda toplumsal hafızada yer etmiş aşk hikayeleri… Şirin ile Ferhat, Leyla ile Mecnun, Zin ile Mem, Adule u Derweşe Avde, Nurê u Salih, Binevş u Cembeli, Xece u Siyabend, Jüliet ile Romeo, Tristan ve İsolde, Lancelot ve Guinevere ve başkaca toplumlarda nice trajik aşk hikayeleri.

Hepsi de çektiği büyük acılarla, ayrılık ve özlemle, buluşamama ile, özlem, sabır, emek, cesaret ve yiğitlik, etrafında şekillenen dostluk ve ihanetle, kendilerine çizilen her türlü sınıra başkaldırı ile ortaklaşır. Yaşandığı çağlarda bir türlü kabul görmezler, fiziki olarak kavuşturulmazlar, kavuşamazlar, ya biri ya da ikisi birden ölür ama aşkları ölümsüzleşir. Bedenler ölür ama bu bedenlerin yaşadığı aşk ölümsüzleşir, yüzlerce, binlerce yıl dilden dile dolaşır durur. Nehirlerin sürekli akışı gibi bu aşklar da akar giderler toplumsal hafızanın dehlizlerinde.  

Adeta şunu anlatır bizden öncekilere ve bizlere: Aşk özgürdür, özgürleştiricidir. Aşkın sınıfı yoktur, uygarlık karşıtıdır, sınıf karşıtıdır. Özünde her zaman birleştirici yanıyla toplumsaldır, sosyaldir, bu anlamda da sosyolojiktir. Ağırlıklı olarak iki kişide ya da kadın ve erkekte somutlaşması semboliktir, aşk özünde toplumsaldır, doğasaldır, evrenseldir. Aşk her yerdedir, her zaman ve mekan içinde vardır, ancak onu hissedecek bir yürek, görecek göz, duyacak kulak gerektir. Sınıflı uygarlığın parçaladığı, böldüğü, hissizleştirdiği yürekler bunu hissedemez, anlayamaz, buna dokunamazlar. Aşıkları ayıran, aşka ihanet eden bu sınıflaştırıcı uygarlıktır. Bu nedenle de aşk özgürlüktür, uygarlığın parçalayıcı sınırlarını aşmaktır, bedende başlayıp ruha akan ve ruh kaynaşmasında hep tamamlanmak isteyen bir duygu sentezidir. Ruhta tamamlanmak için ölümü de göze alır ve aşk özgürlük ruhuyla hafızalara kazınır. Aşk bedeni aştığında ölümsüzleşir ve özgürleşir.  

Çağımızda da aşk, hep aranandır, eksikliği hissedilendir. İyi-kötü, yaşlı-genç, kadın-erkek, üçüncü cins, sosyalist, kapitalist, işçi, köylü, patron, Türk, Kürt, Alman, Arjantinli, Güney Afrikalı, Çinli, Hristiyan, Müslüman vd. herkesin aradığı, peşinden koştuğu bir duygu sentezi ve zirveleşmesidir. Sınıf, yaş, farklılık tanımadan herkesin dokunmak istediği bir sentez. İçsel olarak böyle olmakla birlikte, oluşturulan sınıflarla aranan ama bulunamayan, dokunmak istenilen ancak dokunulamayan, hissedilmek istenen ancak hissedilemeyen ve aşka ihanet içinde olunan bir yaşam, kadın ve erkek, toplum gerçekliği.

Aşka ihanet edilen yaşam nasıl bir yaşamdır? Çağımızın modern kapitalizminin yarattığı kördüğümleri yerelden ve evrenselden çözmek istiyorsak, özellikle de kadın hareketleri olarak aşklı yaşamı ve aşka ihanet eden yaşamı doğru tanımlamalı ve ayrıştırmalıyız. Bu çürümüş ve her yerinden kokuşmuş, tükenmiş kapitalist sistemi en çok ayakta tutan, nefes veren, aşka ihanet etmiş gerçekliğin toplumsal yaşamdaki meşrulaşmasıdır. Yani toplumun iki esas öznesi olan kadın ve erkeğin, sözde aşk adına, özelleşmiş iki’liğe ve özellikle de cinsellikte sıkıştırılmış iki’liğe hapsedilmesi, yaşama, topluma, aşka ve evrene en büyük ihanet olmaktadır. Kadının ve erkeğin birbirine tapulanması, birbirinin malı-mülkü haline gelmesi, “benimsin” denilerek sahiplenilmesi, toplumsal yaşamı yaşanmaz hale getirir iken, kapitalist sistemin de uzun ya da kısa süreli ‘aşk’ ilişkilerinde ömrünü uzatmasına yol açmaktadır. Bizim bildiğimiz ve hissettiğimizden daha fazla egemen sistem buradan beslenmektedir. Bugün kapital-sermaye, ulus-devletler ve endüstriyal sistemin esas pazar alanı, kadın ve erkek ilişki alanı, ‘aşk’ alanıdır. Bu alanda artık alınıp satılmayan neredeyse hiçbir şey kalmamıştır. Yine bu alan tam bir cinayet, katliam, tecavüz, taciz, istismar alanı haline getirilmiştir. Günlük yaşamın artık doğal bir durumu haline gelen, “Ya benimsin ya kara toprağın” söylemiyle egemen erkek cinayetlerine maruz kalan kadın cinayetleri, toplumsallığından koparılmış ve güdülere sıkıştırılmış erkekliğin tecavüzleri, dayakları, işkenceleri, sataşmaları, laf atmaları, kadınları yerlerde süründürmeleri, aşağılamaları… Tüm bunlar dikkat edilirse NORMALLEŞMİŞ! Ama vicdani, ilkesi olan toplumlar, bireyler böyle bir durumu kabul edebilir mi? Gözünün önünde bir insana işkence yapılıyor iken, buna ses çıkarmamak, olaya tanık iken müdahil olmamak ve bir izleyici olarak izlemek ya da kameraya çekmek, nasıl da korkunç bir durumdur! İşte burada toplum bunu kabullendiğinde, buna ses çıkarmamaya başladığında, yaşama bir ihanet vardır, kadına ihanet vardır, aşka ihanet vardır.

Kadın iradesi yoksa aşk da yoktur, yaşam da yoktur. Var gibi gözüken yaşam aslında bir insan ve toplum yaşamı değildir ya da insana-topluma layık bir yaşam değildir. Bu bambaşka bir şeydir. Hayvanca bir yaşam demek de doğru olmuyor, çünkü gerçekten hayvanların bu konuda gayet ilkeli bir duruşları vardır. Şimdi burada neyi görüyoruz? Yaşamın bitirilişini görüyoruz. Nerede yaşam yok ediliyor? Erkek egemenliğinin aşk adına kadını aşağılamasında, sahiplenmesinde, kendini tanrı ya da devlet yerine koyarak yaşam hakkı da dahil olmak üzere her hakkı kendi tekelinde görmesinde yok ediliyor. O zaman burada toplum, toplumsal ruh kalır mı? Bir insan kendini toplumuna karşı sorumlu görmüyor ise, o insan insan olabilir mi? Vicdanlı, ahlaklı, duygulu bir insan olabilir mi? Toplumun yarısı olan kadınlar böyle bir iradesizleşme bombardımanı altında iken hangi insani, toplumsal duygu gelişebilir? Aşk nasıl gelişebilir? Sevgi nasıl doğar? Bırakalım aşkı, sevgiyi, birbirinin gözüne nasıl bakar? Nasıl yan yana yürüyebilir? Nasıl birbirine dokunabilir?

Aşk temiz, vicdanlı, ilkeli bir yürek ister. Temiz, eşitçe ve özgürce bakabilen göz ister. Aşkın bir toplumsal iklimi vardır. Her yaşam ikliminde, her biraradalık ikliminde aşk yaşanmaz. Aşk çok onurlu ve seçicidir. Her ilgi, her sevgi, her elektriklenme aşk değildir. Bunlar düşük yoğunluklu bazı duygulanma çeşitleridir, ancak asla aşk değildir. Gerçek aşklar özgür toplumsallık ikliminde yeşerebilir. Toplumun temiz ise, eşitlik, demokrasi, özgürlük var ise, aşk da özgürce büyüyüp gelişir. O zaman çağımızda aşk yaşanmaz mı? Çağımız açısından aşk nasıl bir anlam kazanır? Daha doğrusu Aşk nasıl bir sorumluluk ve görev yükler? Bunları tartışmak önem kazanmaktadır. Aşka aşık olmak, aşkın öznesi kadını ve erkeği, onu yaratan toplumuyla birlikte yeniden tanımlamak, özgürleştirme, eşitleştirme mücadelesi vermek, kirletilmiş tüm düşünce, duygu ve güdüsel faaliyetleri arındırmak, her çeşitten bireyler ve topluluklar arası doğru ilişki tarzını geliştirmek, aşk iklimini oluşturur. Yani bize düşen aşkla, coşkuyla, heyecanla aşk iklimini yaratmanın mücadelesini vermek oluyor.

İşte burada da görüyoruz ki aşk asla bireylerle sınırlı değil, toplumsal ve tarihsel evrensel bir karaktere sahiptir. Toplumundan kopuk değil tam tersine toplumuna bağlı, toplumu ile karşılıklı bağımlılık ve dayanışma duygusu içinde, eşit ve özgür bir sevgi temelinde bireyler aşklı özgür eş yaşamın kapısını aralayıp içine girebilirler. Diğer türlüsü çokça tanık olduğumuz gibi bireyi, cinsleri ve toplumu bitirme pratiğidir. Ve kapitalist modernite de tamamen buna kendini dayandırmaktadır. Bu dayanağı elinden alıp toplumu, cinsleri özgürleştirme ve gerçek Aşkı geliştirme mücadelesine odaklanıldı mı, bu sistemin ayakta kalma gücü kesinlikle kalmayacaktır. Aşkın sihirli flütünü çalar gibi yaparak toplumları, kadınları, erkekleri kandırarak kendi peşinden sürükleyen sistemi, en çok da bu halkadan deşifre etmeli, yalanlarını, maskelerini bir bir indirmeliyiz, kara sevda ve güdüselliğin kör ettiği gözleri, sağır ettiği kulakları açmalıyız. Aşkla, bilgelikle, coşkuyla, heyecanla, sabırla, cesaretle, kararlılık ve ısrarla açmalıyız. Bu da aşk değilmi?

İnsan sadece cinsler arası yahut da toplumsal ilişki gerçekliği ile sınırlı bir varlık değildir. İnsanı insan yapan bir de birinci doğadır, evrendir. İşte insan yüreğinin bir de doğayı hissetmesi, yüzünü evrene doğru dönmesi gerektir. Ağacı hissetmeyen yürekten, bir serçenin ürkek hareketlerini göremeyen gözden, bir karıncanın yaşam emeğini anlamayan bir kafadan, karanlığın hele de aydınlığa doğru yol alırkenki zamanın kokusunu içine çekmeyen bir bedenden, ağaçtan yıldızlara, karıncadan galaksilere, bir kır çiçeğinden kara deliklere uzanamayan, sıçrayamayan bir beyin nöron sisteminden aşk gelişemez. Aşkın bir toplumsal iklimi olduğu gibi, doğasal ve evrensel iklimi de vardır. Kadın ya da erkek bireyin yüreğinde, tüm bunlarda kendini tanıma ve bilme cesareti olmalı ki, aşkın o yüceleştirici merdiveninden görkemle çıkabilsin. Yüreğindeki evreni keşfedebilme cesareti, evrende kendi yüreğini arama deliliği olmalı ki aşkla yanıp tutuşsun. Biz bilelim bilmeyelim, biz ispat edelim etmeyelim, bu evrende bir aşk hali var. İnsan odur ki evrenin bu aşk halini kendi halince bilmeye, anlamaya cüret eder. Anladıkça özgürleşir, özgürleştikçe aşklaşır, hakikatleşir. Evrenin aşk haline karışır, bütünleşir, evrensel aşkta BİR olur.

Kullar, köleler, benciller, gözünü iktidar bürümüş maddeciler aşkı asla anlayamazlar ve asla yaşayamazlar. Kulun, kölenin, bencilin, iktidarın, ne ikili, ne doğasal ne de evrensel aşkı yaşama gücü vardır. Sevme, aşık olma kapasitesi yoktur, bu özelliklerini değiştirmedikçe de aşık olamayacaklardır. Aşkın sosyolojik ve evrensel değerlerini kendinde ve çevresinde oluşturamayanlar, bırakalım aşık olmayı AŞK’ın yanından bile geçemezler. Bunun ilkeleri, ölçüleri vardır.   

Devam edecek: AŞKIN SOSYOLOJİK DEĞERLERİ, İLKELERİ NELER OLABİLİR? 

Çiğdem DOĞU

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz