Dünya “Kafka’nın kadını” olarak bildi onu ancak bunda ne onun ne de Kafka’nın suçu yok, romantik sosa bürünmüş kadın hikayelerine tutkun olan yaygın tarih aldatmacası böyle diyor… Oysa piyano dokunuşlarından durmaksızın yazmaya uzanan eller Milena’nınkiler. O hem bir gazeteci hem çevirmen hem de direnişçi. Babasına karşı başkaldırısı faşizme karşı direnişe dönüşen ve toplama kampında son bulan bir hayatın başrolü Milena Jesenská.
“Milena Jesenská kimdir?” dendiğinde dünyanın pek çok yerinde insanların aklına “Franz Kafka’nın sevgilisi” yanıtı gelir muhtemelen.
Ataerkinin elindeki tarih ve medyanın aksine Milena, Kafka’yı gözü yaşlı bekleyen bir kadından çok daha fazlası. Resmi tarihin silik harflerle yazmayı ‘tercih’ ettiği kadınlardan biri.
Milena, 10 Ağustos 1896 yılında Prag’da diş hekimi ve üniversite hocası olan Jan Jesenky ile Milena Hejzlarova’nın kızı olarak dünyaya geldi.
Annesini 16 yaşında kaybeden Milena’nın babasıyla ise problemli bir ilişkisi vardı. Annesini kaybetmesinin ardından içinde dolaşan asilik babasının sevgisizliği ile birleşerek Milena’nın karakterinin şekillenmesinde oldukça etkili oldu.
Milena’nın babasına karşı verdiği mücadele aslında kendisine çizilmeye çalışılan tüm sınırlara karşıydı; hem otoriteye hem de belli bir zümreye, bir nevi burjuva ahlakına.
Minerva Enstitüsü’ndeki eğitimini tamamlayan Milena, ardından babasının isteği olan –buna baskısı da diyebiliriz- tıp eğitimini almaya başladı. Bir süre sonra ise bu işe uygun olmadığını fark ederek okulu bıraktı.
Edebiyata ilgi duyan Milena aynı zamanda iyi derecede piyano çalıyordu…
Akıl hastanesi yılları ve Viyana başlangıcı
20 yaşına geldiğinde edebiyat eleştirmeni Ernst Pollak’a aşık olan Milena, babasının tepkisiyle karşılaştı. Babası Yahudi olan Pollak ile ilişkisini onaylamadı ve Milena 1917-19 Mart 1918 arasında dokuz ay boyunca Veleslavin’deki akıl hastalıkları hastanesine tabir-i caizse kilitlendi.
Hastaneden çıktıktan sonra babası ile ilişkisini tümden kesen Milena, Ernt ile evlenip Viyana’ya taşındı ve burada gazeteciliğe başladı. Milena, 1919’da Tribuna gazetesi için yazılar yazmaya başladı.
Milena, Ernst ile evli olduğu dönemde onun çevresindeki edebiyatçılarla da tanışıp, arkadaşlık kurdu. Bunların arasında Franz Kafka, Franz Werfel, Max Brod, Rudolf Fuchs ve Egon Erwin Kisch gibi isimler vardı.
Bir yandan çeviri yapan Milena, bu dönemde Kafka’nın öyküleri ile tanıştı. Onun dilinden çok etkilendi. Kafka’ya bir yazı göndererek öykülerini Çekçe’ye çevirmek istediğini söyledi. Bu yazı ile birlikte ikili arasında 1923’e kadar sürecek olan mektuplaşma başladı.
Milena’nın Kafka’sı
Evliliği giderek kötü bir hal alan, maddi manevi tüm yükü tek başına göğüslemek zorunda kalan Milena’nın Kafka ile dostluğu çok geçmeden aşka dönüştü. Geleceği olmayan bu aşk çoğunlukla posta yoluyla süregeldi. Onları birbirine bağlayan biraz da hayatta maruz kaldıkları haksızlıklar ve hayatlarının her döneminde kabus gibi beliriveren sevgisizlikti.
İkisi de özellikle babaları tarafından baskıya maruz kalmıştı. Aradalarındaki fark ise bu baskı karşısında takındıkları tutumdu: Kafka özenli ve dikkatli hareket ederken, Milena asi ve fütursuzdu.
Milena ve Kafka, ilişkileri süresince yalnızca 3 kez yüz yüze görüştü. Bu görüşmelerden ikisi Viyana’da diğeri ise Gmünd’de gerçekleşti. Onların arasında kopmayan ancak hayatlarındaki insanlardan ayrılıp birlikte bir hayat sürmeye de çalışmayan bir ilişki vardı. Ortada bir gerçek vardı ki Milena, Kafka’ya eşine aşık olduğu kadar aşık olmamıştı. Milena ve Kafka’nın ilişkisi 1923 yılında sonlandı.
Kafka verem hastalığının giderek ağırlaşması üzerine 3 Haziran 1924’te Avusturya’da hayatını kaybetti. Ölmeden önce Kafka’yı tedavi gördüğü sanatoryumda ziyaret eden Milena, onun dünyadan ayrılmasının ardından şunları yazdı:
“Yıllardır verem hastasıydı ve bir yandan hastalığı iyileştirmeye çalışsa da, diğer yandan bilinçli olarak onu besliyor ve kafasında geliştiriyordu. ‘Ruh ve kalp, yükü taşıyamaz hale gelince, akciğer yarısını alır ki yükün dağılımı en azından biraz eşit olsun’ diye yazmıştı bana bir keresinde bir mektupta ve hastalığı da böyleydi. Ona neredeyse inanılmaz bir kırılganlık ve neredeyse korkunç denilebilecek kadar tavizsiz bir entelektüel incelik veriyordu; ama o, o insan, bütün entelektüel yaşam korkusunu hastalığının omuzlarına yüklemişti. Çekingen, korkak, yumuşak ve iyi kalpliydi; ama yazdığı kitaplar zalim ve acılıdır. Onun gözünde dünya, savunmasız insanları parçalayıp yok eden görünmez iblislerle doluydu. Yaşayabilmek için fazla öngörülü, fazla bilge, savaşabilmek için fazla güçsüzdü… Dünyayı alışılmadık ve derin bir biçimde tanıyordu, kendisi de alışılmadık ve derin bir dünyaydı.”
Öte yandan Milena’nın evliliği iyiden iyiye çıkmaza giriyordu. Ernst’ın umursamaz davranış ve sadakatsizliklerini daha fazla göz ardı etmeyen Milena, Kafka’nın ölümünün ardından 1925 yılında boşandı.
‘Evlilik, yanında seni kabul edecek birinin olması ihtiyacından başka bir şey değil’
Yaşadığı dönemin kurallarını hem bir kadın hem de faşizme karşı savaşan bir kadın olarak çiğneyen Milena, evliliğe ilişkin düşüncelerini Tribuna gazetesinde yayımlanmış 1930 tarihli, ‘Yuvadaki Şeytan’ adlı makalesinde anlatıyordu.
Yazıda evliliklerin neden mutsuz olduğunun sorgulandığına değinen Milena, bunun normal olduğunu çünkü evliliğin mutluluk getirecek bir ilişki biçimi olmadığını savunur.
Milena’nın yazısından bir bölüm şöyle:
“Genelde, kişiliklerinin derinliklerine kadar inseler de, evliliğin esasının, karşılarındakinin, kendini olduğu gibi görme hakkına kadar varan kişiliğine katlanma olduğunu görmezler. Zira hesabın sonunda, daima karşısındakinden beklenen bir kendinin olma durumunun kabulü mevcuttur. Burada, “buna rağmen”ler söz konusudur. Ve, bizleri mutsuz edenler de hep o “buna rağmenler”dir. Beni, insanların cinsel, ekonomik, sosyal ya da erotik gereksinimlerini karşılayabilmeleri için beraber yaşadıklarına inandıramazsınız!
“İnsanların beraber yaşamalarının tek nedeni, yanlarında birisinin bulunması ihtiyacından başka bir şey değildir; dünyanın bu boşluk ve yalnızlığında, kendilerinin tüm zaaf ve hatalarına rağmen kendilerinin var olmalarını kabul ve tasdik edecek birisinin bulunmasından başka bir şey değildir; cürümden, öç almaktan, kötü düşünceden, adaletten, vicdan azabından kaçabilmeleri için yanlarında bir diğer kişiyi bulundurmak ihtiyacından başka bir şey değildir.”
Nazilere karşı direniş
Milena ayrılığın ardından önce Dresden’e ve sonra tekrar Prag’a taşındı. Milena 30 Nisan 1927’de mimar Jaromír Krejcar ile evlendi ve 1928’de kızı Jana doğdu. Bu evlilik 1934 yılında sonlandı.
Dönemin en önemli gazetecilerinden biri haline gelen ve sosyalist fikirlerini dile getirmekten sakınmayan Milena, çok sayıda makale kaleme aldı.
Milena fikirlerini kaleme aldığı yazıların yanı sıra yükselişe geçen Nazi faşizmine karşı yaşamın her alanında direniş sergiledi. Çok sayıda Yahudi’nin kaçmasına yardım etti. Kaleme aldığı makalelerinde Nazizmin yükselişine ve Çekoslovakya’ya olan etkilerine eleştirel bir gözle bakıyordu.
1939 yılının Mart ayında, Naziler Çekoslovakya’ya geçti. Bunlara şahitlik eden Milena, gözlemlerini şöyle anlatıyordu:
“İşçiler her zamanki gibi işlerine gidiyorlardı. Tramvaylar her zamanki gibi paketlenmişti. Sadece insanlar farklıydı. Orada sessizce durdular. Bu kadar çok insanın çok sessiz olduğunu hiç duymadım. Kalabalık oluşmadı. Ofislerde kimse masasından bakmadı. … Saat 9: 35’te Hitler’in ordusunun öncüsü şehir merkezine ulaştı, Alman ordusu kamyonları Eski Prag’ın ana caddesi Narodni Trida’yı yendi. Her zamanki gibi kaldırımlar insanlarla doluydu, ama kimse görünmüyordu. … Binlerce insanın aniden aynı şekilde davrandığını, birbirleriyle tam olarak bilinmeyen çok sayıda kalplerin aynı ritmi yendiğini açıklayamıyorum. … Alman ordusu sadece Prag’ın Alman nüfusu tarafından karşılandı.”
Yahudi, komünist gazeteci Eugen Klinger, Milena’nın evinde saklanan ve onun yardımlarıyla kurtulan pek çok mülteciden biriydi. Londra’ya giden Eugen yıllar sonra o günleri anlatırken Milena’yı da kaçmaya ikna etmeye çalıştığını söyledi.
Ancak Milena bir anti-faşist olarak karşı karşıya kaldığı tehlikenin Yahudi dostlarının karşılaştığı tehlikeden daha az olduğuna ve bu nedenle, kurtarma faaliyetlerine olabildiğince uzun bir süre devam etmesi gerektiğine inanıyordu. Bu sebeple kaçmayı hep reddetti.
Gazeteciliğe ilk adım attığında Milena’nın kaleme aldığı makaleler; gıda, mobilya, moda, çocuk ve evlilik gibi gündelik hayat konularını içeriyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra karşılaştıkları maddi zorluklar ve daha da önemlisi bu sıkıntının psikolojik etkileri hakkında da yazdı Milena.
İkinci dönem makaleleri diyebileceğimiz yazılarında ise Nazi’nin Almanya ve Avusturya’da iktidara gelmesi, Çekoslovakya’nın Naziler tarafından ele geçirilmesinin ardından Orta Avrupa’da Yahudilere karşı artan zulüm gibi konuları işledi.
Milena bu dönemde yeraltı direniş faaliyetlerinde de bulundu. Hatta V boj isimli bir yeraltı yayını çıkardı arkadaşları ile beraber.
Çıkardıkları gazete ile mücadelesini sürdüren Milena 1939’da Gestapo tarafından tutuklandı ve önce Pankrak’ta, daha sonra da Dresden’de hapsedildi. Ardındansa Ravensbrück’teki toplama kampına götürüldü.
Toplama kampı günleri başlar
Milena kamptaki ayda 16 satırlık mektup yazma hakkını hep kızından haber almaya çalışarak harcadı.
Toplama kampındaki korkunç koşullarda böbrekleri git gide hasta olan Milena, böbrek yetmezliğinden 17 Mayıs 1944’te yaşamını yitirdi.
Milena ile 1940’da Ravensbrück kadınlar toplama kampında tanışıp arkadaş olan yazar Margarete Buber-Neuman, yıllar sonra orada yaşadıklarını kaleme aldı.
‘Onuru kırılmamış, özgür bir insan’
Yaşadıkları o acılı günleri birbirlerine dayanarak geçirdiklerini belirten Margarete, Milena’yı şu sözlerle anlatıyordu:
“Hapishanenin soluklaştırdığı, acı çektiği belli, o narin yüzün arkasındaki ışık, bakışlarındaki güç ve hareketlerindeki canlılık beni ilk bakışta etkilemişti. Korkunç kurallar ve baskılarla kuşatıldıkları bu cenderede onuru kırılmamış, özgür bir insandı Milena. Gazeteci Milena, röportajcı kimliğine bürünerek beni dinler; ama kendi ıstıraplarından zerre söz etmezdi. Maskelerden uzak olmak, konuştuğu kişiyle kendini tamamen özdeşleştirmek Milena’ya has bir özellikti çünkü. Karşısındakinin acısını derinden hisseden bu kadın, teselli etmek konusunda çok içtendi.”
Margarete, Milena’nın ölümünden önce kendisine “En azından beni unutmayacağınızı biliyorum. Senin aracılığınla yaşayacağım ”dediğini aktardı.
Hala yaşayan ‘korkusuz bir kalp’
Milena’nın ardından tarihçi Marie Jirásková, Milena için ‘Korkusuz bir kalpti’ ifadesini kullandı.
Kızı Jana Cerna, annesi Milena’nın hayat öyküsünü kaleme aldı.
Milena’nın Kafka’ya yazdığı mektuplar ise Milena’nın isteği üzerine yok edildi bu nedenle bugüne kalanlar yalnız Kafka’nın ona yazdıkları.
Yıllar yıllar sonra bugünse Milena adına verilen gazetecilik bursu ile kadın gazeteci adaylarının arkadaşı olmayı sürdürüyor. Bir de ve en önemlisi hissettiği ve inandığı gibi yaşamanın zorluğunu da kıymetini de bilenlerin gözlerindeki ışıkta var hala.
O haklıydı, hala yaşıyor.