“Böyle bir düşmandan barış için bir adım atmasını beklemek onun bu gerçeğini anlamamak anlamına gelir”
Soykırımcı TC Devleti’nin tek gündemi var, o da savaş. Tabii burada kastedilen savaş karşıtlığı ve onun neden olduğu sorunların tartışılması ya da bunlara bir çözüm arayışı içerisinde olduğu değildir. Asıl anlatılmak istenen TC Devleti’nin savaşsız var olamayacağı, savaş durduğunda fişi çekilen bir elektrikli cihaz gibi durup kalacağıdır.
TC Devleti’nin sahibi haline gelmiş olan Erdoğan-Bahçeli faşist diktatörlüğünün izlediği politikalar dikkatli bir şekilde ele alındığında da bu gerçeklik çok net bir şekilde anlaşılmış olacaktır.
Mevcut durumda TC Devleti; Kürdistan, Irak, Suriye, Libya, Azerbaycan sınırında Ermenistan topraklarına karşı yürütülen savaşlar olmak üzere beş ayrı ülkede savaş yürütmektedir. Buna Türkiye halkı ve doğasına karşı yürüttüğü savaşı da ekleyince bu sayı altıya çıkmış olmaktadır. Tabii bunlara TC Devleti’nin savaşa hazırlandığı Doğu Akdeniz gibi aday bölge ve Yunanistan, İran vb. devletlerinde dahil olma olasılığı da bulunuyor.
Soykırımcı TC Devleti’nin savaşa olan bu tutkusu/aşkı bugünüyle sınırlı değildir. Kuruluşundan itibaren böyledir. Daha Devlet olarak kuruluşunu ilan etmeden Koçgiri’de Alevi-Kürtlere soykırım saldırısını başlatmıştır. Kürdistan’da Asuri-Süryani toplumunu katletmiştir. Kendi içerisinde örgütlülüğünü koruyan Çerkezleri tasfiye etmek için katliama yönelmiştir. Komünistlere saldırmıştır. Anadolu’da, Karadeniz’de yaşayan Grekleri/Rumları katliama tabi tutarak göçe zorlamıştır.
Devletlerini resmi olarak ilan ettikten sonra da Kürtlere yönelik sistemli bir inkar ve imha politikasını uygulamaya koymuş; Genç-Palu Hani’de, Ağrı’da, Zilan’da, Dersim’de soykırımlar gerçekleştirmiştir. Dindar Müslümanları hedefine alarak zulüm yapmış ve Anadolu topraklarını terke zorlamıştır. Devlet sınırları içerisinde yürüttüğü saldırı, katliam ve soykırım saldırıları ardından, her ne kadar ikinci dünya savaşına resmen katılmış olmasa da, fiilen faşist Hitler rejimini desteklemiştir. İkinci Dünya Savaşının hemen ardında 1950’de Kore’de ABD’nin saflarında savaşa katılmıştır. Kıbrıs’ta işgal saldırılarında bulunarak yarıya yakın bir kısmını işgal etmiştir. Daha sonraki yıllarda askeri darbelerle devlet sınırları içerisinde bulunan halklara ezilen ve sömürülen sınıflara, devrimci ve demokratik güçlere karşı özel-kirli savaş yürütmüştür. 12 Eylül 1980 darbesinden sonrada Kürdistan ve Türkiye toplumlarına karşı tam bir özel-kirli savaş yürütmekle kalmamış uluslararası alanda da; Bosna, Somali, Afganistan’da askeri güç bulundurarak savaşın bir tarafı haline gelmiştir. Kürdistan’da 40 yıldır sömürgeci, soykırımcı egemenliğini topyekun bir saldırıya dönüştürdüğü özel-kirli savaş olarak sürdürmeye devam ettirmektedir.
Bu yönüyle TC Devleti katliam ve soykırımlar üzerinde kendini var eden bir karaktere sahiptir. Savaşsız yaşayamaz. TC Devleti’nin savaşa olan tutkusu, klan, kabile (Türk/Türkmen tarihinde geçen toplumsal örgütlenme biçimleri olarak oba, oymak, boy, budun vb.) dönemlerindeki askeri örgütlülükleri ile de ilgili değildir. O günkü koşullarda askeri örgütlülükleri ile ancak göçebe yaşamlarını sürdürebiliyorlardı. Ama şimdiki askeri örgütlülüğü varlığını korumak için değil, halkları katletmek ve onların kanını içerek kendilerini ayakta tutmaya çalışmak içindir. O nedenle mutlaka birileriyle, karşılarında birilerini bulmayınca da birbirleriyle savaşmayı kendi kendileri için bir zorunluluk olarak görmektedir.
Ayrıca Anadolu toplumlarının üzerine bir sülük gibi yapışarak ondan beslenmektedir. Her ne kadar “Türklük” ve Müslümanlık adına hareket ettiğini söylese de TC adıyla kurulmuş olan bu devletin, Türkiye toplumu ile de bir alakası yoktur. Erdoğan ve Bahçeli’nin kendilerinin de ne Türklükle ne de Türkmenlikle alakası vardır. Türkiye toplumunu bu kadar iliklerine kadar sömürmelerinin, Anadolu’nun yoksul insanlarını savaşlara sürülerek ölüme göndermesinin, Anadolu coğrafyasını talan etmesinin, doğasını katletmesinin havasından, suyuna, ormanına vb. neyi varsa satışa çıkarmasının, adeta bir cennet olan bu toprakları çöplük, yıkım ve beton yığını haline getirerek yaşanmaz kılmasının nedenini de bu gerçeklik oluşturmaktadır.
Küresel sermaye güçleri ve emperyalist devletlerde soykırımcı TC Devleti’nin bu temel karakterini bildikleri için, onu sonuna kadar kullanmaktan, kendi adına farklı ülkelerde ve coğrafyalarda savaşa sürmekten geri kalmamaktadır. Yoksa TC Devleti’nin kendi başına ne Kürdistan ve Türkiye toplumlarına, ne de Irak, Suriye, Libya’da savaşacak ve Ermenistan’a karşı savaşmak için Azerbaycan’a askeri güç gönderecek bir gücü yoktur. Kendi devlet sınırları dahil, diğer ülkelerin topraklarında tamamen de küresel sermaye güçleri ve emperyalistler adına savaşmaktadır. O kadar kendini güçlü göstermelerinin, yalancı pehlivan gibi ortalıkta dolaşmasını sağlayan bu şekilde ona verilen rolün gereği olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. ABD’nin, İngiltere’nin, Rusya’nın, Almanya’nın bir gün desteğini almazsa, ikinci gün Erdoğan ve Bahçelinin değil iktidar koltuğunda oturmak, Anadolu coğrafyasında kalması mümkün değildir. İpi, fişi bir başkasının elinde olan devlet gerçekliği ile karşı karşıya bulunulmakta ve ona karşı mücadele edilmektedir. 1 Eylül Dünya Barış gününe de böyle bir düşman gerçeğine karşı savaş içerisinde girilmektedir.
1 Eylül’ün, Dünya Barış günü olarak ilanı ikinci dünya savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler kararı ile gerçekleşmiştir. Fakat Birleşmiş Milletler böyle bir kararı almadan, Avrupa ve dünya ölçeğinde çok güçlü faşizm karşıtı, barıştan yana tutum belirleyen bir toplum ve kamuoyu gerçeği vardır. Toplum barışı savunmanın faşizme karşı mücadele olduğu bilinciyle hareket etmektedir. Yoksa faşizmle barış içerisinde onunla uzlaşı içerisinde olmayı ne savunmuşlar ne de kabul etmişlerdir. Bu anlamda barışın savunulması ile faşizme karşı mücadele birbirlerinin tamamlayıcısıdır.
Zaten faşizmin kendisi toplum ve barış düşmanlığıdır. Onun barış denildiğinde anladığı/kabul ettiği; yaptığı sömürü, işkence, katliam vb. her türlü insanlık suçlarını işlemesi karşısında hiç kimsenin ses çıkarmaması ve bunları yaparken de bizzat yaşayanlar tarafından alkışlamasını istemesidir. Eğer bu olursa barış vardır. Eğer bu yoksa savaş yaşanır. Kürdistan’da olduğu gibi kadınlara tecavüz etmesi, dağları, ormanları yakması, insanları aç-susuz bırakması, mezarlıkları yıkması, insanların köylerinden/yurtlarından sürülmesi, katledilmesi, işkence altına ve zindanlara alınması vb. karşısında hiç kimsenin sesini çıkarmaması ve Soykırımcı TC Devleti’ne “iyi ki varsın” diyerek bir de teşekkür etmesini beklemesidir.
1 Eylül Dünya Barış gününe doğru giderken, böyle bir düşmandan barış için bir adım atmasını beklemek onun bu gerçeğini anlamamak anlamına gelir. Çünkü onun barıştan anladığı ile dünya insanlığının barışa yüklediği anlam birbirleri ile bir tezatlık oluşturuyor. Ona barış denildiği zaman o kendine herkesin teslim olmasını anlıyor. O nedenle de ona “barış” diyeni zayıf ve güçsüz olarak görüyor, zulmünün sonuç verdiğini, yıldırdığını, boyun eğmeye başlanıldığını düşünüyor. Böyle düşündüğü içindir ki “barış” diyeni “yola gelmeye başladı” diyerek zulmünü daha da arttırarak teslim almak için elinden ne gelirse onu yapıyor.
Dünya insanlığını faşizmi yenilgiye uğratarak, bir daha insanların böyle bir bela yaşamaması için “barış” demişler ve 1 Eylül’ü de bunu gerçek kılmak için “Dünya Barış Günü” olarak kabul etmişlerdi. Şimdi de hala barışa dair bu devrimci, hümanist yaklaşım doğruluğunu ve geçerliliğini koruyor. Soykırımcı TC Devleti’ne ve onun resmi, siyasal temsilcisi ve savunucusu olan Erdoğan-Bahçeli faşist diktatörlüğüne karşı, Barış’ı savunmanın tek yolu da bu doğru yaklaşımı savunmaktan ve pratikleştirmekten geçiyor.
Cemal Şerik/Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi