Coronavirüs salgını mı biyolojik savaş mı?
Günümüzde kapitalist modernite, insanlığın temel değerlerine yönelik geliştirdiği saldırı ve düşünsel sapmalarla toplumsal kırılmaları gerçekleştirmektedir. Merkezi uygarlıklar bir zihniyet sapması olarak, toplumlara baskı aracı olarak geliştirilir. Ekonomik alanda çıkarlar temelinde anlaşılmaz hileler ve gaspçı yöntemlerle halkların emeği kendilerine karşı kullanılmıştır. Bilim alanı, doğayı insanı yokedici silahların üretildiği, savaş rantlarının meşrulaştırıldığı alana dönüştürülmüştür. Bunlar şimdiye kadar bilinen, eleştirilen ve demokratik kesimlerce en fazla mücadele alanları olarak görülen olgulardır. Fakat, dünyadaki tüm insanları aynı gün ve saatte evlere kapatan, her tür toplumsal bağı yasaklayan ve insanlığa ölümün eşiğini gösteren, küresel bir salgın gibi yakıcı bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Alternatif yaşam ve sistem arayışı ve mücadelesi içinde olan güçler olarak bu tür durumlara yeterince hazırlıklı olmadığımız ortaya çıkmıştır. Devletli sistem çözümünü aşan, alternatif hareket ve mücadele tarzını açığa çıkarma yönümüz eksik kalmıştır.
COVID-19 olarak ifade edilen hastalığın adı, 2020’nin en çok konuşulan, duyulan kavramı oldu. Başta Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve hegemonik devletler, çıkarları gereği hastalığa neden olan virüs hakkında somut bilgi vermedi. Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi -küresel salgın- olarak tanımlanan, soğuk algınlığının nefessiz bırakan, öldürücü bir türü olarak yayılan bu hastalığa çözüm bulunamaması şüphe yaratmıştır. Virüsün Avrupa ülkelerinin ‘devlet bütçelerini zorlayan kesim’ olarak tanımladığı yaşlıları -65 yaş üzeri- nefessiz bırakarak öldürmesi ayrı bir soru işaretidir.
Küresel tekel olma savaşında yakın rakip olan ABD ile Çin arasında gidip gelen taciz atışları, daha ilk günlerde Trump’ın virüsün ‘insan eliyle üretilmediği’ açıklamasını yapma gereği duyması, soru işaretlerini çoğaltmıştır. Salgın krizinin, ekonomik krizle cebelleşen Avrupa ülkelerini, yoksul kesimleri vurması, tekelleri güçlendirmesi, soru işaretlerini çoğaltan diğer etkenlerdir. En önemlisi de Kürdistan ve Ortadoğu’da 3. Dünya Savaşı’nın yoğunlaştığı, dünya genelinde başta kadınlar olmak üzere “direniş virüsünü dünyaya yayma” perspektifiyle yola çıkanların seslerinin etkili çıktığı bir döneme gelmesi de düşündürücüdür. Salgınla birlikte, devlet denetimini, askeri disiplini ve teknik takibi artıran, normalleştiren ve meşrulaştıran etkenlerin peşi sıra gelmesi de sorgulamaları derinleştirmiştir.
Birçok ülkede, sistem krizinin görünen yüzünü protesto eden, teşhir eden, kabul etmeyen demokratik ve özgürlük talebini dile getiren mücadeleci halkların, kadınların, bu hastalık nedeni ile evlerine kapanması istendi. Toplum, kadınlar evlere kapatılırken, Türkiye gibi ülkelerde infaz yasa düzenlemeleri ile dışarı salmak için yöntem aradıkları özel savaş elemanları, hırsızlar, tecavüzcüler rahatlıkla sokaklara bırakıldı. İnsanlar eve kapatılırken, devletler stratejik planlarını kurguladığı görüşmelerine, askeri yığınaklarına, ekoloji karşıtı projelerini yürürlüğe koymaya devam ettiler. İstatistiklere bakılırsa, İran dışında herhangi bir devlet erkanı, başbakan ya da cumhurbaşkanı bu hastalıktan ölmedi, fakat dünya genelinde ölümler yüz binleri buldu. COVID-19 iktidar sahiplerini es geçtiği için mi bulaşmadı, yoksa sömürgeci zihniyet bunu ezilen kesimlere, uluslara karşı bilinçli olarak mı kullandı gibi teoriler de geliştirilebilir. Bu sorular ve soru işaretleri yaşanan sürecin çelişkilerinin yansıması olarak gündemdedir. Diğer yandan kaç yıl ve kaç dalga, aşının kaç ay veya yılda bulunabileceği tartışmaları üzerinden toplumlar nesneleştirilerek salgınla başbaşa ve çözümsüz bırakılmıştır.
Jineolojîye Giriş Kitabı’nda ifade edilen “Jineolojî yaşam ve toplumsal yaşam bilimi olarak sosyal bilimlere bir zihniyet farklılaşması olarak yerleşme mücadelesini verirken; özne-nesne ayrımını mutlaklaştırmaz. Nesne-özne ayrımı zihniyet hegemonyasının adeta kilididir” belirlemesi ile örtüşen tartışmalarımız ve çıkardığımız sonuçlarla bu kilidi çözmeyi hedeflemekteyiz. Salgını bir sistem krizi olarak görmekte, kapitalist modernizmin tüm hastalıklarını insanlık üzerine yıkarak, ömrünü uzatma peşinde olduğunu düşünmekteyiz. Bu anlamda yürüttüğümüz ne ilk ne de son tartışmalardır. Bu kaos sürecini anlama ve özgürlük sosyolojisini direniş kültürüyle örerek, cinsiyetçilik, bilimcilik, milliyetçilik ideolojik krizlerinden kurtulmanın bilgi ve bilimini biriktirmekte, örmekteyiz. Tarihsel toplum deneyimi kadar, güncel direniş bilgisi ve eylemiyle yoğrulan yeni, özgür yaşamların bilinci ve bilimine dönüştürme peşindeyiz. Sistem-karşıtı deneyimlerin yaşam alanlarının genişlemesine, güçlenmesine hizmet eden doğru bilgi ve bilimselliğe yüzünü dönen, ahlaki, vicdani, felsefik derinlik ve sorumlulukla donanmış toplum bilgisine duyulan ihtiyaç derindir. Bu bilginin büyüsünü, gücünü ve yaşama anlam, moral, coşku katan enerjisini kadına, topluma, yaşama yeniden kazandırma amacı, arayışımızın, sorularımızın ve cevaplarımızın temelini oluşturuyor.
Her savaşın özünde ekonomik çıkarlar kadar, belki daha da önemlisi ideolojik bir savaş olduğu biliniyor. Coronavirüs salgınıyla toplumlar üzerine çökertilmek istenen havanın çaresizlik, moralsizlik, açlık, kimsesizlik, güçsüz, iradesiz ve örgütsüz bırakma, toplumsuzlaştırma olduğunu söyleyebiliriz. Sadece yaşlıları değil, insanlığı nefessiz bırakarak öldürmeye alıştırma biçimi hem psikolojik hem biyolojik bir savaş, özünde ideolojik bir savaş olarak sürmektedir. Bu ideolojinin özünde, tıpkı IŞİD’in kafa kesen, insanları canlı canlı cayır cayır yakan, ölümün ve tecavüzün her biçimini başta kadınlar olmak üzere halklara gözünü kırpmadan uygulayan, kindar bir saldırganlık var. Korku yaratarak, can alarak, can yakarak, tarihsel, toplumsal ve kültürel mirastan intikam alan, ahlaki ve insani değerleri yerle bir ederek uygulanan “şok doktrini”dir.
“Şok doktrini” devletli sistemin, özel savaş merkezlerine bağlı olarak, ekonomik ve siyasi krizlerini aşmak ve küresel egemenliğini pekiştirmek için uyguladığı politikaları içerir. Ekonomik krizler, savaş ve işgaller, darbeler gibi, IŞİD, COVID-19 salgını da “şok doktrini”nin uygulanma biçimleri olarak birbirini tamamlamaktadır. Önce katliamdan, tecavüzden, kırımdan geçirip, hareketsiz, etkisiz kılarak şoke etme, sonra ideolojik, politik, ekonomik stratejiyi hayata geçirme birbirini takip eder. Küresel sömürünün önünü açma, teknolojik uygulamalar, cinsiyetçi yaşam alanları ve biçimlerini dizayn etmenin, insan-toplum ilişkilerini sıfırlama ve tamamen devlete bağlama, muhtaç ve mecbur kılma operasyonlarıdır. Günübirlik yürütülen bu operasyonların, ekonomik, askeri, siyasi, biyolojik ve toplumsal sonuçları ve geleceğe dönük amaçları üzerinde derinlikli durmak zorundayız. Tahlil etmek kadar, boşa çıkarmanın bilgi ve deneyimini biriktirmeyi, yaşama geçirme yol ve yöntemlerine kafa yormayı önemsemeliyiz. Ne devletler ne de toplumlar salgın öncesi gibi, ekonomilerini, yaşamlarını ve politikalarını sürdürecektir.
Yaşamlarımız ve yaşam alanlarımız üzerine çöken bu karabasan nereden ve nasıl ortaya çıktı sorusu, önem taşıyor. Ekolojik mücadele son on yılların en dinamik mücadele alanını oluşturuyor. Ekolojik dengeyi tahrip eden, ozon tabakasını delen, ormanları ekonomik ve teknolojik talan için yok ederek, insanlığı nefessiz bırakmak isteyen devletli uygarlığın en uç saldırganlığı ile karşı karşıyayız. En son dünyanın ciğerleri olarak bilinen Amazon ormanlarının aylarca müdahale edilmeden, tüm dünyanın gözleri önünde cayır cayır yakılması ne anlama geliyordu? İddialara göre, 5G teknolojisinin pürüzsüz alanlara ihtiyaç duyduğu ve ağaçları sevmediği belirtiliyor. Beton yığını metropol kentlerin gökdelenleri bu teknoloji için bir engel oluşturmamakta, doğanın masum çocukları, yeşilin, rahat nefes almanın muhteşem harikaları bozgunculuk yapmaktadır. Daha bu yangının ateşi sönmeden ve dumanları tüterken, ekosistemindeki tüm canlılar cayır cayır yanarken, toplumların canlı hafızalarını, ahlaki ve kültürel değerlerinin temsilcisi yaşlıları nefessiz bırakarak öldüren başka bir operasyonla karşı karşı kaldık.
İnsanlığın üzerine yıkılan endüstriyalizm ve aşırı kentleşmenin toprak, tarım, ağaç, doğal akarsu, yeşile düşman ilerleyişinin nerede duracağı belli değil. En tehlikeli laboratuar denemeleri canlılar üzerinde yürütülen deneylerden oluşuyor, hayvan klonlamadan insan klonlamaya dair gündemler çok yakın tarihe ait. Toplumsal etikten ve felsefeden kopan bilimin, iktidar ve savaş tekelleri elinde nasıl ve hangi yöntemlerle kullanıldığının bilgisine yeterince sahip değiliz. Bu anlamda ne düzeyde yıkıcı, öldürücü, doğayı, toplumu ve gezegenimizi tahrip edici, ne düzeyde insanlık, doğa ve gezegenimiz yararına olduğunun somut bilgisinden yoksunuz. Ancak yaşayarak, tarihsel ve güncel tanıklığın dili ve sonucu, toplumdan ve kadından uzaklaşan ve ulaşılmaz kılınan bilginin, yıkıcı, yokedici, hastalık üretici olduğu ve tekelci sömürü çarklarını hızlı döndürmek için kullanıldığı ortaya çıkıyor.
Toplum yararına, hastalıkları iyileştirme, canlı ve cansız doğayı tanıma, tahlil etme anlamında olumluluk içeren bilimsel araştırmalar, başlangıç amacından sapmış durumda. İnsan yararı yerine, devlet ve tekel yararının ne düzeyde öne çıktığının görülmesini sağlayan bir dönemden geçiyoruz. Sağlık sistemlerinin hızla çökmesi, toplumlar kadar devletlerin de çaresiz kalması, toplum yararı yerine, savaşa, silahlanmaya yapılan yatırımların sonuçlarını bir kez daha görünür kıldı. Bu anlamda sistem tarafından pompalanan gündemler yerine, toplumsal hakikatten sapmayan, gerçek bilgi ve bilinci takip etmenin yollarını keşfetmek zorundayız. Virüsün insan eliyle üretilip üretilmediği, hangi koşullarda yaşayıp yaşamadığı, canlı olup olmadığı, daha kaç yıl insanlığı esir alacağı konuları yerine, derinleşen sistem krizi ve egemenlik savaşlarıyla bağını kurmak önem taşıyor.
Manipüle edilen bilgilerle toplum ve yaşamın seyri de manipüle edilmekte, insanlık kedinin fareyle oynadığı gibi kısır bir döngüye hapsedilmek istenmektedir. Devletli sisteme her yönüyle teslim ettiğimiz yaşam ve yaşam alanlarımızı nasıl toplumsallaştıracağımız ve ekonomiden siyasete, sağlıktan eğitime kendi kaderimizi kendi ellerimizle nasıl kuracağımızın aciliyetini görmek önemli. Virüs salgınını, sistemin doğa ve toplum üzerinde kurduğu sınırsız tahakkümün ve müdahalenin sonuçlarından biri olarak yorumlamak mümkün. Bu anlamda üzerinden aylar geçmesine rağmen, can almaya devam eden ve ölümlerin yüzbinlerle ifade edildiği coronavirüs salgını ve gelişim seyrini irdeleyebiliriz.
Virüslerin doğa ve toplumsal doğadaki yeri
Corona, Latince kökenli couronne sözcüğüne dayanır ve taç anlamına gelmektedir. Fransızca’da da couronne, aynı anlama gelir. Yunanca koronis, Hind-Avrupa dillerinde korono halka, çember anlamlarında isimlendirilir. 2019, Aralık ayı sonunda tespit edilen COVID-19, daha önceki coronavirüs türlerinden farklı özellikler taşıyarak, soğuk algınlığı biçiminde ciğerlere yerleşip nefessiz bırakarak ölümlere yol açmaktadır.
Kürtçe’de soğuk algınlığı hastalığı için; bapeş, bahor, zekem, serma girtin gibi isimler kullanılır. Kürtçe kavramlar, değişen hava koşullarının insan yaşamına etkisini ifadelendiren kavramlardır. Sadece değişen dengeleri ifade etmekte, ne olumsuz ne de olumlu anlam taşırlar. Birçok ülkedeki grip, influenza gibi isimlerle benzer niteliktedir. Kürtçe’de hastalığa sebep olan virüse ve hastalığa verilen isim de aynıdır; soğuk algınlığıdır. Yine dikkate değer diğer bir yan, belli bir hastalık veya bulaşıcı etkiye neden olan virüs ve bakteriler dişil öğe olarak ifade edilmektedir. Çoğalma kabiliyetine bağlı olarak coronavirüsün özel çaba gerekmeden kendi doğası gereği, rahatlıkla bulaşabildiği durumu da gözönüne alındığında, bu tanım çok abartılı sayılmaz.
Latince’de virüs, “bir tür zararlı mikroorganizma” sözcüğünden alıntıdır ve zehir anlamında kullanılmaktadır. Kürtçe WQF sözlüğünde şöyle geçmektedir; virüs dişil bir kavramdır, “(biyolojide) proten zarında yer alan DNA ya da RNA parçalarıdır. Canlı hücre sisteminde çoğalabilirler.”
Tıp sözlüklerinde virüsün canlı olmadığı belirtilmektedir. Çoğalma, genetik özellikler taşıması, seçicilik özelliklerinden kaynaklı, canlı olduğunu savunanlar da vardır. Vücuda bulaşan zehir olarak tanımlanan virüsün, canlı olmadığını belirtmek, pozitivist bilimin canlı ve cansız olgusunu nasıl tanımladığıyla ilgilidir. Virüsün belli bir süreden sonra öldüğü, hastalığın bulaştığı bireylerin daha sonra iyileşebildiği, fiziksel temasın olmaması durumunda virüsün güçsüzleştiği ifade edilmektedir. Bununla beraber COVID-19 virüsünün defalarca mutasyon geçirdiği, yani mekan ve koşullara göre biyolojik olarak dönüşüm gerçekleştirdiği belirtilmektedir. Bunlar yüzeysel ve çelişkili değerlendirmeler olmakla birlikte, canlı ve cansızlık çelişkisini aydınlatmaya ışık tutmaktadır.
- yüzyılın sonundan itibaren kullanılan virüs kavramı, zehir olarak tanımlanırken, 18. yüzyılda “bulaşıcı hastalığa neden olan ajan” olarak kayıtlara geçer. 19. yüzyıl sonundan günümüze ise yapılan araştırmalarda milyonlarca türde virüs olduğu ispatlanmıştır. Virüsler, yeryüzündeki hemen her ekosistemde bulunan biyolojk varlığın en bol türünü oluşturuyor. Çoğalma, genetik özellikler taşıması, canlılar üzerinde uzun süre etkili olma ve yok olma özellikleri düşünüldüğünde, canlı olarak kabul etmek mümkündür. İlk kez 1964 yılında İskoçyalı June Almeida tarafından tespit edilen coronavirüs, mutasyon geçirerek, daha önce de salgınlara ve normal olmayan ölümlere yol açmıştır.
Bilimcilik ve coronavirüs salgını
Pozitivist bilim, nesne olarak gördüğü, cansız olarak tanımladığı virüsü öldürmeye çalışmaktadır. Kapitalist sistemin çıkarları gereği anlamlandırılmamış ve işlevi somutlaşmamış her canlı, nesne olarak görülmektedir. Bu nesneleştirme anlayışı, yaşam ve tüm varlıklar için geçerli olmaktadır. George Floyd gibi, insan rengi de bu nesneleştirici anlayışın kurbanı, nefessiz bırakılarak katletme gerekçesi olabilmektedir. Bir Kürt gencinin resmi devlet kanunlarında yasaklı anadilinde müzik dinlemesinin bir öldürme gerekçesi olabilmesi gibi. Ataerkil zihniyetin ve kurumlarının bin yıllardır dört duvar arasında tutarak bu düşünceyle biçimlendirmeye çalıştığı kadını, her türlü işkence, tecavüz ve soykırıma uğratması gibi.
Bu anlayış temelinde güncel yaşam sisteminin nesneleştirildiği ve insanlık üzerinde bilinçli olarak laburatuar deneylerinin uygulandığı gerçeğini de ileri sürebiliriz. Salgın süreci bütün dünya bir laboratuara dönüştürülmüş ve üzerinde biyolojik müdahaleler yapılan virüs gibi, nasıl reflesk göstereceği, nereye kadar direneceği, teslim olacağı veya öleceğinin testleri yapılmaktadır. Biyolojik deneyler tarih boyunca değişik halklar, ırklar üzerinde uygulanmıştır. Özellikle kaçırılan, esir alınan, soykırıma uğratılan halklar bu tür deneylere maruz bırakılmıştır. Savaşlarda özel savaş yöntemi olarak kullanılan hastalık salgınları -veba, İspanyol gribi gibi- milyonların ölümüne yol açmıştır. 1. Dünya Savaşı, Hitler dönemi, Vietnam savaşları dönemi, Kürt Özgürlük Hareketi militanlarına uygulanan baskılar dönemi, kadına her gün uygulanan fiziki, düşünsel, sosyal, kültürel, düşünsel baskılar, belli başlı örnekler olarak verilebilir.
Durum bu ise, nesneleştirilmeye çalışılan canlı varlığı cansız olarak göstermek ve gelişebilecek olumsuz durumlara karşı tedbir alamamak, bilimin bilinçsizce yorumu olabilir! Sosyal yaşamın dışında kalan ve sadece sömürü sisteminin tekelinde çalışan bilim, bozulan sosyaliteye dair çözüm de geliştirmez. Zaten sosyal bilimin geliştireceği yaşam modeli, günümüzün ev hapishaneleri olmuştur. Bunu sadece jineolojî dile getirmiyor, sosyal yaşamın renklerinden uzaklaştırılmış ve tarihsel-toplumsal gerçekliğiyle buluşma mücadelesi veren her toplumsal yapı, birey açıkça dile getirmektedir. Bu durum, özne-nesne ayırımına dayanan bilimsel, felsefik, ideolojik yorumun, yaklaşımın ne kadar sakat ve çözümsüz olduğunu ifade etmekte, yaşadığı tıkanıklığı göstermektedir.
Bill Gates gibi dünyanın en büyük tekellerinden birinin denetiminde olan Dünya Sağlık Örgütü; “Coronavirüsü hayvanlar arasında yaygın olan büyük bir virüs grubudur. Bilim insanlarının zoonotik olarak adlandırdığı, nadir durumlarda, hayvanlardan insanlara bulaşabilir” demektedir. Bu salgının önüne geçebilecek aşının bulunmasına onay veren patent sahibi de yine Bill Gates’in kendisi olmaktadır. Daha ilk dönemlerde hastalığın ilacını bulduğunu belirten Fransız doktorun ölümle tehdit edilmesi, ABD’de yine önemli sonuçlara ulaşmış Çinli bir doktorun öldürülmesi, bu tekellerin küresel çıkarları ve amaçlarıyla açıklanabilecek durumlardır. Hastalığı üreten ve çaresini bulanın aynı kaynak olması, gerçeği aşikar kılmaktadır.
Ağır Akut Solunum Sendromu SARS-CoV, 2002 yılının Kasım ayında Hong Kong’da misk kedilerinden yayılarak 37 ülkede bine yakın insan ölümüne neden olur. Solunum Sendromu MERS-CoV, 2012 yılında Suudi Arabistan’da tek hörgüçlü develerden Ortadoğu, Arap Yarımadası ve bazı Avrupa ülkelerine yayıldı ve iki yüzün üzerinde insan yaşamını yitirdi. COVID-19 (ilk adlandırma 2019-nCoV) ise 2019’un 31 Aralık’ında Çin’in Vuhan şehrinde yarasalardan tüm dünyaya yayıldı. Yüzbinlerce insanın yaşamını yitirmesine yol açtı ve salgının ne zamana kadar etkili olacağı yaşanarak görülecek. Bu bilgiler, Dünya Sağlık Örgütü tarafından paylaşılan resmi bilgileri içermekte, ancak sadece ölü sayısı üzerinde durarak salgınları ve etkilerini değerlendirmek mümkün değil.
Önceki coronavirüs salgınlarının etkisini, ölümleri kat kat aşan, tüm dünyayı etkileyen 2020 yılına damgasını vuran bir salgınla karşı karşıyayız. Salgının insan sosyolojisi, toplumsal psikoloji, ekonomi, sağlık, eğitim vb tüm yaşam alanlarını nasıl ve ne kadar etkilediği, kapsamlı tahlilleri gerekli kılıyor. Bu dönemde insan sağlığının korunmasına dönük yapılan tek açıklama, sosyal tecrit ve herkesin eve kapanması olmuştur. Toplumların mevcut bilim kurumlarından, sağlık örgütlerinden ve hizmetinden çözüm beklentisi oldukça zedelenmiştir. Toplumsal yaşamı ve ihtiyaçları gidermeyi tamamen devlete bağlayan devletli zihniyet, toplumlar açısından ciddi bir tartışma konusudur ve sonuçları salgın döneminde daha net ortaya çıkmıştır.
Eve kapatılan kadınlar ve çocuklar, birçok cinsiyetçi saldırı ile yüzyüze bırakıldı. Ekonomik kriz derinleştikçe, küçük esnaf iflas ederken, Amazon ve Reihnmetall gibi uluslararası tekeller zenginleşti. Eğitim ve düşünsel çalışmalar, 5G tekniği ile on-line eğitim sistemine geçirilerek, toplumsallıktan koparıldı. Yalnızlaştırılan, tecrit edilen insanlar, daha fazla teknik denetime itirazsız tabi olmak zorunda bırakıldı. En çok korkulan durumlardan biri insanların yalnız ölüme terkedilmesiydi ve insanlar evlerinde günlerce sonra yalnız ve ölü bulundular. Toplumun ölü gömme ve can suyu verme gelenekleri basitleştirildi, toplu ölümlere toplu mezarlar yapıldı.
Geliştirilen korku atmosferinden hastalığın baş gösterdiği ülkelerde olağanüstü hal mekanizmaları gündeme girdi. Toplumun sistem karşıtı tepkilerini dile getirdiği gösteri, protesto haklarının sokağa çıkma yasakları gerekçesiyle engellenmesi, özel ve psikolojik savaşın insan sağlığını koruma adı altında uygulanması anlamını taşımaktadır. Halkları bu şekilde denetim altına alma, reflekssiz bırakmaya dönüktür. Halkların gösteri alanları olan sokaklar yasaklanırken, devletin askeri, polisi, hırsızı, dolandırıcısı, faşisti sokaklara akın etmiştir. Toplumun tüm kesimlerine yetecek tıbbi donanımın olmadığı belirtilerek, birçok insan evlerinde ölüme terk edildi. Yaşlı insanların bulunduğu koruma evleri, ölüm evlerine dönüştü.
Devletler, toplumları denetim altına almak için, polisleri sokağa salarak halkı evlere kapatmayı, ceza yağdırmayı bir yöntem olarak kullandı. İspanya gibi örneklerde, 4 kişilik kriz masası; 2 asker, 1 polis ve 1 doktordan oluşturan, salgın sürecini sağlıklı aşmak yerine, güvenlik tedbirleriyle aşmayı amaçlayan devlet politikaları öne çıkabildi. Günlük olarak sunulan ölü sayılarının psikolojik baskısı altında toplum ölüm-yaşam sınırında sıkıştırılmak istenirken, güvenlik tedbirleri ile askeri disiplin ve talimatlarla yönetilmeye alıştırılmaya çalışılmaktadır. Salgına ilişkin yapılan açıklamalarda, düşman ordusu karşısında savaşan bir militarist güç gibi ifadeler ve dil kullanılır. Salgın hastalığa karşı “Bu savaşı kazanacağız; bu illetin üstesinden geleceğiz; hep beraber mücadele edeceğiz; bu süreci hastalanmadan, evlerden çıkmadan, birbirimize temas etmeden inşallah sonlandıracağız” gibi kavram ve cümleler kullanılması buna örnektir.
Sağlıklı yaşam ve toplum anti-kapitalist olmaktan geçer
Abdullah Öcalan “Sağlığını kendi öz imkânlarıyla koruyamayan toplumun temeli, varoluş ve özgürlüğü ya tehdit altındadır veya tümüyle yitirilmiştir” tespitini yapar. Kapitalist tekellerin azami kâr kanununa bağlanan, özel şirketlerin eline teslim edilen insan sağlığı, varoluşunu tehlikeye sokmuş durumdadır. Doğru bilgi ve doğru tespitlerle tedavilerin yürütülüp yürütülmediği bile tartışma konusudur. Yaşam ve sağlık hakkını korumayı, öz iradeye ve örgütlülüğe dayandırma, alternatif sağlık, yaşam ve özgürlük arayışının temel boyutlarından birini oluşturmaktadır. Halkların özsavunmasının temeli ve devlete-tekellere teslim edilemeyecek kadar yaşamsal, hassas bir alanı ifade ediyor.
Jineolojî olarak, toplum ve insan sağlığının, doğal tedavi yöntemleri, şifacılıkla yeniden buluşması gerektiğini savunmaktayız. “Jineolojî, bu diyalektiği, iyilik ve iyileştirme temelinde, toplumsal tarihin başlangıcındaki özüne göre yeniden kurmanın bilimi olarak, sağlık alanını ele almaktadır. Sağlık alanında jineolojîk bakış açısını örerken, kapitalizmin ilkel sermaye döneminde cayır cayır yakılan bilge kadınların sağaltıcı bilgilerini özümsemektedir” tespiti, Jineolojîye Giriş Kitabı’nda yer almaktadır. Modern tıbbın, bilge kadınları cadı diye diri diri yakıp sağlık bilgilerine elkoyarak devlet eliyle geliştirildiği bilgisine sahibiz. Kimyevi ilaçları tamamen reddetmemekle birlikte, kaynağının doğal bitkiler olduğunu bilerek, doğal tıp alanının geliştirilmesi ve bilge kadınların bilgisinin canlandırılması, insan kaderi-sağlığının pazar konusu olmaktan çıkarılmasında hayati rol oynayacaktır. Örneğin tedavisi bulunamayan veya bulunmak istenmeyen solunum yolu enfeksiyonları ve karaciğer hastalıklarını, devedikeni otu ve çekirdeğinin kısa sürede iyileştirebileceğini rahatlıkla söylemek, günümüz sağlık kuruluşlarının bilgi yapılanmasına bir darbe gibi gelebilir.
Bilimi kapitalist zihniyetin etkisinden kurtardıkça ve maddi-iktidar zemininden kopardıkça sosyal bilim başta olmak üzere bütün bilim alanlarının rengi değişecektir. Yaşadığımız coğrafya ve Ortadoğulu halkların doğal ve toplumsal bilgileri, kapitalist modernite tarafından tamamen ele geçirilememiştir. Toplumsal bilgi canlıdır ve halkların bilgi birikimi yaşamını, sağlığını, geçmiş ve geleceğini güvence altına almaya yetebilecek düzeyde