Bir Karış Toprak

0
272

Fırat DOST

Göz kapaklarını zorlanarak açtı. Erken sayılabilecek bir saatte uyumasına rağmen uykusunu alamamış, tüm vücudunun ağrıdığını hissederek, zorlanarak yataktan kalkmıştı. Annesi mutfakta öğlen yemeğinin hazırlığını yaparken babası ve kendisinden 4 yaş küçük kardeşi Agır evden çıkmışlardı. Yaklaşık 15 yıldır bu evde yaşamış olmasına rağmen evin duvarları, kapıları, Hevsel bahçelerine bakan pencereleri şaşıtıcı derecede kendisine yabancı geldi. Gözleri Amed öz yönetim direnişinde Sur’da şehit düşen ablasının duvardaki resmine takıldı. Gözleri parlayan, yanaklarında tatlı bir tebessüm olan ablasının bu fotoğraftaki bakışına gözleri değdi. Göğsünde bir acı hisseti. Sevgi, özlem, kin duyguları sırasıyla yer değiştirdi yüreğinde. En son utanç tuttu yüreğini, ordan boğazına yükseldiğini hissetti bu duygunun. Zorla yutkunarak koltuğa oturdu. Gözleri bir süre boşluğa takıldı. Sonra tüm bunlardan sıyrılmak istermişçesine cebindeki uçak biletini çıkardı. Bu akşam 20:00’da onu İstanbul aktarmalı Almanya’ya götürecek olan biletine baktı. Geç kalacakmış hissine kapıldı. Odasına gidip dünden hazırlamış olduğu valizini kontrol etti. Hazırlıklarının tamam olduğunu görünce sevindi. Amed’den Almanya’ya gidip bir daha dönmeyeceğini düşündükçe hem heyecanlanıyor hem de karnına bir şey oturmuşçasına garip bir burukluk hissediyordu. Fakat kararını kesin olarak vermiş, uzun süredir uğraştığı vizeyi sonunda almış, gerekli parayı da borç harç tamamlamıştı. Artık kendisine zindan gibi gelen bu ülkeden göçmekten başka çaresinin olmadığını düşünüyordu. Kalıp ile gitmek arasında kafa yormayı vizeyi aldıktan sonra bırakmış, fakat tarifini tam yapamadığı yakasına daha sonradan uzun yıllar yapışacak olan bu garip, buruk duyguları atamamıştı.

Mutfağa annesinin yanına gitti. O, kahvaltı denilemeyecek atıştırmasını yaparken annesi sonradan yaşayacağı hasreti şimdiden gidermek istermişçesine uzun uzun baktı. Gözleri ile oğlunu uzun uzun sevdi, öptü, kokladı. Fakat annesi de Almanya’ya gitmesi konusunda istekliydi. Oğlunun her gün yaklanma ya da öldürülme korkusunu yaşamaktansa Almanya’ya gitmesini aslında o da istiyordu.

“Anne, ben biraz dışarı çıkıp birkaç arkadaşıma uğrayacağım.” Dedi toparlanırken.

“Tamam oğlum. Ama erken gel. Gideceğin son gün bari biraz otur yanımızda. Akrabalar da gelecekler seni uğurlamaya.”

“Tamam. Bir iki saate dönerim zaten.” Diyerek hırkasını kaptığı gibi kendini dışarı attı.

Hızlı adımlarla yürürken buluşacağı arkadaşlarını düşünüyor, birlikte büyüdüğü bu yakın iki arkadaşını ardında bırakmak ağır gelse de sürekli telefonla görüntülü konuşarak hep yanlarındaymış gibi olacağını sanıyordu.

Dar ve kısa kısa olan sokakları hızlıca geçerek hafif geniş sayılabilecek bir meydanın köşesindeki küçük çay bahçesine yöneldi. Çay bahçesinin Koşuyolu parkına bakan köşesinde oturan arkadaşlarına selam verdi, bir tabure çekip yanlarına oturdu.

Çekdar ve Murat, onun en eski ve en yakın arkadaşlarıydı. Aynı mahallede doğmuş, aynı oyunları oynamış, ilkokul ve liseyi aynı okullarda okumuşlardı. Özgürlük mücadelesine birlikte gönül vermiş, Amed serhıldanlarında ne çok polis aracı taşlamışlardı. Lise bittikten sonra ise her biri ayrı bir üniversiteyi okumuşlardı. Çekdar inşaat mühendisi, Murat okul öncesi öğretmeni kendisi ise Diş hekimi teknisyeni olmuştu. Üniversite bittikten sonra hepsi tekrar Amed’e gelmiş, beraber işsiz kalmışlardı. Asimilasyon okullarına her biri 16 yılını vermiş ve sonunda işsiz kalmışlardı. Hep birlikte olan bu üç arkadaştan biri şimdi Almanya’ ya gidecek belki de bir daha hiç görüşemeyeceklerdi. Çekdar ve Murat başta onun Almanya’ya gitmesine kızmış, onu vazgeçirmeye çalışmış fakat ikna edememişlerdi. Bu durumu mecburen de olsa kabullenmiş, onu gideceği son günlerde bu tartışmaya çekmemişlerdi.

Murat çaycıya seslenerek “Keko üç çay sana zahmet.” Dedi.

Masaya dönerek “Deniz akşam biz de geleceğiz havaalanına seni uğurlamaya. Dedi.

Deniz tam gerek yok mahiyetinde bir şeyler söyleyecekti ki Çekdar “Öyle hiç boşuna gerek yok merek yok deme. Aybı yok bunun biz de geleceğiz.”

Deniz karşı çıkmasının boşuna olduğunu anlayarak ” E tamam gelin. Sanki hiç havaalanı görmemişsiniz.” Dedi gülerek.

Murat ” Aslında bence bileti hemen ertele. Yarın Amedspor maçına gidelim sonra gidersin.” Dedi Deniz’ e takılarak.

Beraber gülşüp bir süre sohbet ettiler. Deniz saatine bakarak yavaş yavaş kalkma hazırlığı yaparken durumu fark eden Çekdar bir daha fırsatını bulamayacağını bilerek ” Deniz,  Almanya’ya gitmekte çok ısrar ettin, biz karşı çıkınca ikna olamadın, surat astın, biz de seni vazgeçiremeyeceğimizi anlayınca seni daha fazla üzmemek için sesimizi çıkarmadık. Fakat bu iki kardeşinin karşı çıkmasına rağmen gittiğini bil. Bizleri, yaşanmışlıkları, bu şehri, ülkeni ardında bıraktığını bil.” Dedi Deniz’in gözlerine bakarak.

Deniz bu kez arkadaşının sitemine sesini çıkarmadı. Bir iç çekti. Çekdar, gideceği son gün Deniz’in kalbini kırmak istemiyordu. Devam etti. “Ama bil ki biz hep senin arkadaşın, kardeşin olacağız. başın nerde derde girse Almanya’da da olsan bize söyleyeceksin.” diyerek dostça bir bakış bıraktı.

Deniz, gözleri ile tamam derken sevgi, güven ve dostluğun yüreğini okşadığını hissetti.

Sonra üç arkadaş çay bahçesinden çıktı, her biri ayrı ayrı sokaklara girerek ayrıldılar.

Deniz yürüyor sokakları geçiyor fakat eve gitmek istemiyordu. Arkadaşlarının söyledikleri aklına takılmıştı. Evet arkadaşlarını, ülkesini, ailesini çok özleyecekti, fakat kalmasının mümkün olmadığını düşünüyordu.

Çok iyi tanıdığı bu sokaklardan geçerken anılar hücum ediyordu beynine. Çocukluğu geldi aklına. Büyümenin çok da iyi bir şey olmadığını yeni yeni anlamıştı. İlk kez düşündü ” keşke hep çocuk kalsaydım.”

Az ilerde ilk kez gözaltına alındığı köşe başını gördü. Lanetle hatırladı o polisleri. Bir iki sokak daha geçti. İlk kez polislere taş attığı, ilk kez toma’ya molotof fırlattığı yerlerden birer birer geçti, heyacanlandı, duygulandı. Yürümeye devam etti. Şimdi ise bir zamanlar sevdiği kızın evinin önünden geçiyordu. Yüreği doldu, hüzünlendi. Lise yıllarında Bahar adındaki bu kızı çok sevmiş, uzun süre kendisi ile tek kelime konuşamamış, zar zor ona sevdiğini söyleyebilmiş, iki yıl bu şekilde yaşıtlarının cıvık sevgililiklerine benzemeyen bir ilişki yaşamıştı. Lise son sınıftayken Bahar okulunu bırakmış önce 2 yıl Amed’de gençlik çalışmalarında kalmış, sonra ise gerillaya katılmıştı. Deniz’in de Bahar’a olan sevgisi büyük bir saygıya böyle dönüşmüştü. Artık onu kör bir aşık gibi değil bir kahramana saygı duyarak anıyordu.

Deniz tüm bu anıların tatlı, acı, heycanlı, komik anılarıyla yürürken bunları bir daha hiç göremeyeceği yüreğine acı veriyordu. Yürüdükçe yürümek istiyor, saatine bile bakmıyordu.

Az ilerde köşede, yerde yarı yatan birini gördü. Dilenci sandı, fakat yanına yaklaşınca uyuşturucunun etkisinde yığılmış bir genç olduğunu fark etti. Gayrihtiyari bastı küfrü. O uyuşturucuyu sattırana, satana, içene, içilmesine izin verene saydırdı. Türk devletinin uyuşturucuyu bir silah olarak Kürdistan halkının gençlerine karşı kullandığını biliyordu. Öfkeleniyordu. Aslında daha önceleri sadece öfkelenmekle kalmamış bir satıcının uyuşturucu dükkanı olarak kullandığı yeri Murat ve Çekdar ile birlilte yakıp kül etmişlerdi. Fakat zamanla bu uyuşturucu tezgahına karşı elinden bir şey gelmemişti.

Tüm bunlardan uzaklaşmak ister gibi daha hızlı yürümeye başladı. Bir köşeyi döndükten sonra yan yana yürüyen iki genç kıza ilişti gözleri. Tanır gibi oldu. Daha da yaklaştı. Evet oydu. Yanından geçerken sert ve öfkeli bir bakış fırlattı, beğenilmek için aşırı uğraşmış, abartılı makyajı yüzündeki ifadeleri örten bu kıza. Bu oydu. Bir zamanlar aynı mahallede oturdukları Muhsin amcanın kızı Nurten’di. Nurten, liseden sonra kötü arkadaşlar edinmiş, esrar, uyuşturucu derken fuhuş bataklığına düşmüştü. Geçen yıl birlikte dolaşmaya başladığı uzmançavuş, Nuten’i bir mal gibi alıp satmaya başlamıştı. Bu yüzden Deniz nefret ediyordu ondan. Bir yandan da ona acıyor, onu bu hale getiren düşmana sayıp sövüyordu içinden.

İyi ki gidiyorum buralardan, bu lanet insanları görmekten de onları bu hale getiren düşmandan da kurtuluyorum diye geçirdi içinden. Devam etti yürümeye. Okuduğu lise çıktı karşısına. Lise anıları bir film şerdi gibi geçmeye başladı zihninden. Biraz daha yürüdü kahvehanenin kaldırıma taşan bir taburesine oturdu. Hala okuduğu liseye bakıyordu. Çaycı çay koydu önüne. Teşekkür edip çayı yudumlamaya başladı.

Ne çok anısı vardı o lise yıllarından. Bir bir hatırlıyor kah heyacanlanıyor, seviniyor kah üzülüyor ya da öfkeleniyordu. Yurtseverlik, özgürlük, mücadele burada öğrenmişti bunları. Gençlik çalışmalarının lise komitesinde yer almış bir çok eylem etkinliğe katılmış, bir çok güzel arkadaş edinmişti o süreçlerde. Aklına okulun tarih öğretmeni geldi. Nefret ediyordu ondan. Samsunlu, faşist bir tarih öğretmeniydi. Sömürgecilerin yalan tarihini zorla kabul ettirmeye, öğretmeye çalışıyordu onlara. Bir keresinde derste Deniz ve arkadaşları bu öğretmenle fena tartışmışlardı. Deniz, Ermeni soykırımı yapıldı, 500.000 Kürt katledildi. Türkiye devleti soykırımcıdır, sömürgecidir. deyince öğretmen sinir krizi geçirmiş, camı pencereyi kırıp öğrencileri dövmüş, sınıftan çıkarken Deniz’e “hayali Kürdistan Ağrı dağında meftundur” demişti. Deniz ve arkadaşları ise o gece okulun her yanını büyük büyük “Burası Kürdistan” “Biji Serok Apo” yazıları ile doldurmuşlardı. Sonraki gün okulun duvarlarını o halde gören tarih öğretmeni bir hafta okula gelememişti. Tüm bunları hatırlıyor ve bu anıların mekanlarını bir daha göremeyecek olmanın hüznünü yaşıyordu. Acaba kalsa mıydı? Hayır, bu devletin baskıları, diplomalı işsizlik, gelecek kaygısı, artık katlanamayacağı haldeydi. Gidecekti, tüm bu sıkıntıları ardımda bırakıp Almanya’da yeni bir sayfa açmalıyım diye düşündü. Eli cebine gitti uçak biletine baktı tekrar. Bu akşam 20:00′ da uçacak ve tüm dertleri ardında bırakacaktı. 

Öylesine bir iç çekişme yaşıyordu ki tüm bu sırada hemen sağ yanında onu izleyen 50-60 yaşlarındaki adamın bakışları dikkatini hiç çekmedi. Adam, bu gencin kah sıkılıp, kah sevinmesine, kah öfkelenip kah duygulanmasına bir anlam veremiyor, merekla onu izliyordu. En son cebinden çıkardığı bilete baktığını görünce bir yerlere gideceğini anlamıştı.

Deniz geç kalmayayım diye düşünerek ayağa kalktığı anda yandaki adamın gözlerinin üzerinde olduğunu farketti. Adam ise gence bir şeyler sorup derdini öğrenmesi gerektiğini hissetti ve “Nasılsın yeğenim?” Dedi.

Deniz beklemediği bu soru karşısında şaşkınlıkla karışık “İyi, dayı sen nasılsın?” Dedi. Adam karşısındaki tabureyi işaret ederek “Gel otur hele şöyle.” Dedi.

Deniz gitmek istiyor fakat bu adamın neden onu yanına davet ettiğini de merak ediyordu. Bu merak ve şaşkınlıkla adamın karşısına oturdu.

Deniz, kaygı ve meraklı bir ifade ile “Hayırdır dayı? Sen beni biri ile karıştırdın heralde.” Dedi.

Dayı “Yok yeğenim karıştırmadım kimseyle. Ben seni tanımam. Ama deminden beri bakıyorum bir üzülüyor, bir heyecanlanıyor, bir hüzünleniyorsun. Kesin bu gencin bir derdi var dedim. Merak ettim yani. Varsa elimizden gelen bir şey yardımcı olalım yeğen.”

Deniz saf bir ifade ile teşekkür eder gibi “Ha, yok dayı sağolasın. Bu akşam Almanya’ya gidip oraya yerleşeceğim de buraları özleyeceğim diye düşünüyordum. Bir şey yok yani.” Dedi.

“Buraları terkedip Almanya’ya ya gideceksin demek. Her ne derdin varsa yeğen Almanya, Avrupa kurtuluş değildir bilesin.” Diyen adam gözleri ve kaşları ile sözünün netliğini ve kesinliğini tamamlıyordu.

Deniz, tanımadığı bu dayıdan bu tepkiyi beklemiyordu. Çok da uzatmak istemeyerek ” Kurtuluş mu değil mi onu gittikten sonra anlarız dayı.” Dedi. Sesinde hafif alaycı bir ton vardı.

Adam bu kez sinirli bir şekilde “Şunlara bakın hele. Biraz zorlandılar mı hemen Almanya, Avrupa. Ülkeni, toprağını, aileni, arkadaşını bırakıp kaçtıktan sonra kurtuluş mu olur hiç?” dedi öne eğilerek.

Kaçma lafını duyan Deniz çok sinirlendi. İçinden “ya sana ne dayı” deyip gitmek geçti ama kaçma lafı gururuna dokunmuştu. “Kaçmak nedir dayı? Ben elimden gelenleri yaptım. Öyle korkak biri de değilim. Başka çıkar yol kalmadı. Almanya’yı çok sevdiğimden değil mecbur olduğumdan gidiyorum.” Dedi adamın yaşına olan saygısı öfkesini zor bastırıyordu.

“Elinden gelen ne yaptın da şimdi Almanya’ya gitmeyi, ülkeni, toplumunu bırakmayı hak görüyorsun kendine? Dedi adam.

Deniz şaşırdı. Adam alttan almıyor, onu suçluyordu. Deniz kendisine de haklılığını ispatlar gibi sürdürdü. “Dayı ben bu şehirde doğdum, büyüdüm. Bu halkla birlikte her eylemde yer aldım. Elimden geleni ardıma koymadım. Defalarca gözaltına alındım. 2 kere toplam 2 yıl zindanda kaldım. Aç da kaldım, işsiz de kaldım. 16 yıl okudum dayı. Şimdi işsiz kaldım. Heryerde iş aradım yok. Şehiri bir açık zindana çevirmişler zaten. Nerdeyse nefes almak yasak. İnternette bile bir şey yazmak yasak. Bu yaşıma gelmişim, harçlık alıyorum babamdan. Geleceğimi göremiyorum dayı. Boğuluyorum artık burada. Şehri uyuşturucu yuvası yapmışlar. Fuhuş her yerde. Utanıyorum artık dayı sokakta yürümekten. Amed eski Amed değil dayı. Ben şimdi gitmeyeyim de ne yapayım?” Dedi. bunları söylerken boncuk boncuk terlemişti. Haklılığını ortaya koyduğunu düşünüyordu.

Yaşlı adam hayat tecrübesinin verdiği özgüvenin getirdiği emin bir bakış ile baktı Deniz’e ve sakin bir ses tonuyla konuştu. “Yeğenim. Sen başına getirilenleri, niye gitmek istediğini anlattın. Şimdi beni iyi dinle. Benim adım Mustafa’dır. 1962 yılında Lice’nin güzel bir köyünde doğdum. Ben 30 yaşımda, 3 çocuk babasıyken askerler köyümüzü bastı. Dayak, işkence, tecavüz, katliam her birini yaşadık, gördük o yıl. Askerler köyümüzü boşaltmak istediler. Terketmedik köyümüzü yeğen. Her bir işkenceyi gördük, ama köyümüzü bırakıp kaçmadık, onların istediğini de yapmadık. Sonra yaktılar köyümüzü. Tek bir ev bırakmadılar. Köy diye bir şey kalmadı yani. 2 amcam, babam ve bir oğlum orada katledildi. Sağ kalanlarla Amed’ e geldik. Sur’da Alipaşa mahallesindeydi evimiz. Sur’da savaş başlayınca yine evimizden, yurdumuzdan çıkarmaya çalıştı askerler. Yine çıkmadık. Terketmedik. Allah şahit en son kimse kalmayınca arkadaşlar zorla çıkardılar bizi. Bir kızımı da Sur direnişinde şehit verdim. Bir oğlum dağda, en küçüğü de şimdi zındandadır. Başıma getirmediklerini bırakmadılar. Ama yendim onları yeğen. Bir kez bile onların isteği gibi bırakıp terk etmedim. Ben düşmana karşı kazandım yeğenim.” Derin bir nefes çekti sigarasından ve Deniz’ in gözlerinin derinliklerine bakarak “Şimdi sen de ben çok dert çektim Avrupa’ya gideyim kurtulayım diyorsun. Yapma yeğen sonra hep kaybedersin.” Dedi.

Deniz, ihtiyar adamdan böyle bir hayat hikayesini beklemiyordu. Adamın acılarını dinlerken kendisinin dert, sıkıntı diye söylediklerinden utandı. Biraz sustu. Ne diyeceğiini bilemedi.

“Çok şey yaşamışsın dayı.” Dedi. Biraz daha sustu.

Sonra zoranarak ” Ne bileyim dayı, kalsam ne değiştirebilirim ki?” Dedi.

Adam “Kalsan ne değiştirisin bilmem. Ama kaçarak kaybetmemiş olacağın kesin. Kaçarak kimse muvaffak olmamış daha. Hem atalarımızın dediği gibi, Pişti her tengasiyek firehiyek te.”

Deniz içten içe haklılığına inancını yitirmiş fakat bilinmezlikte, ikirciklikte daha fazla kalmayı istemiyordu. “Dayı o senin bildiğin yoldu. Ben Almanya’da da kültürümü, dilimi, inancımı korurum. Hem o kadar Kürt var Avrupa’da. Onlar nasıl yaşayabiliyorsa ben de öyle yaşarım” dedi.

Yaşlı adam, Deniz’in mantığına ve yüreğine göre karar vermediğini anlayınca ” Sen bilirsin yeğen. Ben bildiklerimi anlattım sana. Kalmak ya da gitmek senin kararın.”

Deniz “Sağolasın dayı. Allah razı olsun. Ben gideyim şimdi evde beklerler.”

“Allaha emanet ol yeğenim. Allah hep iyi insanlara rast getirsin seni.” Diyerek sıktı elini.

Deniz evin yolunu tutarken düşünceler yeniden hücum etti beynine. Kalmak, gitmek, anıları, baskılar, işsizlik, bunalmışlık, yaşlı adamın anlattıkları doluydu beyni. Başının ağırlaştığını hissetti. Yeter, daha önceden de çok düşündün, gitmeye karar kıldın. Daha fazla düşünme diye geçirdi aklından.

Eve varınca bugün ne kadar yorulduğunu anladı. Ev misafir doluydu. Amcalar, teyzeler, çoluk çocuk ev ana baba günüydü. Tüm misafirlere göründü. Hal hatırlar sorulup sohbetlerin ardından yemek serilip yendi. Çekdar ve Murat da sözleştikleri gibi geldiler. Ev bayram yeri gibiydi. Aslında herkes mutlu gibi görünüyordu fakat kimse Deniz’in gitmesini de istemiyordu.

Saat 18:00 olunca Deniz’in babası haberleri izlemek için Sterk tv’yi açtı. Gerilların gerçekleştirdiği eylem görüntüsü yayınlandı. Herkesin mutluluğu bir anda ikiye katlanmış, göğüsler gurur ve sevinç ile dolmuştu. Avrupa ve Rojava’da da halkın kitlesel eylemleri vardı. Ardından bir haber daha verildi. HPH-BİM şehit düşen bir kadın gerillanın kimlik bilgilerini açıklıyordu. Herkes sustu. Acı ve üzüntü vardı şimdi yüreklerde. Ekranda beliren resmi gören Deniz önce tam emin olamadı. Bir daha okudu ekranda yazan ismi. Oydu. Bu Bahar’dı. Bir ürperti geçti vücudundan. Yüreğinde incecik bir dal kırıldı. Yutkundu.

Ardından şehit düşen kadın gerillanın bir röportajı gösteriliyordu. Herkes, en çok da Deniz kulak kesilmişti. Konuşmasının bir bölümü beynine saplandı Deniz’in. Şöyle diyordu “Réber Apo Kürt halkına bir karış özgür toprak parçası oluşturmak için veriyorum tüm mücadelemi demiş. Bizler de Réber Apo’nun militanları ve bu ülkenin çocukları olarak karış karış kanlarımızla da sulasak bu toprakları özgürleştireceğiz ve özgür Kürdistan’ı halkımıza armağan edeceğiz.” Bu cümleler Deniz’in beyninde yankılanıyordu. Utanmasa oracıkta ağlayacaktı. Yüzü kıpkırmızı oldu. Hayatında hiç bu kadar utanmamıştı. Yer yarılsa da içine girseydi. Nasıl olur da halkına bir karış özgür toprak bırakmak için canını verenler varken bu toprakları terkedip kaçmaya çalışırdı. Hayatının en onursuz eylemini gerçekleştirmek üzere olduğunu düşündü. Düşündükçe bu onursuz kaçma fikrinden vazgeçti. Artık netti. Daha rahat nefes aldığını ufkunun açıldığını farketti. Yüzü rengine kavuştu, gözlerine bir parıltı yerleşti.

Ailesi ve akrabalarına dönerek cebindeki bileti çıkardı. Herkes gözünü televizyondan çevirip Deniz’e kilitlemişti. “Az önce konuşması verilen şehit arkadaş benim çok yakın arkadaşımdı. O ve arkadaşları bu toprakları özgürleştirmek için kanları ile sularken ben bu toprakları kaçıp terketme onursuzluğunu yapmayacağım.” diyerek bileti yırttı.

Önce bir an herkes sustu. İlk Murat ve Çekdar bozdu sessizliği ve “Helal be.” deyip sarıldılar. Herkes aynı duyguları yaşıyordu. Mutluluk ve onur. Şimdi herkes için bir kez daha pekişmişti yurt-severlik. Deniz’in gözlerindeki parıltı bir büyü gibi herkesin gözlerinde parladı.

   

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here