Kürdistan’da Önder Abdullah Öcalan öncülüğünde yükselen mücadele dünya kapitalist sistem için tehdit olmaya başlıyordu. Emperyalist güçlerin Ortadoğu’da gerçekleştirmek istedikleri planları Kürt halkının mücadelesi ile ortadan kalkma tehlikesi yaşıyordu. Bu planın sahibi olan ABD ve İngiltere’nin başını çektiği sistem tarafından hazırlanmıştı. Yüzyıl öncesinde 1916’da Sykes-Picot ve 1923 yılında Lozan anlaşması ile Kürtler Ortadoğu’nun dört büyük devletine kurban edilip imha ve inkar sistemine alınmışlardı. İkinci Dünya Savaşı öncesi Dünyanın süper gücü olan İngiltere, bu planın hazırlayıcısı ve uygulayıcısıydı. İkinci Dünya Savaşı ile Kapitalist sistemin başını ABD’nin devralınması ile hiçbir şey değişmedi. ABD de İngiltere’nin planını olduğu gibi devam ettirdi. Yine Kürtler 20. Yüzyıl boyunca imha ve inkar edilmeye devam edildi.
PKK Hareketi ile yeniden doğuşu gerçekleştiren Kürt halkı bu planları bozmuş, imha ve inkara karşı varlık ve özgürlük savaşı başlattı. Bu mücadelenin yaratıcısı olan Önder Abdullah Öcalan, ABD tarafından tehlikeli bulunmuş ve imhası gündeme alınmıştı.
Suriye’ye yapılan tehditler sonucunda Önder Abdullah Öcalan Suriye’den çıkarılmaya zorlanmıştı. ABD, İsrail ve Türkiye ile başa çıkamayacağını anlayan Suriye Önder Abdullah Öcalan’a baskı uygulayarak çıkarmıştı. Ondan sonra uğradığı diğer tüm ülkelerin adeta kaçarcasına reddettiği ve yüz üstü bıraktığı Önder Abdullah Öcalan’a karşı bu komplo tamamen NATO Gladiosu tarafından organize edilmiştir. Bu güçlerin başında gelen ABD’dir.
ABD bu sistemin başı olduğundan kaynaklı sistemi ilk sahiplenen de ABD olmuştur. Kapitalist Sistem’in geliştirdiği Kürt inkarı ve imhasının devam ettirmek de ABD’nin görevi olmuştur. Bunun için her açıdan görevleri yerine getirmekle görevliydi. Komploda teknik ve fiziki takipten, diğer ülkelere baskı uygulamaya kadar birçok görevi ABD yerine getirmiştir.
İngiltere de bu komploda Önder Abdullah Öcalan’ı “persona non grata” yani ‘istenmeyen kişi’ ilan ederek tüm yolları doğrudan kesmiştir. Özellikle Avrupa’ya girişi açısından en büyük engel haline gelmiştir. İngiltere şahsında Avrupa Birliği’nin komploya doğrudan desteği anlamına gelen bu olay, ile komplo sürecine destek verilmiş ve süreç hızlandırılmıştır. Avrupa Birliği’nin komplodaki yeri Önder Abdullah Öcalan tarafından şöyle değerlendirilmektedir:
“Büyük Gladio komplosunun en önemli bölümü İmralı’da yaşama geçirilmeye çalışılmıştır. Beni Adaya getiren birimin şefi General Engin Alan’ın görevi bile bu gerçeği aydınlatmaya yeter. Engin Alan dönemin Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın, yani Türk Gladio’sunun resmi şefi durumundaydı. Adada beni karşılayan AB Konseyi yetkilisinin yaklaşımı, komplonun AB boyutunu daha da açıklayıcı nitelikteydi. ABD, AB ve Türk yönetimi arasındaki antlaşma böylece açığa çıkmış durumdaydı. Operasyonun baştan sona ABD ve AB’nin siyasi sorumluluğu altında NATO Gladio’su tarafından yürütüldüğünü bu üç göstergeden (ABD Başkanı Clinton’un özel danışmanı General Galtieri’nin açıklamaları, AB Siyasi Komiserliğinden bayan yetkilinin yaklaşımı ve Türk Özel Kuvvet Komutanlığı Şefi Engin Alan’ın rolü) daha açıklayıcı kanıt olamaz. Daha sonra ortaya çıkan bu gerçeklerden önce de beni etkisizleştiren gücün Türk hükümeti güvenlik güçleri olmadığından şüphe etmiyordum, ama operasyon mekanizmasını tam kavrayamamıştım. Süreç gerçekte olduğundan çok farklı yansıtılıyordu. Türk hükümeti bastırıyor ve sonuç alıyor gibi bir hava ısrarla yaratılıyordu. Başbakan Bülent Ecevit’in beni niçin yakaladıklarını ve Türkiye’ye iade ettiklerini anlamadığını söylemesi bile bu iddiamı doğrulayıcı önemli bir kanıttır. Gelişmeler çözümlenip netleştirildikçe iddiam daha da doğrulanacaktır.”
Büyük rolü bulunan ülkelerin bir diğeri de İsrail’dir. İsrail İstihbarat Servisi MOSSAD, İtalya ve Kenya’da başta olmak üzere doğrudan Önder Abdullah Öcalan’ı fiziki ve telefon üzerinden takibe almıştır. Kenya’da Önder Abdullah Öcalan’ın yakalayanların MOSSAD üyeleri olduğuna dair bilgiler mevcuttur. MOSSAD’ın bu komploda rolü sürekli gizli tutulmaya çalışılmıştır. Fakat bu konuda bir takım belgeler de açığa çıkmıştır. “Gideon’un Casusları” adlı kitaptan alıntılayıp haber yapan Kenya’nın en büyük gazetesinde (Daily Nation) şöyle geçmektedir:
“CIA ajanları, Öcalan’ı Yunan Büyükelçi’nin evine kadar izledi ama bir operasyon düzenlemedi. Ancak Öcalan’ı izleyen sadece onlar değildi. Nairobi Havaalanı’ndan Kenya’ya giren 6 İsrailli ajanın görünürde safariye giden turistlerden farkı yoktu.
Mossad ajanları Öcalan’ın kaldığı evi yakından takip ediyor ve CIA’in yanı sıra Kenya gizli servisiyle de istihbarat alışverişinde bulunuyordu.
Kenyalı ve İsrailli ajanlar, Öcalan’ın dışarı çıkmasını beklemeden, kaldığı eve girdi ve onu alarak havaalanında bekleyen uçağa bindirdi ve Türkiye’ye doğru yola çıkarıldı.”
Bir diğeri ise Mossad’ın Başkanı Efraim Halevy kitabında Önder Abdullah Öcalan’ın esir alınıp Türkiye’ye iade edilmesini şu şekilde anlatıyor:
“Türkiye’nin başkenti Ankara’daki en yüksek yönetim makamları, Öcalan’ın yakalanmasının CIA ile Mossad’ın sağladığı bilgiler sayesinde gerçekleştiğini öne sürüyordu. Birkaç gün sonra, Türkiye Kürtleri, Avrupa başkentlerinde şiddetli gösteriler sahnelediler. Gösteriler, bir grup insanın İsrail’in Berlin başkonsolosluğuna hücum etmeye kalkışmasıyla doruğa çıkmıştı.
Avrupa’daki Kürtlerin söylenenlerin gerçekten de doğru olduğuna inanmayı sürdürmeleri durumunda Avrupa topraklarında, uğratıldığına inandığı büyük ihanetin intikamını almaya çalışmakla kalmayıp, zor görevlerimizi daha da tehlikeli hale getirecek bir düşmanla karşı karşıya geleceğimizden endişeleniyordum. Bu şartlar altında Kürtlere, liderlerinin yakalanmasıyla Mossad’ın uzaktan yakından alakası olmadığına dair açık ve net bir sinyal göndermek şart olmuştu. Görünüşe bakılırsa siyasi otorite tarafından yapılacak resmi bir yalanlamadan daha iyi bir yol olabilir miydi? Ne var ki böyle bir yöntem kuşku uyandıracak ve son tahlilde güvenilirlikten yoksun olacaktı. Şartlı refleks olarak sürekli yayınlanan türden sıradan bir yalanlama olarak görülecekti. Konuyu başbakanla görüşecek olursam onun derhal bir yalanlama yayınlanmasına karar vereceğini biliyordum. Başbakanla, onun adına yapılacak bir açıklamanın inandırıcı olmayacağını tartışacak durumda değildim.
O güne kadar kullanılmamış bir yöntem seçtim. Mossad’ın bütün faal çalışanlarına, Mossad’ın olayla alakası olmadığını belirten bir mektup gönderdim ve bu mesajın bir şekilde basına sızmasını sağladım. Bildiğim kadarıyla daha önce böyle bir şey yaşanmamıştı ve asıl niyetimin gizli tutulması için elimden geleni yaptım. İsrail’in kusursuz bir üne sahip önde gelen gazetecilerinden biri, bütün bir makalesini yazdığım mektupla üstü kapalı olarak başbakanı savunmamı eleştirmeye ayırmıştı. Bu gazeteci, başbakanı kurtarmak için mesleki güvenilirliğimi kötüye kullandığımı iddia ediyor ve beni ucuz bir siyasi hile yapmakla suçluyordu. Belli ki mesajımın ana noktasını gözden kaçırmıştı ve ben de suçu üstlenmeyi ve gerçek amaçlarımı açığa çıkarmamayı tercih ettim. Beni ilgilendirdiği kadarıyla başlıca sorumluluğum, Kürtleri bizim olayla alakamız olmadığına inandırmaktı. Kürtlerin Avrupa’daki Mossad ajanlarına yönelik saldırılar başlatmalarının, bunun sonucunda ajanlarımızın ülkeye ceset torbaları içerisinde dönmelerinin önüne geçilmeliydi. Bu benim için her şeyden önce gelen en büyük görevimdi. Bu, yalnızca benim alabileceğim türden bir karardı. Otorite zinciri içerisinde sorumluluk bana düşmüştü ve benim üstüm devre dışıydı ve öyle de kalması gerekiyordu. Son tahlilde, amacıma ulaştım.“
Yunanistan, Kenya, Belarus vb. diğer ülkelerin Kapitalist sisteme ajanlık yapmak dışında bir yükümlülüklerinin olmadığı bu komploda da açığa çıkmış bulunmaktaydı. ABD ve NATO’nun gücüne biat eden bu devletlerin Önder Abdullah Öcalan’ın yakalanmasında rolleri belirgin bir şekilde vardı. Gerek yönlendirme, gerekse takip altına alma ve takip altına koyma çabalarında bulunmuşlardır. Sonuç olarak NATO gladiosunun örgütlendiği bu devletler ABD ve NATO Gladiosunun talimatlarını yerine getirerek komplo sürecini işletmişlerdir.