Büyük yurtseverlik görevlerimiz -1

0
661

Yurtseverlik bizde yitirilen, çarpıtılan, ihanete uğrayan hazin bir durumdadır. Yurt inkarı, Türkiye yurtseverliği ve hakim ulus milliyet­çiliği biçimine kadar gidebilmiştir. Böylece enternasyonalizmi de insanlık duygusunu da yerle bir eden bir konumda olduğu için kişilik oluşumumuzun temelinde sağlam bir yurtseverlik anlayışım, ilişki­sini oturtmak vazgeçilmezdir.

Yurt sevgisi, insan topluluğunun daha ilk şekillenişinde aradığı bir sevgidir. İlk toplumsal yoğunlaşma, ilk toplumsal ilişkilerin gelişme­si, hep küçücük bir dünya parçasında gerçekleşir. Orada bir ev kuru­lur, küçük bir üretim alam açılır, sınırlar çizilir, tanışılır ve bununla bağlantılı bir kültür gelişir, burayı koruma duygusu gelişir ve bu bir kişiliği yaratır. Burada emek, verimliliğe ve en değerli ürünlere ulaşır. Bu temelde sınıflaşma gelişir. Yoğunlaşan emeğin üzerinde sömürü imkanı ortaya çıkar. Sömürü sınıflı toplumu doğurur ve bu temel üzerinde devlet oluşturulur. Bu, toprakla direkt bağlantılı bir olaydır. Sınırların çizildiği yerde, orası benimdir denildiği yerde siyasal olgu ortaya çıkar. Siyasal olgu devlete dönüşür. Devlet daha gelişmiş bir topluluk çizer. Bir toprak parçasında yaşamak, onun üzerinde yük­selmek, bu şekilde gelişir.

Fazla uzatmadan günümüze gelelim. En ilkel klan, kabile boyları­nın bile yaşam açısından vazgeçilmez gördükleri toprak parçasını, günümüzde Kürdistan’ı ailece toptan terk etmek, insanlıktan ne kadar geri kaldığımızı, ondan da öteye koptuğumuzu en bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. Çok hazindir ki, bu kendiliğinden ol­maktadır. Bugün bir Filistin ailesinin topraktan kopmama savaşımı çok önemli bir savaşımdır. Bugün bir Filistin direnişi, oraya bir Filistinli aile daha iskan ettirmeyi, İsrail iskanını kabul etmemeyi en önemli bir uğraş olarak görmektedir. Bu bütün dünyada böyledir. Peki bizde öyle midir? Hayır! Bizde bölük bölük, tabur tabur insan­lar, bin yıllık anavatan topraklarını karın doyurmak uğruna terk ediyorlar. O da mümkün olsa! Her şeyini yitirme temelinde gidiyor. Hadi geçmiş katliamlar döneminde zorla göçertildiler, iskan ettiril­diler diyelim, peki ya şimdi? Aç bırakılıyor insanlar. Bu bir kaçırtma yöntemidir. Daha da ötesi, toprak üstünde kalıp da, toprağa ihanet etmek var, toprağa beş metelik değer vermemek var. Onun özgürlüğü uğruna dilini bile kıpırdatmamak var. Bundan daha büyük bir inkar­cılık, bundan daha büyük vatansızlık söz konusu olabilir mi? Ama bu yaygındır. Bu kadar toprakla bağını, bağımlılığını, sevgisini terketmiş, bunu yadsımış ve böylece yabancılaşmayı en tehlikeli bir nokta­da yaşayan bir kişi, bir aile, bir halk aslında kendi kendine köleliğin en tehlikeli biçimlerinden birisini yakıştırmış demektir. Günümüzde bir karış toprak uğruna savaşlar oluyor, oluk oluk kan akıyor. Bizde ise yadsıma had safhadadır. Hiçbir ülkede, bizim ülkede olduğu ka­dar toprağa hor bakma, onu harabelerden ibaret, kuru, verimsiz, hayır getirmez olarak görme, toprağa sırtını çevirme ve böylelikle onu çiğneme gibi iğrenç bir duygu gelişmemiştir. Toprak, bizde çiğnenilmektedir, üzerinde vatan diye yaşanılmıyor. Acaba bu duy­guyla büyütülecek çocuklar ve geliştirilecek ailelerde ekonomik, sos­yal ve kültürel yaşam kaç para eder?

Dikkat edilirse, dünya halkları, ulusal kurtuluş aşamasında şiddet­li bir savaşımdan, başkaldırıdan geçerek burası vatanımızdır ve sonu­na kadar orada kalacağız demişlerdir. Orada siyasal kurtuluş temelin­de ekonomik olarak sınıflaşma, sosyalleşme, kültür, teknik, bilim ve giderek ulusal güçlenmenin çok çeşitli biçimlerine ulaşmışlardır. Dünya halklarının ezici bir çoğunluğunun gelişimi böyle olmuştur. Temel doğrultu, eğilim ve yaşam şekli bu biçimde gelişmiştir. Ve bugün ulusal kurtuluş savaşlarının tümü bu amaçla gelişmektedir. Savaşlar bunun içindir. Hatta sosyalist ülkelerde bile herhangi bir ulus belli bir toprak parçasında yaşadığı için onun uğruna savaşım vermektedir. Bu, günümüzün en yakıcı bir sorunudur. Peki bizde ne yapılmıştır? Bizde kaçış vardır. Bu sadece fiziki olarak değil, toprak üzerinde olunduğu halde kaçma vardır. Kendinizi bir yoklayın. Doğduğunuz yöreye, köye ve çevreye gidip dolaştığınızda şehir ve kasa­balar, tarihsel kalıntılar, geleneklerimiz, toplumsal şekillenme, ulusal özellikler sizi ne kadar sarıyor? Ne kadar değer veriyorsunuz, ne kadar derin arayışı içerisindesiniz, ne kadar sizi tutkuyla kendisine bağlıyor? Bu duygularınız, bu konudaki arayışınız şiddetli ise, derin ise o zaman bu kısmi bir yurtseverleşmenin başlaması demektir. Eğer bu yoksa, bir vatan haini olduğunuz ortaya çıkmaktadır. Ve maalesef gelişmeden değil, herhalde gittikçe azalmadan ve tükenmeden bah­sedeceğimize göre, vatansızlık meselesinde durumlarınız son derece yıkıcıdır. İlkel klan ve kabilelerin bile onsuz edemedikleri, ancak o temelde kültüre ve daha fazla ürüne, tekniğe, bilime, inanışa ulaştık­ları bu olgudan eğer biz bu çağda uzak durursak kaç para eder? Ma­nevi bir güç olmazsa, yüksek bir sevgi ve tutku olmazsa, bırakalım insanlıktan bir şeyler kavramayı, kendimizden dahi hiçbir şey kav­rayanlayız.

Kürdistan’ın çok çeşitli güzellikleri, zenginlikleri ve tarihsel eser­leri vardır. Bir Adıyaman’da Nemrut heykelleri dünyanın yedinci harikasıdır. Ve bütün dünya orayı gelip görmek istemekte, gördükle­rinde ise müthiş bir duyguya kapılmaktadırlar. Orada güneşi seyret­mek için mutlaka sabaha kadar beklemektedirler. Dünyanın her tara­fından tonlarca masraf yapıp oraya bu bir günü yakalamak için gel­mektedirler. İşte bunu o kadar sevmekte, o kadar muhteşem görmek­te, kutsal görmekte ve yüceltmektedirler. Acaba yanı başında yaşa­yanlarımız bu duygunun yüzde birini duymuşlar mıdır? Elbette ki hayır! O zaman kendi halimize bakalım. Böyle ucubeler kaç paralık adam olabilir? İnsanlığın bu kadar görkemli gördüğü, harika dediği bir olay karşısında biz yoksun, kör-sağır bir durumdayız. O zaman yurtseverliğin ölçütüne bakmak gerekir. Buna bakıldığında yurtsever­likten ne kadar uzak olunduğu görülecektir. Ve bu küçük bir örnektir. Daha neler neler… Kürdistan, insanlığın ilk defa üzerinde uygar­laşmaya adım attığı bir merkezdir. İnsanlık ilk defa burada toprağa yerleşmiş, toprağı tarıma açmış, yabancı hayvanları evcilleştirmiş ve toprağa kavuşmuştur. İlk defa setler dizilip barajlar yapmış, sulama yoluyla tarımı gerçekleştirmiştir. İlk defa burada kentler kurmuş, tanrılar, dinler ortaya çıkmıştır. İlk sanat örnekleri, din kitapları burada yazılı hale getirilmiş ve bu belgeler günümüze kadar korunmuştur. Sayısız halklar kendi özellikleriyle bu kültüre katkıda bulun­muş, daha da zenginleştirmiştir. Oluşan kültür, insanlık tarihi kadar eski bir kültür olmuştur. İnsanlık buradan uygarlık temelinde çeşitli alanlara yayılmış ve buradaki uygarlaşma adım adım dünyanın dört bir tarafına taşırılmıştır.

Peki bu tarihi temelden geriye hangi eser kalmıştır? Böylesine büyük bir tarihin içinde biz, cücelerden de daha cüce değil miyiz? Ve yine bu tarihsel gelişimle ne ilişkimiz vardır? Ağrı Dağı eteklerinde, Van Gölü kıyılarında doğan Urartulardan tutalım, ilk Med, Asur uygarlıklarına ve Pers, Babil, Mitanilere kadar, bunlar neler yap­mışlar ve kaç bin yıl yaşamışlardır? Büyük Pers valilikleri burada nelerle uğraşmışlardır? Asur kralları, bugün bile ulaşmakta zorluk çektiğimiz dağlar üzerinde kaç yüzyıl savaş yürütmüşler ve ne yiğit­likler sergilemişlerdir? İskender burayı boydan boya nasıl geçmiş? Onbinlerin dönüşünde halkımız bu ricata nasıl karşılık vermiştir? Yunan yazarları buradaki görkemliliği nasıl dile getiriyorlar? Roma orduları burada nasıl, kime karşı, kaç yüzyıl savaştılar? Ermeni kral­ları burada uygarlığı ne kadar geliştirdiler? Sanata ne kadar katkıda bulundular? Ne yiğitlikler, büyüklükler ortaya çıktı? Bizans İmpara­torluğu kaç yüzyıl burada Sasanilere karşı savaş yürüttü? Fırat kıyıla­rında, Dicle kıyılarında savaş ne kadar uzun sürdü? Ne kadar insan vuruldu? Hangi büyük cengaverlikler yapıldı? Diyarbakır nasıl kurul­du? Halen bugün bile görkemliliğini yitirmemiş Diyarbakır surları niçin ve kimlere karşı yapıldı? Kaç yüzyıl bu surlar pekiştirildi? Kimler burada savunma yaptı? Boydan boya kaleler var, o kaleleri kimler kurdu? Tekniğin bu kadar geliştiği bir çağda bu kalelerin bir tek taşı bile kaldıramamaktadır. O kadar taş nasıl yontuldu, hangi omuzlarda ve nasıl oraya taşındı? Orada kimler nasıl yaşadı? Ve savaşlarla hudutlar nasıl her gün yer değiştiriyordu? Acaba halkımız bütün bu savaşlardan nasıl zarar gördü? Yanında mı, yoksa karşısın­da mı yer aldı? Kiminle işbirliğine girdi, kimin dostu oldu? Kime karşı, niçin dağa çekildi? Bununla neyi kurtarabildi? Niçin gelişeme­di? Büyük İslam direnişi var, islamiyet nasıl girdi? Girerken ne du­rumdaydı? Daha farklı dinlerimiz vardı. Zerdüştlük neydi? Yüzyıllar­ca, hatta bin yıllarca temel inanç sistemi neydi? Nasıl bir moral yaratmıştı, nasıl bir kişilik yaratmıştı, halkı ne kadar mutlu etmişti? Din adamları neydi? Nasıl yaşıyor ve nasıl propaganda ediyorlardı? İslamiyetle nasıl çatıştılar, nasıl kabul ettiler; niçin, hangi temelde, kimler önce bu işe bulaştı? Kaybedilen neydi? Kazanılan neydi? İşbirlikçiler bu süreçte nasıl türedi? Kabileler, aşiretler nasıl boy verdi? Kimler nereye nasıl yerleşti, nasıl çatıştılar? Her biri bir tarafı bir yaşam beldesi haline getirmek için kaç yüzyıl kendi aralarında savaş yürüttüler? Bu savaşlarda nice türkü, şiir, gelenek, masal vs. nasıl ortaya çıktı? Zalimler kimlerdi? Zalim Dehak’a karşı Kawa ne yaptı? Kimdi bu adam? Neyi sembolize ediyor? Müslüman olduktan soma ne kazandık, ne kaybettik? Müslümanlık bizde nasıl gelişti? Kendiliğinden mi gelişti, yoksa zor temelinde mi? Ne kadar kendi­liğinden ne kadar zor temelinde gelişti? Kimler öncelikle müslümanlığı kabul ettiler ve niçin? Kimler çeşitli mezhepler yaratarak sapkınlık içine girdiler ve niçin? O dönemdeki sosyo-ekonomik ge­lişme nedir? Türk istilaları nasıl başladı? Bunlar bizim topraklarımız­dan nasıl geçtiler? Gerçekten kimi vurdular? Nasıl vurdular? Nereler önce işgal edildi? Nerede yoğunlaştılar? Kimler direndi, niçin diren­diler? Neleri koruyabildiler? Bir Mervaniler vardı, kimdi bunlar? Kaç yüzyıl sürmüş bir devlettir ve bu geniş devlet nasıl kuruldu? Sultanla­rı, emirleri nasıldı? Uygarlığı biraz geliştirdiler mi? Burada kültürü ne kadar geliştirdiler? Feqiyê Teyran adında bir şair vardı, bu adam ne yaptı? Nasıl bugün bile yazamayacağımız şiirler yazdı? Hangi sosyal ve siyasal süreç temelinde bu mümkün olabildi? Yüzyıllardır Türk istilacılığıyla gerek uzlaşarak gerek çatışarak yaşandı; ova ova, şehir şehir bu çatışmaların getirdiği yıkım nedir? Daha soma Kürt beylik­leri ortaya çıktı, bu beylikler nasıl ortaya çıktılar, sınırlarım nasıl çizdiler? Bu beyliklerin onbinlerce atlı askeri gücü vardı. Çok sayıda beyliklerdi. Halen türkülerde, şiirlerde dile getirilen Cizre-Botan beyliğinde ortaya çıkan destanlar vardır. Bir Mem û Zîn destanı vardır. Bunlar büyük gelişmelerdir. Bu gelişmeler nasıl sağlanmıştır? Bugün bir-iki Kürtçe sözcüğü bile bir araya getirmeye zorlanıyoruz. O, o zaman çok güçlü bir destanı nasıl yazıyor? Bu dönemde iç içe yaşayan halklar vardır. Ermeniler, Asuriler, Araplar, Türkmenler vardır. Birbirlerine çok şey vermişler, birbirlerinden çok şey almış­lardır.

Bunlar hep nasıl olmuş? Kent merkezlerinde beylikler kurulmuş, yabani kalmış ve sonradan eritilmişlerdir. Sonra Osmanlı sultanları ortaya çıkmıştır. Büyük Yavuz’dan bahsedilir. Yavuz’un Kürdistan beylerine büyük bir saygısı vardır. Onları kazanmak için katırlarla yüklü altın gönderir. Bugün beş kuruşa elde ediyorlar. O zaman öyle heybeler dolusu altın giderdi ve yine altında Yavuz Sultan Selim imzalı boş kağıtlar gönderiliyor, “ne yazarsanız yazın, karar sizindir” diyecek kadar bir güçlenme vardı. Bunlar daha sonra adım adım nasıl zayıfladılar ve tükendiler?

M. Kemal çıktı ortaya. Midelerini doyurmak, tarlalarını kurtar­mak için uşaklık ettiler. Vatan adına, Kürtlük adına ne varsa hepsine ihanet etmeye başladılar. Daha sonra emperyalizm girdi, İngilizler biraz boy gösterdi. Biraz işbirlikçilik yarattılar. Türk kapitalizmi biraz girdi. Bazı insanlar yarattı. Tümüyle tarihinden kopmuş, bütün ulusal değerlerden kopmuş, topraktan kopmuş, bu kadar büyük bir insanlık tarihinin gübresi bol topraklarında kendine ihanet ettiril­miştir. Tarihten ve vatandan dolu-dizgin kaçış ve ihanet sürecine girilmiştir. Bir pula kendini kırk defa satacak duruma getirilmiş ve böylece sürü diyebileceğimiz insan taslakları geride kalmıştır. Sanki çekirge sürüsü buğday başaklan üzerinden geçmiş, tek bir sağlam başak bırakmadan, başaklan kupkuru bırakır gibi, burada da insanlar böyle boş başak haline getirilmiştir. Bunlar tarihin detaylı bir anlatı­mı da değildir, çok yalın ve gerçekten öz bir anlatımdır. Şimdi böyle onurlu, kibirli, birbirimize yaklaşmada bile çekingen, “bu dünyayı ben yarattım” diyebilecek kadar kendine sevdalı, fakat o kadar da boş, kuru insanlar topluluğu haline gelinmiştir. Bu bir gerçektir. Böyle insanlar ne yaratabilir ne olabilir, hangi gücü oluşturabilirler? Hangi sevgi ve saygıyı yaratabilirler? Yaşadıkları kültür nedir? Gün­lük olarak topluma hangi yüzle bakabilirler? Bütün yüzler birbirleri­ne karşı utanmaz, bütün ilişkiler sahte ve inkarcı, katmerli bir yaban­cılık herkesin iliklerine kadar işlemiştir. Onun için insanlar hep birbirlerine karşı soğuk ve tutarsızdır. Birbirlerine söyleyecekleri fazla bir şeyleri yoktur. Neden? Çünkü bütün temel değerlere ters düşmüşlerdir. Çünkü temel davaya göz dikmemişlerdir. Çünkü temel arayışları yoktur. Çünkü temel sorunu kavrama yoktur. Çünkü top­rağa ihanet vardır, değer verme yoktur. Bu insanlar edebiyat oluştu­ramazlar. Bu insanlar sanatın sahibi olamazlar, şiir yazamazlar, öyle güzel türküler de söyleyemezler. Ve bu durumlarıyla kendilerine hiç mi hiç düşkünlük de taslayamazlar. Bu insanlar, bu halleriyle insan­lığın yüz karasıdırlar. İşte gerçeklerin bu temelde doğru kavranışı, bizi en başta toprakla, giderek tarihle tanıştırdığı gibi insanlıkla da tanıştırabilir. Bunun dışında kendimizi tanıma söz konusu olamaz. Bunun dışında gelişme olamaz. Sosyal olarak gelişmek, aile kurmak, daha ileri gelişmeleri yaşamak mümkün değildir.

Her şeyden önce toprak gelir; özgür yaşamaktan da önce bunun bilincine, ruhuna ulaşmak gerekir. Yurtsever ruhu, bilinci, taşı, toprağı, halkın tarihini, onun üzerinde yaşamı sevmek gerekir. Bu sevgi toprak sevgisine götürür. Toprak sevgisi de halk sevgisine götürür. Halkı bulmak ge­rekir. Halka bakarak halkı görüyor musunuz? Hayır! Gördüğünüz, bahsettiğiniz o soğuk, karanlık ve utanmaz yüzlerden başka bir şey değildir. Doğru bir biçimde halkı bulduğumuzda, o zaman halkın gücünü, halkın toprağa, kendi emeğine sahip olması gereken gücü­nü, yani özgürlüğünü bulacağız. Özgürlük her türlü gelişmenin esası­dır. O zaman ekonomide herkesin karnının doyurulması, dünyanın dört tarafına savrulanlardan daha fazla sayıda insanın hem de bolluk içinde yaşatılması, özgür aile kuruluşu, gelişen sosyal ilişkiler, yeni­den kültürel gelişim, bütünüyle umut dolu bir yaşam ve en zor yoksul dönemde bile bu umutla yıllarca yaşayabilmenin coşkusu gerçekle­şecektir. Bu büyük yurtseverlik ilişkisi ve inancıdır.

Rêber APO

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz