Demokratik siyaset ve öz savunması

0
638

Demokratik siyaset örgütlenmesinde kadının öz savunması nasıl olacak ya da olmalıdır? Her çağda bu önemli olan ve önemini koruyacak bir konudur. Konu hakkındaki genel değerlendirmelere geçmeden önce, konumuzu meydana getiren kavramlara yönelik bazı temel

özellikleri açıklamak, hatırlamak faydalı olacaktır. Çünkü “demokratik siyaset örgütlenmesinde kadın öz savunması” konusunu meydana getiren her bir kavram; öylesine bir araya gelmiş, getirilmiş kavramlar değildir. İsim sahibi olmak kadar, isim vermek de çok önemli ve güçlü olmayı gerektirmektedir. İsimler, gelişi güzel ve rastgele verilmez, alınmaz. Her isimle birlikte oluşan gerekçeler, öyküler, mücadeleler ve insanlığın gelişim seyri saklıdır.

 Demokrasi kavramına bir bakalım: Demokrasi kelimesi Yunanca olup, “demos-halk” ile “krasia-yönetme, yürütme” sözcüklerinden oluşur. Dünya genelinde Yunanca aslındaki anlamı gibi “halkın kendi kendini yönetmesi” olarak kullanılmaktadır. Batı merkezli tarih yorumcularına göre demokrasinin ilk örneğinin antik Yunan’da ortaya çıktığı ve yaşandığı kabul edilir. Modernist paradigmanın ulaştığı bir tespittir. Çünkü Antik Yunan’da görülen demokrasi örneğinden çok daha eski çağlarda da Mezopotamya’da bulunan belgelerden anlaşıldığı kadarıyla belli kurallar çerçevesinde demokrasi anlamını ve formunu karşılayabilen çeşitli yönetim organlarının var oldukları biliniyor. Örneğin Gılgamış destanında savaş kararı alınacağı zaman, yarı tanrı kral Gılgamış’ın tek başına karar vermediği; yanında bulunan bir yaşlılar meclisine danışarak ve onaylarını alarak savaş kararını alması gerektiği belirtiliyor. Yine halkımızın çok iyi bildiği, aşiret meclislerinin günümüze kadar süregelen varlıkları ve aşiretin sorunlarını çözme yöntemlerinin de belli kurallar doğrultusunda kendi kendini yönetme olduğu açıktır. Bu yöntemlerle oluşturulan çeşitli aşiret konfederasyonlarının geliştirildikleri de bilinen bir gerçekliklerdir. Bu kabul görmeyi ise kavram olarak “demokrasi”yi kullanma ve yaygınlaştırma gibi gerekçelerle desteklerler. Bu açıdan da isim verme gücünü elinde bulundurmanın ve ortaya çıkardığı etkinin derecesini görmekteyiz.

Yunan demokrasisini oluşturan temel kurallara bir bakalım; Genel anlamda vatandaş kabul edilen, yetişkin ve belli bir ekonomik geliri olan erkekler halk meclisine seçiliyorlardı. Yunan vatandaşı olmayanlar, yabancılar söz konusu meclise giremezlerdi. Kadınlar, Yunanlı olsalar da meclise giremezlerdi. Kölelerin ise hiçbir hakları yoktu, meclise girmeleri düşünülemezdi. Kısaca antik Yunan’da görülen demokraside; kadınlar, yabancılar ve kölelerin meclise girme hakları bulunmuyordu. Bu yönleriyle de antik Yunan demokrasi deneyimi özellikle feministlerin eleştirilerinin hedefindedir. Köleci ve birinci cinsel kırılmanın hakim olduğu eski Yunan demokrasisine yönelik eleştirilerin çerçevesine katılmakla birlikte; söz konusu çağın zihniyet yapılanmasının çerçevesine göre anlaşılır bir demokrasi deneyimi olduğunu da unutmamak gerekmektedir. Özellikle tanımında belirtilen “halkın, kendi kendini yönetmesi” gerçekliğinin yaşamsal kılınması amacıyla bilinç kazandıran bir deneyim olmuştur.

Bu konuda Rêber Apo; “Demokrasiye ilişkin birçok tanımlama yapılabilir. Sınıf karakteri, uzlaşmacılığı, barışçılığı üzerinde uzun boylu durabilir. Teorik ve pratik gelişmesi derinliğine açımlanabilir. Kendi başına bir uygarlık sistemi olmadığı da belirtilebilir. Fakat ilk defa tüm halklar, kültürler, ideolojik, ekonomik ve politik tercihler adına en kapsamlı bir arada barış içinde gelişme ve yarışma olanağının çok yetersiz de olsa gerçekleştiğini söylemek mümkündür. 20. yüzyılın sonunda zaferi kesinleşen demokrasinin dar sınıf karakterini aştığını belirlemek büyük önem taşır. Bu döneme kadar uygulanan tüm demokrasiler dar bir sınıf damgasını taşırlar. Demokrasinin biçiminde de olsa tüm resmi yurttaşları kapsamına almadığı, dar bir zengin yurttaş topluluğunun yönetim biçimi olmaktan öteye gidemediği söylenebilir. Bir nevi ilk Athena demokrasisi gibi sınıf gerçeklikleri esastır. Fakat 20. yüzyıl sonunda kesinleşen demokratik sistem bu darlıkları ileri düzeyde aşmış bulunuyor… Dolayısıyla sınıflı toplum tarihi boyunca onun kanlı yönetim biçimlerini aşarak herkese, her etnik, dini, cinsi, ekonomik ve siyasal gruba kendini özgürce ifade etme rejimi olarak tanımlanabilecek çağdaş demokrasi, kutsallık sıfatına en yakın yönetim ve yaşam biçimidir. Bu kapsamda da tarihte ilk defa gerçekleştiğini belirtmek yerindedir.” değerlendirmeleriyle; demokrasinin gelişim tarihinin, aynı zamanda yetersizliklerini aşma ve yetkinleşmeyi yaşadığını belirtmektedir.

Siyaset ise; Arapça kökenli bir kelimedir ve devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayışı olarak tanımlanır. Siyaset kavramının eşanlamlısı ise “politika”dır. Eski Yunan’da Atina site-devletinden günümüze kalan bir miras olduğu da yine batı merkezli bir görüştür. Çünkü ilk devlet yapılanmasının Aşağı Mezopotamya’da Sümerler tarafından kurulduğu bilinmektedir. Yunancada şehir “polis” demektir. Atina site-devletinde yaşayan ve şehrin sorunlarının çözümü amacıyla kendini sorumlu gören ve bu sorumluluklarının bilinciyle hareket eden yurttaşların, yaptığı işi tanımlamak için “politika” kavramı kullanılmıştır. Politika kavramı, geçen dönemler boyunca çeşitli yan anlamlarla kuşatılmıştır. Ancak Murray Bookchin “… Batı Avrupa demokratik geleneğinin kaynağı olan MÖ. 5. yüzyıldaki klasik Atina demokrasisi, halkın komünal meclislerin yüz-yüze karar alma ve bu belediye meclislerinin konfederasyonları temeline dayanmaktaydı. Eski Atinalılar için politika yalnızca yönetim sisteminin pratik sorunlarının çözümüne değil, aynı zamanda kişinin kendisinin, toplumuna karşı ahlaki zorunlulukla gerçekleştirdiği, kent etkinliklerine adanmasıydı. Bir şehrin tüm yurttaşlarının etik varlıklar olarak kent etkinliklerine katılması beklenirdi” diyerek konu hakkında geliştirdiği değerlendirme çerçevesinin, kavramın orijinal ve olması gereken anlamını ifade ettiği görülmektedir.

Ancak politika kavramının yüklenilen ve günümüzde de algılanan boyutuyla birlikte bir değer kaybı yaşadığı; hatta belli bir elit kesim için nemalanma yeri iken, bir kesim içinse uzak durulması gereken kirletilmiş bir alan olarak kabul edilmektedir. Ataerkil devlet sisteminde ise yaygın olarak erkek egemenliğinin konumlandığı, kurumlaştığı ve çıkarlarının gerektiği gibi toplumu idare ettikleri en stratejik yapıdır. Bu nedenle de Sümerlerden itibaren kurulan tüm devlet oluşumlarında, en çok kadına kapalı tutulan, temel ve stratejik iktidar alanı olagelmiştir. Sümer devletinin kuruluşundan itibaren kadının toplumsal yaşamda en etkisiz konumda tutulması için rahiplerin eliyle yeni sistemler yaratılmıştır. Kadına karşı geliştirilen, iki büyük cinsel (aynı zamanda kültürel) kırılmanın, ortaya çıkardığı köleleştirme düzenekleri sonucunda da kadın her açıdan “özel ev” tutsağı durumuna getirilmiştir. Günümüzde de süren “özel” ve “kamusal” alan tartışmaları, ataerkil erkek egemenliğinin çıkarlarını korumaya yönelik geliştirilen inceltilmiş ideolojik söylemlerdir. Ataerkil erkek egemenliği tek tanrılı dinlerle birlikte de kutsal bir kudreti arkasına alarak, kadını kamusal yaşamın karar alma mekanizmalarından dıştalamıştır. Genel anlamda erkekler, kamusal alan olarak değerlendirdikleri kentin (polis) yönetimini ve politika yapmayı kendi hakları olarak görmekteler. Kadını ise hem biyolojik, politik olarak yetersiz hem de kendi inşaları olan hukukları gereğince, güçsüz ya da “fitne” çıkaran olarak gördükleri için değersiz gördükleri ev işleri (oikos), çocuk bakımı vb. gibi günlük işlerin kısır döngüsünden meydana gelen alana layık görmektedirler.

Kadınların, ataerkil sistemin her türlü yönelimini sessizce kabul etmediklerini; anaerkil toplumsal yaşam dizgelerini korumak için binlerce yıl direndiklerini mitolojilerden, tek tanrılı dini metinlerden ve günümüze kalabilen halk öykülerinden, türkülerinden öğrenmekteyiz. Özellikle kadınların son iki yüz yıldır sürdürdükleri, kitlesel ve örgütlü mücadelelerin hem kaybettirilen tarihi aydınlatmayı hem de genel anlamda bir bilinç yükseltmeyi yaratmayı başardıkları görülmektedir. Dolayısıyla ataerkil erkek egemenliğinden beslenen iktidar sahiplerinin, son beş bin yılı aşkın zaman boyunca yarattıkları, düzenbaz oyunlarının kamuflajı olan “özel” ve “kamusal” ayrımını aşmada önemli mesafeler kat etmişlerdir.

Rêber Apo; “Kapitalist dünya sisteminde politika en büyük kaybını yaşamıştır. Tarih boyunca merkezi uygarlık sisteminin zirve yaptığı bu aşamada, politikanın gerçek ölümünden bahsetmek mümkündür. Dolayısıyla hiçbir çağla kıyaslanamayacak ölçülerde günümüzde politik tükeniş yaşanmaktadır. Nasıl bir özgürlük alanı olarak ahlaki tükeniş günümüzün bir fenomeni ise ondan daha fazla olarak politika alanının tükenişi söz konusudur. Dolayısıyla özgürlük istiyorsak, en başta toplumun kolektif vicdanı olan ahlakı ve ortak akıl olarak politikayı tüm yönleriyle ve entelektüel gücümüzle yeniden ayağa kaldırıp işlevsel kılmaktan başka çaremiz yok gibidir… Kadın özgürlüğü politik alana yönelirken, savaşımın en çetin yanıyla karşı karşıya olduğunu bilmelidir. Politik alanda kazanmayı bilmeden, hiçbir kazanım kalıcı olamaz. Politik alanda kazanmak demek, kadının devletleşmesi hareketi değildir. Tersine, devletçi ve hiyerarşik yapılarla mücadele, devlet odaklı olmayan, demokratik, cins özgürlüğünü ve ekolojik toplumu hedef alan siyasal oluşumları yaratmak demektir.” değerlendirmeleriyle kadının, 21. yüzyılda esas alması gereken mücadele perspektifini vermektedir.

Öz savunma ise doğada bulunan her varlığın, kendini herhangi bir saldırı, yönelim ve tehlike karşısında korumasıdır. Dünya üzerinde bulunan her varlığın, kendini koruma amacıyla kusursuz mekanizmalar, yöntemler geliştirdiklerini biliyoruz. Öyle ki, hastalık yapan bir virüsten tutalım kompleks yapıya ulaşan canlılara kadar, tüm varlıkların kendini korumak için birbirinden farklılık gösteren donanımlara sahiptirler. Doğada bulunan varlıkların içinde, biyolojik yapısı itibariyle en zayıf ve donanımsız anatomiye sahip olan tek canlı insandır. Ancak insanın beyinsel gelişimi, dezavantajlı olan biyolojik zayıflıklarını kat be kat aşan ve savunmasını en üst düzeyde koruyan sistemler geliştirmesini sağlamıştır. Hatta insanın başta kendini koruma amacıyla geliştirdiği sistemler, zamanla maksatlarını aşmış ve doğanın başına her türlü felaketi sarmaya başlamışlardır. İktidar eksenli zihniyetle geliştirilen sistemler, doğayı kendi emirlerine amade bir keyfi kullanım cenneti olarak görmektedirler. Tek tanrılı dinsel metinlerde “eşrefi mahlukat” mertebesiyle yaratılan insan; tüm canlıların “adını koyma” erkini elinde bulundurmakla, aslında tüm doğanın hâkimidir. Yaratılan her şeyi dilediğince kullanma hakkına sahiptir.

Tek tanrılı dinlerle birlikte derinleşen ataerkil sistemin kutsal (!) babaları, kurdukları “özel ev” haremlerinde tuttukları, kadın ve çocuklar üzerinde her türlü kullanım hakkını kendilerinde görmektedirler. Kadına karşı geliştirilen, her iki cinsel ve kültürel kırılmayla güçlenen ataerkil sistem temsilcileri, toplumsal yapılanmanın ahlaki-politik dokularını tahrip ederek, varlığını süreklileştirmeye çalışmaktadır. Sınıflı uygarlıkla birlikte başlayan ve günümüze kadar çeşitli devlet yapılanmalarıyla varlığını devam ettiren ataerkil zihniyet sahipleri; mevcut gerçeklikte ellerinde bulundurdukları militarist devlet sistemleriyle, yaşadığımız dünyanın en büyük düşmanı konumundadırlar. Militarist devletlerin kendi çıkarlarını korumak amacıyla, geliştirdikleri hukuk sistemleri karşısında; insanlığın büyük bir bölümü kendi değerlerini korumaktan aciz bir duruma getirilmiştir. Binlerce yıldan beri yaşanan onca sömürü savaşları; sınırlı sayıdaki firavun, nemrut, kral ve günümüzdeki temsilcilerinin gözü doymak bilmeyen hırslarının sonucu olarak devam etmektedir.

Konuya yönelik olarak Rêber Apo, “Öz savunma, ahlaki ve politik toplumun güvenlik politikasıdır. Daha doğrusu, kendini savunamayan toplumun ahlaki ve politik vasfı anlamını kaybeder. Toplum böyle bir durumda ya sömürgeleşmiştir, eriyip çürümektedir; ya da direniştedir, ahlaki ve politik vasfını yeniden kazanmak ve işlerliğe kavuşturmak istemektedir. Öz savunma, bu sürecin adıdır. Kendisi olmakta ısrar eden, sömürgeleşme ve her türlü tek taraflı dayatıcı bağımlılıkları reddeden toplum, bu tutumunu ancak öz savunma olanakları ve kurumlarıyla geliştirebilir. Öz savunma sadece dıştan gelen tehlikelere karşı oluşmaz. Toplumun iç yapılanmalarında da çelişki ve gerginlik her zaman mümkündür… Kaldı ki, günümüzde toplumun sadece dışından değil, içinden de tüm gözeneklerine kadar sızan bir iktidar gerçeği karşısındayız. Toplumun uygun tüm gözeneklerinde birbirine benzer öz savunma grupları oluşturması hayatidir. Öz savunmasız toplumlar, sermaye ve iktidar tekellerince teslim alınmış ve sömürgeleştirilmiş toplumlardır. Tarih boyunca klandan kabile ve aşiretlere, kavim ve uluslardan dinsel cemaatlere, köyden kentlere kadar her toplum biriminin daima bir öz savunma sorunu olmuştur.” tespitleriyle ifade ettiği gibi toplumun kendisi, her açıdan iktidarın saldırılarıyla kuşatılmış durumdadır.

Örgütlenme; ortak bir gaye etrafında bir araya gelmiş kurumların ve ya kişilerin oluşturduğu kuruluş, olarak ifade edilmektedir. Günümüz dünyasında her açıdan birbirinden farklılıklar gösteren ve çeşitli yapılarla bir araya gelen örgütler bulunmaktadır. Hiyerarşilerin gelişim aşamasından itibaren ortaya çıkan ve sınıflı uygarlıkla yükselişe geçen ataerkil sistem, toplumsal çoğunluğun her türlü hakkının gasp edilmesiyle, kendi varlığını beslemektedir. Tek taraflı yaşanan bu durum; bir tarafın (toplumsal çoğunluğun) sömürülmesi, diğer tarafın ise asalak (parazit) bir tarzda semirmesini ortaya çıkarmaktadır.

Kendini tanrılaştıran erkek eliyle yaratılan eşitsizliklerin, toplumsal dokuları çökertip, işlevsiz kıldığı açıktır. Toplum, toplumsal özelliklerinin yok edilmesiyle karşı karşıya kalmıştır. Günümüze kadar da birçok toplum, halk -Sümerliler, Tazmanyalılar gibi- maruz kaldığı işgal ve istilalar sonucunda yok olmuşlardır. Birçok halk -Kızılderililer, Aborijinler gibi- ise yok olmayla yüz yüze kalmıştır. Her yönden yoğun saldırılar, imhalar altında olan toplumların kendini korumak amacıyla örgütlenmeleri anlaşılırdır. Kaldı ki, varlığına yönelik her tehdit ve saldırı karşısında kendini korumak; günümüz yasaları tarafından da güvence altına alınan meşru bir haktır.

İnsanın meşru savunma hakkını kullanması ise rastgele bir tarzda gerçekleşemez. Doğadaki birçok canlıda kendini korumak amacıyla, içgüdüsel olarak -genlere kodlanan bu gerçeklik, birçok araştırmanın konusunu oluşturmaktadır- geliştirdiği düzeneklere sahiptir. Birey, grup, topluluk gibi farklı durumlara yönelik saldırılar karşısında, başarıya ulaşacak bir savunma örgütlü olmak durumundadır. Bu açıdan örgütlü olmanın sayılarla fazla bir ilgisi yoktur. Tek bir insan da kendini korumak amacıyla, örgütlenebilir. Önemli olan, bir amaç için yapılan hazırlık ve başarıya götüren planların gerçekleştirilmesidir. Elbette ki her işe, çalışmaya göre yapılması gereken örgütlülük farklı olacaktır ve olmalıdır. Kendi mücadele tarihimizde de bu konuyu açıklayacak birçok farklı örnek yaşadık: ‘90’lı yıllarda gelişen halk serhildanlarında kitlesel, büyük sayıdaki insanın örgütlü hareket etmesi söz konusuyken; 1996 yılında şehit Zilan yoldaşın gerçekleştirdiği fedai eylemde ise Zilan yoldaşın iyi hazırlanmış bir planlamayla eylemini gerçekleştirmesi, tek kişilik bir örgütlülük başarısıdır.

Konumuzun ismini meydana getiren kavramların anlamı ve gelişim seyrinden de görüldüğü gibi demokratik siyaset örgütlenmesinde kadın öz savunması, her şeyden çok gerekli olan bir çalışmadır. Kadının maruz kaldığı karşı devrimlerle başlayan ve gelişen erkek egemen sistemin geldiği yer, sadece kadın açısından değil; gezegenimiz için de geri dönüşü olmayan, tamir edilemez yıkıcı düzeylere çoktan ulaşmış durumdadır. Bu nedenle biz kadınların sadece kendimiz için öz savunma mekanizmaları geliştirmemiz de yeterli olmayacaktır. Dünyamızın başına bela olan ve kaynağını erkek egemenliğinden alan, militarist devlet yapılanmalarına karşı mücadele yürütebilecek örgütlülükler geliştirmeliyiz. Rêber Apo, bu hayati tehlikeyi erkenden gördüğü için “demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü” paradigmayı, temel mücadele gerekçesi olarak ortaya koydu.

Kadın mitolojilerde parçalandı, tek tanrılı dinlerde lanetlendi ve günümüze kadar da bu kirli lanetin günahından kurtulamadı. Aradan geçen binlerce -en azından beş bin- yıla rağmen, kadın bedeni hala lanetli, kirli ve eksik bulunmaktadır. Kadın aklı ise yarım -saçı uzun, aklı kısa- ve fitne çıkaran olarak değer(siz)lendirilmektedir. Bir yanda uzayda dolaşan insanlık, diğer yanda da diri diri toprağa gömülen gencecik Medine’ler…

“Birleşmiş Milletler kaynaklarına göre, 21. yüzyıl itibariyle hiçbir ülkede kadın ile erkek arasındaki ayrımcılığın tamamen bittiğini söylemek mümkün değildir. Dünya üzerinde günde 1 dolar gelirin altında yaşayan 1. 3 milyar insanın % 70’ini kadınlar oluşturmaktadır. Dünyadaki 27 milyon mültecinin % 80’i kadınlar ve çocuklardan oluşmaktadır. Okur-yazar olmayan 1 milyar yetişkinin üçte ikisi kadındır. Okula gönderilmeyen 130 milyon çocuğun üçte ikisi yine kız çocuklarıdır. Hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde kadınların çoğunluğu erkekler ile aynı işi yapmalarına rağmen, erkek çalışanlara göre, dörtte bir oranında daha az ücret almaktadır. ” (Aktaran Ayşen Esin Çilingir “Women At A Glance”den)

Toplumsal yaşamın her alanında kadının maruz kaldığı eşitsizlik, hak ihlalleri dünyanın gözü önünde sürüp gitmektedir. Ayrıca en temel konulardan biri de kadının günlük olarak maruz kaldığı şiddetin boyutlarıdır. Kadını, kendi “özel evinin” malı olarak değerlendiren zihniyet sahipleri; şiddetin her türünü de kullanmaktan çekinmemektedir. Toplumun kadın konusunda yaşadığı kaosu anlayabilmek için günlük basını takip etmek yeterli olacaktır. Kendi varoluş ihtiyaçları temelinde yaşamak isteyen her kadın, erkeğin (baba, kardeş, koca, oğul) gazabından kurtulamamakta; “ya benimsin ya da kara toprağın” deyişi, ataerkil zihniyetin üretip yaşattığı bir gerçekliktir. Türk devlet yetkililerin belirttiği resmi kayıtlara göre, her gün ortalama olarak 5 kadın erkek şiddetinin kurbanı olarak yaşamını yitiriyor. İşin bir de resmi kayıtlara geçmeyen boyutu var. Birçok kadın maruz kaldığı aile içi şiddeti, tecavüzü çeşitli sebeplerden dolayı ifade etmiyor, edemiyor.

Kadın, doğar doğmaz toplumsal cinsiyetçiliğin yarattığı eşitsizlikler ortamında ve temel haklarından yoksun olarak büyütülüyor. Her türlü sağlıklı yetişme, eğitim alma ve yaşamını idame ettirmenin tüm imkanlarından uzak olarak yaşamak zorunda bırakılıyor. Sonuç itibariyle kadın, kendi hak ve özgürlüklerinden habersiz bir biçimde, erkeğin eline mahkum tarzda, bir başına kalmaktadır. Tam da bu noktada; toplumun güvenliği için var olduğu iddiasıyla kendini süreklileştiren devlet ise adı anayasa olan, ancak içerikleri “babayasa” olan kuralları gereğince, günde ortalama kadın cinayet oranlarının 5 olduğu vahşete seyirci kalmaktadır.

Devlet baba (kelimenin tam anlamıyla ataerkil bir baba gibi) seyirci kalmayıp da ne yapacak? Tüm hamaset söylemlerine rağmen, devletin en çok kendi çıkarlarını korumakla görevli olduğu, her açıdan ortaya çıkmış bir gerçeklik olmaktadır. Karar alma mekanizmalarında kadın, yok denecek kadar az sayıda yer almaktadır. Yer alan sınırlı sayıdaki kadınlar ise mevcut statükocu yapıları değiştirebilme gücünden henüz uzaklar. Kuşatıldığı yetiştirilme tarzı sonucu, kendi kaderine razı olan ve farklı bir yaşam biçimini düşünemeyen, kayıp kadın kuşakları bulunmaktadır.

Her şeyden önce kadınların maruz kaldıkları karşı devrimlerin farkına varıp, hangi değerlerden mahrum kaldıklarının bilincine ulaşmaları gerekmektedir. Kadın ataerkil sistemin kaybettirdiklerini bilince çıkarmadan, neyi kazanması gerektiğinin ayırdına varamaz. Toplumu, toplum yapan ve kadın eliyle yaratılan ahlaki politik değerlerin doğru savunuculuğunu da yapamaz. Bu bağlamda öncelikli öz savunma çalışması; kadına kaybettirilen tarihin gün ışığına çıkarılması ve kayıp kadın kuşaklarının yaşadıkları trajedilerin aydınlatılması gerekmektedir. Kadın olarak, neden bu kadar derin bir köleleştirilme ile sarıp sarmalandık? Bedenimizin tüm hücrelerini kuşatan bu kölelik zincirlerini, moda adı altında nasıl kabullenir olduk? Kendi ihtiyaçlarımız için yaşamanın “günah” olduğuna ne zaman ikna olduk? Her kadın kendi yaşadıkları üzerinden soruları çoğaltabilir. Her kadın soruların doğru cevaplarıyla, doğru bir öz savunmanın neleri kapsadığını araştırabilir. Kadınların ortak örgütlülüğü ve ortak öz savunmasının yolu; tüm kadınların, kadın olmaktan kaynaklanan sorunlara karşı geliştirdiği çözümlerle geliştirilecektir. Bu temelde de doğru reçete, kadınların kolektif tartışma ve kararlaşmaları ile yaratılacaktır.

Özellikle kadınların kamusal alandan uzaklaştırılıp, politik karar alma mekanizmalarından dıştalanmalarının aşılması gerekmektedir. İşten bile sayılmayan ve kadın yaşamının mahkum edildiği “oikos-özel ev” faşist dairesinden kurtulmaları şarttır. Demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigmamız doğrultusunda her kadın bulunduğu yerde kendini eğitme, birlikte yaşadığı insanları eğitimle dönüştürerek işe başlamalıdır. Acil konuların başında gelen diğer bir alan ise kadınların her aşamadaki (köyden başlayıp en üst organlarına kadar) karar alma mekanizmalarına katılmayı başarmalarıdır. Kadın, kendi ihtiyaçlarını belirlemeli ve bu temelde karar alarak; kararlarının gereklerini pratikleştirecek örgütlü kurumlaşmaları yaratmalılar. Bu açıdan Kürt kadınlarının özgürlük hareketinin ideolojik, sosyal ve askeri alanlarda yarattıkları örgütsel kurumları, ağır bedeller ödeyerek önemli bir miras ortaya çıkarmayı başarmıştır. Kazanılan mevcut değerlerden de anlaşıldığı gibi kadının demokratik siyaset örgütlenmesinde öz savunmasının doğru temelleri başarıyla atılmış durumdadır. Söz konusu değerlerin doğru korunması ve ahlaki politik toplumun inşası ile süreklileştirilmesi önemli olmaktadır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz