Havalar giderek soğumuştu. Komün evinde eğitime yoğunlaşabilmek için içerisini biraz ısıtmak gerekiyordu. Birbirimize sokulup var olan birkaç battaniyeyi dizlerimize çekmek artık kesmiyordu. Ben bizim kullanmadığımız eski sobayı kapıp getirdim. Boru ve dirsekleri eksikti, onu da tamamladık. Şimdi sadece odun ve kömür lazımdı.
Ankara’da yaşayan herkes bilir. Bu kentin sonbahar gecelerini sobasız atlatabilmek hiçbir yiğidin harcı değildir. Yoğunlaşmamızı sürdürebilmek için herkes buraya gelirken evinden bir kucak odun, bir poşet kömür getirse hiçbir sıkıntımız kalmayacak. Bunu kendimiz için, hocamız için yapmalıydık.
Anam ‘bizim odun, kömür nasıl bu kadar çabuk bitti ben anlamadım. Geçen sene de bu kadar almıştık. Neredeyse yarısı artmıştı’ diyerek kendi kendine söylenip dururdu. Duymazlıktan gelirdim. Ama mesajın bana olduğunu biliyordum. Her kömürlüğe indiğinde gördüğü manzara karşısında söylenmeye devam ediyordu, ama açıktan ‘sen mi götürüyorsun’ diye sormuyordu. Belki sormaya kıyamıyordu. Sorsa söyleyeceğim. O sormazsa ben de söylemeyeceğim diyordum. Ama odun kömür muhabbeti giderek daha sık yapılınca artık dayanamadım söyledim. ‘Borcum ne kadar’ dedim. ‘Yok oğlum ben hırsız mı giriyor, komşulardan biri mi alıyor diye merak ettiğimden …’ dedi.
Ankara’nın sonbaharı başkadır. Paltosuz yapamazsın. Gündüzleri sokakta yürürken zevkten dört köşe, hatta sarhoş olursun. Geceleri ellerin, ayakların üşür. İçin ürperir. Her için ürperdiğinde elinde bir bardak sıcak çay veya ıhlamur olsun istersin. Bizim komün evinde çayımız var. Artık tüp kullanmaya da paydos demişiz. Her akşam sobanın üstünde sürekli kaynayan suyumuz var. Çayımız, sigaramız, yanan bir sobamız var. Yoğunlaşmak, gümbür gümbür tartışmalar yapmak için hiçbir şeyimiz eksik değil. Kemal elbette o davudi sesiyle heyecanlı, tutkulu tartışmaların lokomotifi.
Kemal PİR ile zamanın nasıl geçtiğini bilmiyorduk. Sürekli bir okuma, tartışma ve herc ü merç içindeydik. Kafalarımız açılmış, bilmediğimiz veya ilk defa yüzleştiğimiz konular hakkında bile doğruya yakın düşünceler öne sürebilecek kadar genel ve sağlam bir perspektif kazanmaya başlamıştık. Bu çok farklı bir duyguydu. Düşüncenin cazibesinden, teorinin tılsımından sarhoş olur mu insan? Biz olmuştuk. Eğer çok ciddi teorik bir konuda uzun, düzgün, tutarlı ve sistematik ilk cümlenizi kurmaya başladıysanız bu duygu sizin içinize doluşur. Hoş bir sarhoşluk hissedersiniz. Bilgi sevgisi, bilgiyi arama, bilgiye erişim, bilgiyle birleşme bir süreçtir, birleştiğinizde tatlı bir sarhoşluk benliğinizi sarar.
Bizi bilgiyle buluşturan ve sarhoş olmamızı sağlayan hocamız da artık bizimle daha fazla zaman geçirmeye başlamıştı. Önce buna sevinsek mi? Üzülsek mi? Bilemedik.
Kemal daha fazla bizimleydi çünkü artık okula gidemiyordu. Eğitim hayatı bitişin eşiğine gelmişti. DTCF derin devletin özel bir operasyonuyla faşistlerin eline geçmişti. Bizim ‘fruko’ adını taktığımız Toplum Polisinin günlük olarak açıktan ve aktif desteği ile fakülteye devrimci-demokrat öğrencilerin girişi engelleniyordu. DTCF’li devrimci-demokrat öğrenciler artık eğitim haklarından resmen yoksun kalmıştı. Kemal PİR bir türlü bu durumu sindiremiyordu. Çok ağırına gitmişti. Öyle okuyup mezun olmayı, kariyer yapmayı önemsediği için değildi. Ama devrimcilerin okula girememesini, okulun faşistlerin denetimine girmesini, devrimci-demokrat öğrencilerin, emekçi çocuklarının öğrenim hakkının gasp edilmesini bir türlü kabullenmek istemiyordu.
Kabullenmeye yanaşmıyordu, çünkü bu okula çok emeği geçmişti. Devrimci-demokrat öğrenciler öğrenim haklarını rahatça kullanabilsinler diye faşistlerle nice kavgalara girmiş, yara bere almıştı. O bir gençlik lideri idi. Ve şimdi faşistlerin eline düşen okul onun okuluydu. Kampüste, kantininde, kütüphanesinde, koridorlarında sayısız anıları vardı. Artık buralar ona kapalıydı. Sadece Kemal değil bütün devrimci-demokrat öğrenciler okul dışına itilmişti. Fakültenin kapısını tutan frukolar yanlarında duran faşistlerin parmakla işaret ettiği öğrencileri okula sokmuyordu. Okula kimin devam edip kimin edemeyeceğine faşistler ve polis karar veriyordu. Faşistlerin parmakla işaret edip ‘bu komünist’ demesi yetiyordu. Gerisini ‘frukolar’ getiriyordu.
Kemal’in değimiyle ‘DTCF faşistlerin karargâhı haline gelmişti, dağıtılmalıydı.’ İşçi, emekçi çocuklarının, solcu, demokrat öğrencilerin gidemediği okul ne işe yarardı ki? Faşistlerin toplaşıp devrimci öğrencilere yapacakları saldırıları planladıkları, taarruzlarını koordine ettikleri bir karşı-devrim karargâhı haline gelen bir yer, yerle yeksan olsa daha hayırlı olurdu. Onun eski okulu hakkındaki duyguları, düşünceleri artık böyleydi.
Şahsen ben de çok üzülmüştüm. DTCF’ne özgünlüğü olan bir sempatim vardı. Geri almak, en azından devrimci-demokrat öğrencilerin öğrenim haklarını kullanabilecekleri bir çözüm bulmak gerekiyordu. Kemal PİR’e göre tek çözüm öncelikle bu durumu asla kabullenmemekti! Direnmekti! Ne kadar sürerse sürsün ne olursa olsun kazanmak için kavgaya devam etmekti.
Kemal PİR’in okula gidememesi bir tek bize yaradı. Daha fazla okumalar yapma, tartışmalar geliştirme imkânımız olmuştu. Kötülükte de bir keramet vardı(!) Kemal devrimci militanlar yetiştiriyordu. Bu kötülük daha çok ideolojikleşmemize, kendimizi gerçekleştirmemize, donanım kazanmamıza fırsat yaratmıştı.
Eğitim çalışmamız yaklaşık beş ayını geride bırakmıştı. Türkiye’nin gündeminde yine seçimler vardı. 1975’in Ekim ayında Senato ve yenileme ara seçimleri yapılacaktı. Düzen partileri yani CHP, AP, MSP, MHP, DP, BP ucu ucuna meydan mitingleri ve kahvehanelerde halk toplantıları yapmaya başlamıştı.
Her zaman olduğu gibi güncel politik gelişmeler üzerine sohbet ederken Kemal ‘Hep teori, hep eğitim olmaz. Teori pratik içindir. Aynen paranın yazı turası gibi’ dedi. Ne yapmak gerekir diye sorulunca, ‘seçimler konusunda devrimcilerin de bir tutumu, tavrı, sözü olması gerekmez mi?’ dedi.
Kemal PİR’e göre devrimciler, göz göre göre halkın aldatılmasına izin veremezdi, vermemesi gerekirdi. Ne yapılabilir tartışması bizi kahvehane toplantılarına katılma ve bu partilerin gerçekliğini teşhir etmek için karşı görüş belirtme, hatiplere damardan sorular sorarak toplum ve ülkenin çıkarları için değil, bir avuç ayrıcalıklı azınlığın çıkarları için oy istediklerini açık ederek bu toplantıları sabote etme düşüncesi ağırlık kazandı.
Bu seçim sürecinde Kemal’in öncülüğünde Tuzluçayır başta olmak üzere Akdere, Saimekadın, Mamak, hatta Gülveren gibi mahallelerde ne kadar kahvehane toplantısı varsa hemen hepsine de katıldık. Aynen tartışıldığı gibi sonuçlanmalarını sağladık. Bu mahallelerde biz devrimciler vardık ve burjuva partilerin halklarımızı aldatmalarına izin veremezdik(!)
Seçimlerin ardından gazeteler, Türkiye genelinde seçimlere katılım oranının ilk kez bu kadar düşük olduğu haberini yaptığında buna çok sevinmiştik. Halkımız uyanmaya başlamıştı(!)
O zamanlar devrimci dayanışma yetersiz de olsa vardı. Belki 1972 durumunun ardından devrimcilerin dayanışmaya olan ihtiyacı bunun en başta gelen nedeniydi. Belki derin devletin faşistleri harekete geçirip devrimcilerin üzerine saldırtılmasının da bunda hatırı sayılır payı vardı. Ama dayanışmaktan daha iyi, daha güzel ve daha anlamlı ne olabilirdi ki? Hele de derin devletin desteğinde faşistler okul, kahvehane, dernek tararken, her gün birkaç devrimciyi katlederken, linç ederken bu güruh karşısında dayanışmamak bir devrimci için günahların en büyüğü olurdu. Dayanışmaktan başka bir seçeneğin olmadığı günlerden geçiyorduk. Denizlerin ve Mahirlerin zor zamanlarda neler yaptıklarını, nasıl birbirlerine sahip çıktıklarını hepimiz biliyorduk. Yeni jenerasyon olarak bizler dayanışma ve paylaşıma oldukça yatkın ve açıktık. Bunun bir ihtiyaç olduğunun farkındaydık. Onların külleri üzerinden yeni bir doğuş yaşanıyordu.
Abilerimizin yenilgisinin üzerinden henüz üç yıl geçmişti. Bütün anılar tap tazeydi. Aynen acılar gibi. Yenilgi acısının anlatılamaz ateşli bir acı olduğunu yaşayarak biliyorduk. Kızıldere’de mitralyöz ve havan topları ile kırılan On’lar, dar ağacında can veren üç yiğit, Nurhak’ta, Diyarbakır’da son nefesini veren Sinanlar, İbolar ve onların son sözleri hala kulaklarımızda çınlıyordu. Onlar için ciğerimizin nasıl yandığını bir biz bilirdik.
Bizim neslin, sivil faşist güçlerin saldırıları tırmanırken ‘şurada vurulan veya saldırıya uğrayan şucudur, bucudur’ deme lüksü yoktu. Kesinlikle dayanışmaktan başka seçenek yoktu. Ama devrimcilere hala en yumuşak yerlerinden saldırmaya devam eden sözde solcu Aydınlık ve TKP gibi çevrelere kanımız ısınmıyordu. Faşistler saldırmışsa onları da korurduk, ama onlarla dayanışmak içimizden gelmezdi.
Kemal PİR hocanın eğittiği arkadaş grubumuzun en dikkat çeken ortak özelliği vicdanlı, adil, merhametli ve asi olmalarıydı. Bize göre insan olmak haksızlığa, saldırıya, hakarete, sömürüye, istismara maruz kalanların, yani mazlumun yanında yer almaktı. Eğer sosyalist isek bundan daha fazlasını yapmak zorundaydık. Yapıyorduk da! Hayatlarımızı tehlikeye atarak silahlı faşist saldırılara karşı çoğu kez taşla, sopayla veya çıplak yumruklarımızla karşı koymaktan çekinmezdik. Hiç tanımadığımız sadece solcu olduğunu bildiğimiz insanlar saldırı altında ise yardımlarına koşardık. Faşistler saldırılarını sıradan insanları da içine alacak kadar genişletmişlerdi. Hedeflerinde lise ve ortaokullar da vardı. Hemen her gün solcuları, halkı sindirmek için buralara saldırırlardı. Saldıranlar faşistti, saldırıya uğrayanlar işçi, emekçi çocukları solculardı. İnsansan yerinden kalkıp yardım edersin. Bize göre her şey bu kadar açıktı, yalındı, basiti. Çevre semtlerdeki liselileri faşist saldırılardan koruma görevini bize kimse, hiçbir örgütlü yapı vermemişti. Bu görevi yerine getirmek bizim için kendimiz olmaktı. Sosyalistsen mazlumun yanında duracaksın kardeşim! ‘Başıma iş alırım, zarar görürüm’ dediğin anda insan olmaktan çıkarsın. Eğer mazlumun yanında yer almıyorsan insan olamazsın. İnsan dahi olamayanın sosyalist olabilmesi mümkün mü? Sosyalist birey kâinatın en güzel insanıdır, halkların tarihi toplumsal mirasının en vefalı evladıdır.
Kemal PİR’e içimizin ısınmasının, onu kendimize yakın bulmamızın, onunla bütünleşmemizin bir nedeni de bu idi. O da aynen bizim gibiydi. Sonradan böyle olmamıştı. Ekserisi Alevi ve solcu olan mahallemizin havasını soluyup suyunu içtiği için de böyle olmamıştı. O doğuştan vicdan, merhamet ve adalet sahibiydi. Üniversitede adını sanını bilmediği, uzaktan yakından tanımadığı insanlar için faşistlere karşı dövüşendi. Hangi okulda saldırıya uğramışsa devrimciler, Kemal onların yanına koşan ilk insandı. Hacettepe, Hukuk, Siyasal, Gazi, ODTÜ veya Beştepe onun için hiç fark etmezdi. Bizi bir araya getiren bu ruhtu. Bu dayanışma ve yardımlaşma ruhu.
Bu ortak ruh bir gün Kemal’in gecekondusuna, organize edilen bir dayanışma gecesinin afişi olarak girmişti. Valilikten izni alınmış bir dayanışma gecesiydi. Dönemin devrimci sanatçıları sahne alacaktı. Geceyi yanlış hatırlamıyorsam ya İşçi – Der ya da Pahalılık ve İşsizlikle Mücadele Derneği organize etmişti. Bizim onlarla örgütsel hiçbir bağımız yoktu. Ama devrimci dostluk diye bir şey vardı. Ve biz elimizden geleni yapacaktık. Yani her zaman yaptığımız neyse onu yapacaktık. Yardım ve desteğe ihtiyacı olana, darda kalana el uzatacaktık.
Kemal’in getirdiği afişler izinli ve legaldi. Ankaralıları geceye davet eden afişlerdi. Ama geceyi organize edenler legal afişin yanına bir de açık politik mesaj veren izinsiz ikinci bir afiş bastırarak göndermişlerdi. Bu bizim açımızdan hiç sıkıntı değildi. Dayanışma gecesine, gece öncesinden dayanışarak katılacaktık.
Hava kararmıştı. Aralık ayının sonlarıydı. Ankara’nın o bilinen dondurucu ayazı jilet gibi yüzümüzü kesmeye çoktan başlamıştı. Eklem romatizmalı halimle devrimci dayanışma için belki bu gece ayazda sabaha kadar sokakta olacaktım. Ama ne sağlık bakımından ne de başka herhangi bakımdan başımıza neler gelebileceğini düşünmüyoruz, merak etmiyoruz. Yapılması gerekeni yapmaktan başka kaygımız yok.
Kemal ‘Hadi çıkıp başlayalım’ dedi. Çıkıp direklere, duvarlara yapıştırmaya başladık. Ara sokaktan yol ağzına doğru daha üçüncü afişi yapıştırırken polis cipi yanı başımızda bitiverdi. Mamak karakolunun polisleriydi. Gece bekçisini değiştirmek için devriyeye çıkmışlardı.
İki polis bir bekçi bizi ısrarla araca binmeye davet ediyor. ‘Afiş yasal bizi niye alasınız’ diyoruz. İzin kâğıdı diyorlar. Yok diyoruz. Var ama yok, çünkü ikinci bir grubumuzda komşu mahallede, Akdere’de aynı işi yapıyor. Akdere Tuzluçayır kadar güvenli değil, daha karışık. İzin belgesi onlara daha gerekli olabilir diye onlarda.
Belge yoksa bizimle geleceksiniz diyorlar. Sayımızın tam olarak kaç olduğunu hatırlamıyorum. Ama altı yedi kişiyiz. Maraz çıkmasın deyip cipe bindik. Bir kişiyi Akdere’ye gidip izin kağıdını getirsin diye tembihledik. Altıncı veya yedinci kişi Rıza. Rıza Kayserili, yani uyanık. Sanki bizimle hiçbir alakası yokmuş, yoldan geçen sıradan bir vatandaşmış gibi sıvışıp gitti. Sözde bizi o koruyup kollayacaktı(!)
Şaka bir yana, Rıza aslında Saimekadın ve Abidinpaşa mahallesine inince faşistlerle karşılaşabiliriz, saldırıya uğrayabiliriz diye yanına tabanca almıştı. Hoş hiç belinden indirmezdi ya neyse…Tek tabancalı adamımız oydu. Sessizce sıvışması, yapılabilecek en doğru şeydi. Çünkü o zamanlar bir tabanca çok kıymetliydi, önemliydi ve kolay ele geçmezdi. Kaptırmak olmazdı. Ama bu, elbette bizi Rıza’ya takılmaktan alıkoyamazdı. Esprisiz hayatın tadı tuzu mu olur? Takılacak bir şey bulmaya hepimiz teşneyiz. Pusudayız yani. Kemal’de öyle! Çok espriliydi. Potları hiç kaçırmazdı, en uyanığımız Rıza bile onun hızına yetişemezdi. Yaya kalırdı.
Karakola gittik. İki polis bir bekçi dışında kimse yok. İki katlı binanın merdiven boşluğu dış kapıya çıkıyor. Dış kapı diye bir şey yok. Garaj kapısı gibi içeriye giriyorsun. Merdivenleri çıkınca karşılıklı iki oda ve merdivenlerin tam bitiminde karşıda da küçük bir arşiv odası gibi bir yer var. Soldaki odaya girdik. Dört beş sandalye ve iki masa dışında bir portatif vestiyer, bir de camekanlı dosya dolabı dışında gürül gürül yanan bir kömür sobası. Sobanın etrafına üşüştük. Biraz ısındıktan sonra karşı odaya geçmemizi istediler. ‘Biz böyle iyiyiz. Birazdan arkadaşlarımız izin kağıdını getirir’ dedik. Biraz daha kalmamıza izin verdiler. Ama ne gelen vardı ne giden. İzin belgesini getiren olmayınca. Karşı odaya geçmemizde ısrar ettiler. ‘İfadelerinizi tek tek alacağız. Bir arada olamazsınız’ dediler. Geçtik. Bu oda daha büyüktü, iki sandalye ve büyük bir masadan başka hiçbir şey yoktu. Odaya girişin hemen solunda penceresiz, kör bir başka odaya açılan bir kapı vardı. Kapıyı açtık keskin bir amonyak kokusu burun direklerimizi adeta salladı. Anladık ki bu oda nezarethane idi. Dört, bilemedin beş kişiyi ayakta ağırlayabilecek büyüklükte vardı, yoktu.
İçinde nezaret bölümü olan yeni konaklama yerimiz buz gibiydi. Camları kıtır kıtır buz tutmuştu.
Bekçi burnunu çekerek içeriye geldi. İfadeler alınacak dedi. İfadesini almak için ilkin Bülent isminde Sivaslı, CHP gençlik kollarından olan arkadaşımızı çağırdı. Bülent çabuk döndü. Ve geldiğinde ara koridor ve merdivenin bomboş olduğunu istersek kaçabileceğimizi söyledi. Hızlı düşünüp hızlı karar vermek durumundaydık. İfade için ikinci olarak beni çağırmışlardı. Bunu da Bülent üzerinden yapmışlardı. ‘Söyle, sıra Metin Aslan’da, o gelsin’ demişlerdi.
Bekçi sırf ayaz yememek için kuriye kullanıyordu. Üzerinde fokur fokur çayın kaynadığı sıcacık odada adamların keyfi yerindeydi. İfade sırasının kimde olduğunu basbayağı bizler de söyleyebilirdik(!)
Hemen karar verdik. İfadesini verip gelen ifade sırasının kimde olduğunu söyledikten sonra çekip gidecekti. Önden gidenler 19 Mayıs İlkokulunun altındaki kayalarda bekleyecekti. Hepimiz orada toplanacaktık.
Ben ifadeden döndüm. Sırada Levent’in kardeşi tiyatrocu Hakan vardı. Ona ‘sıra senin Hakan. Ben çıkıyorum arkadaşlar. Sizi orada bekleyeceğim’ dedim. Tamam dediler. Merdivenlerden elimi kolumu sallaya sallaya çıkıp gittim.
Ayaz ama ne ayaz. Gözlerimden yaşlar akıyor. Belirlediğimiz yerde dulda bir kaya dibine çöküp beklemeye başladım. Bir saat geçti gelen yok. İki saat geçti yine yok. Yok oğlu yok. Dedim bunlar tedbir olsun diye herkesin gelip geçtiği yol yerine ya Dutluk ya da cami tarafından geçip bizim komün evine gitmiş olabilir. En iyisi oraya gitmek. Eve vardım kapı kilitli, kimse gelmemiş. Belki yolağzına çıkmış beni arıyorlardır diye o tarafa yöneldim. Gerçi bu ayazda in cin top oynarken bu pek ihtimal dahilinde değildi, ama bizimkilerin işi hiç belli olmazdı. Hepimiz de birbirinden çılgın insanlardık. Saat gecenin üçü. Sırtımda bir titreme, hipodermiye yakalandım ya da yakalanmak üzereyim. Homurdanarak, içimden bütün bildiğim küfürleri peş peşe dizerek yolağzına çıktım.
Çıkmaz olaydım.
Bir dişi köpeğin peşine, ben diyeyim yirmi beş, siz deyin elli köpek takılmış birbirleriyle kıyasıya dalaşıyordu. Bana en fazla otuz kırk metre uzaklıktaydılar. Sessizce uzaklaşmaktan başka seçenek yoktu. Dükkanların duvar dibinden çıt çıkarmadan ilerlemeye çalışıyordum ki beni fark ettiler. Hepsi birlikte havlayarak bana doğru koşmaya başladı. Can havliyle odun kömür deposu ardiyenin yüksek tahta paravanına yapışıp tırmandım.
Köpekler henüz ayağımın dibine ulaşmıştı ki paravanların paslı çivisi öyle bir cazırtıyla yerinden sökülmeye başladı ki, gecenin sessizliğini cehennemi bir çığlık gibi ortadan ikiye yardı. Gecenin gerçek kâbusu bu korkunç ses oldu. Ve her şeyin üstüne çöktü. Köpekler çil yavrusu gibi kaçışıp ara sokaklarda kayboldular. Kalın tahtaları direklere tutturan paslı çivilerden dalga dalga kopup gelen bu kanırtılmış sesi duyan, dünyanın yeni, bilinmeyen çok acayip bir alametle karşı karşıya geldiğini sanabilirdi, ama tahtalar çakıldıkları direklerden ayrılmamıştı bile.
Köpekler gözden yitmişti, ama ben hala inip inmemekte kararsızdım. Emin olmak istiyordum. O kadar köpekle ben Metin Aslan da olsam baş edemezdim.
Yönümü eve çevirdim. Bizim apartmanın yanına vardığımda felaket titrememe rağmen eve girmek içimden gelmedi. Karakolda bıraktığım arkadaşların kaygısı yakama yapışmıştı. Niye gelmediler? Yoksa tam kaçarken yakalandılar da mı gelemediler. Kim bilir belki de ben kaçtığım için onları 2. Şubeye götürmüşlerdir. Eğer böyle olmuşsa kesin onlara işkence yapıyorlardır.
Vesvesenin bini bir para!
Aklıma olmadık düşünceler çöküşüp duruyordu. Özellikle ikinci bir kızana gelmiş köpek grubuna rastlama ihtimali aklıma geldikçe tüylerim diken diken oluyordu. Artık herhangi bir yere kaçabilecek, tırmanabilecek takatim de kalmamıştı. El mahkûm, olduğum yere çöküp kaderime razı olacaktım.
İçimdeki vesvese ve merak yönümü yeniden karakola çevirmişti. Ben gitmiyordum, sanki ayaklarım kendi başına beni oraya sürüklüyordu. Artık çaresi yok gidiyorum. Karakoldan çıktığım gibi içeriye dalıp bakacağım, eğer orada değillerse yine çekip gelirim diyordum. Ama eğer hepsi oradaysa ve hiçbiri kaçmamışsa ağzıma geleni söyleyeceğim. Kesin bunu yapacağım.
Yol sanki biraz uzamış gibi hissetmeye başlamıştım. Bu yol bu kadar uzun değildi. Dönüşü niye bu kadar uzun sürdü ki! Git git bitmiyor. Ayazdan burnum kesin İngiliz havucundan beter kızarmıştır diyorum. Ama kulak ve ellerimin durumu daha perişan. Sanki jiletle doğruyorlar. Eklem romatizmalı bacaklarımı artık hissetmiyorum. Beni nasıl taşıyorlar bilemiyorum.
Ayaz elimi, kulaklarımı kestikçe, bacaklarımdaki sızı beynime vurdukça ben bizim çocuklara ver yansın ediyorum. Eğer hala oradalarsa ve korkaklık yapıp kaçmamışlarsa ben onlara ne diyeceğimi biliyorum. Anamın bütün küfürlerini hatırlamaya çalışıyorum. Anam olsa bu durumda bunlara hangilerini sayardı diyerek en okkalılarını hatırlamaya çalışıyorum. Hepsi şimdi cebimde, yanımda.
Nihayet karakolun kapısına varabildim. Merdivenleri teker teker sessizce çıktım. Bir ayağımı koyduğum merdivene diğerini getirdikten sonra ancak bir üst merdivene ilk ayağımı atabilecek derecede acı ve sızılar içindeyim. Zavallı bacaklarım perişan durumdalar. Neyse son merdiveni de çıkıp yerleştirildiğimiz odanın kapısını sessizce açtım ve içeriye daldım.
Oooo bir de ne göreyim! Bizimkiler büyük masanın üstüne çıkıp birbirlerine sarılmış ısınmaya çalışıyor. Herkes çok küçülmüş, minnacık olmuş. İnsan nasıl bu kadar büzülebilir bilemedim. Hele bir de benim gibi dışarıda olsalardı ne yaparlardı acaba?
-“Lan pu.. herifler dedim, hani siz de kaçacaktınız? Maçanız mı yemedi ha? Ben size güvendim, inandım. Bu kıyamette sokağa çıktım az daha köpeklere yem oluyordum. Ayazda yandım. Hiç mi merak etmediniz bu adama ne oldu diye! Kapınız açık, çıkıp biriniz ardımdan gelebilirdi, gelemeyeceğinizi söyleyebilirdi. Bu da mı aklınıza gelmedi. Sizin vicdanınıza ko..” dedim.
Bizimkiler şaşkın, inanmaz gözlerle birkaç saniye öyle baka kaldılar. Sonra kahkaha tufanı patladı.
Meğer ben çıktıktan bir süre sonra karakolun bekçisi akıl edip kontrol etmek ve sayım yapmak için odaya girmiş, bakmış bir kişi eksik tedbir almışlar. Karşı odanın kapısını hafif aralayarak sürekli gözetlemişler. İfadede verdiğim adrese bakılması için emniyetten yardım istemişler. Ama kim onlara doğru ev adresi verirdi ki! Hepimiz de kafadan sıktığımız adresler vermiştik. Adamlar ne böyle bir adres ne bu adreste oturan insanlar bulabilmişlerdi.
Bizimkiler yavuz hırsız misali adamlara yüklenmiş ha yüklenmişler. ‘Bize arkadaşımızı getirin, onu nereye götürdünüz? Onu 2. Şubeye götürdüğünüzü biliyoruz. İşkencecileriniz şimdi ona işkence yapıyor değil mi?’ diyerek ortalığı velveleye vermişler. Bizimkilerin kopardıkları velveleden karakolun sakinleri çok korkmuş.
O dönemin mahalle karakol polisleri bugünkülere benzemezdi. Bugünküler adam öldürmeye ayarlı yetiştiriliyor. Eline kan bulaşmamış olanı şimdilerde polisten saymıyorlar. Mahalle karakol polislerinin o dönemde bütün mesaisi hırsızlık, mahalle kavgası, kız kaçırma, adliyeden gelen tebligatı muhatabına iletme gibi adi veya bürokratik olaylar etrafında dönerdi.
Karakolcular karşımıza almamız gereken bir güç falan değildi. Bizim şimşeklerimiz daha çok toplumsal, siyasal olaylara, üniversite gençliğinin, sendikaların, tiyatro gruplarının, sivil toplum örgütlerinin, gazete ve dergilerin her kültürel, toplumsal, siyasal etkinliğine, yayın faaliyetine müdahale eden ‘fruko’ dediğimiz Toplum Polisi’ne ve 2. Şubeye yönelikti.
Karakolda biz altı yedi kişiydik. Yani ikiye birdik. İstesek iki polis bir bekçiyi çıplak ellerimizle silahsızlandırabilir, derdest edebilirdik. Cesaretimiz olmadığından değil, anlamlı bir eylem olmayacağından bunu yapmadık. Onlar o çıtçıtlı kılıflarından silahlarını çıkarmaya bile fırsat bulamadan etkisiz hale getirebilirdik. Ama yapmadık. Çünkü altı üstü maaşlı memurdular. Bugünküler gibi zalim, gaddar, katil, Kürt, devrimci, kadın ve halk düşmanı özellikleri fazla geliştirilmemişti. Karakolcular mahallenizden herhangi biri gibiydiler. Ya kapı komşunuzdu ya oğlu ya da kızıyla sınıf arkadaşıydınız.
Neyse!
Bir ara, -bekçi henüz gürültümüz üzerine göz atmak için odamızı ziyaret etmeden önce- Kemal ‘Metin biz senin çok asabi bir boksör olduğunu söyledik. Ona göre!’ demişti. Karakol görevlileri benim gidiş dönüşümü fazla sorun yapmadılar, ben de ‘sinirlenmek’ zorunda kalmadım. Sadece daktiloyu kullanan polis ‘Nereye gitmiştiniz Metin Bey’ diye sormuştu kibarca. ‘Canım sıkıldı eve bir uğrayıp döneyim dedim. Gördüğünüz gibi buradayım memur bey’ dedim. Sıcak çay ikram ettiler.
Eğer ikramı polis yapıyorsa, bilin ki ikramda maksat vardır. Konuşmak istiyordu bu çok belliydi. ‘Bakın Metin Bey, sizin zengin bir ailenin çocuğu olduğunuzu biliyoruz. Neden bu insanlara takılıyorsunuz. İçerdeki Kemal PİR yok mu, bak o çok tehlikeliymiş. Seni nezarette bulamayınca merkeze ihbar geçtik 2. Şube isimlerinizi istedi. Verdik. Kemal’in anaşşişt olduğunu söylediler. Bak bizden söylemesi o adam çok tehlikeliymiş…’
Kahkahayı patlatmamak için kendimi bir sıkıyor, bir sıkıyorum ama ne sıkma!
Eğer kahkaha hançerenizi, dilinizi, dişlerinizi geçip dudaklarınızın iç çeperine dayanmışsa ne yaparsanız yapın kar etmez. Çok kasvetli bir cenaze merasiminde de olsanız engelleyebilmeniz çok zor. Eee ne yapayım patlattım tabi.
Yazıcı polis ve tabi diğerleri odayı dolduran kahkahamdan öyle bir ürktü öyle bir ürktü ki anlatması ne mümkün. Yazıcı olan polis ‘Bu adam deli mi ne’ diye düşünmüş olmalı ki, telaşla bekçiye beni arkadaşlarımın yayına götürmesini söyledi.
Bizimkilere durumu anlatınca onlarda makarayı koy verdi. ‘Yahu Kemal gardaş meğer sen ne çok tehlikeli adammışsın ya!’ deyince, özellikle polisin üslubuyla anaşşitmişsin deyince bizim çocuklar koptu, yerlere yattı.
Sabah karakolun Baş komiseri geldi. Önce ‘neden bunlar nezarette değil’ diye kendi adamlarına çıkıştı. İki polis ve bekçi bizi, ekşi ekşi sidik kokusu gelen penceresiz kör karanlık nezarete sokmaya kalkıştı. Hırlı değildik hırsız değildik, yol kesmemiş, cinayet işlememiştik. Altı üstü izinli afiş yapıştırmıştık. Kemal ‘girmiyoruz arkadaşlar’ dedi. Girmedik. Baş Komiser bu işin biraz zor olacağını anlayınca vazgeçti. Bizi sobalı odaya davet etti.
Babacan bir edayla ‘üşüdünüz mü çocuklar, üşümüş olmalısınız? Hadi birer çay için de içiniz ısınsın dedi. Bizim gözümüz caddenin karşısındaki pastaneden ikramlık olarak gönderilen kuru pastalarda. Anladı. ‘Aç mısınız’ dedi. Her’alde dedik. ‘O zaman herkes pastadan alsın’ dedi.
Biz bir daldık kutuya, kutunun dibi göründü. Artık o kocaman pasta kutusunun içinde sadece susam tanecikleri ve kırıntılar vardı.
Komiser ilgilendiği şeyi geride bırakıp döndüğünde kutunun boş olduğunu görünce ‘bu ne lan, hepsini almışsınız? Verin lan benim pastalarımı’ dedi. Vicdan yaptık, hepimiz birer tane geri koyduk. Adam hala ‘verin, geri koyun’ diyordu. Birer tane daha verdik. Hala ‘verin, verin’ diyordu, ama Komiserin pastalarının geri kalanı zaten olmaları gereken yere çoktan ulaşmıştı.
‘Hadi toparlanın savcılığa gidiyorsunuz dedi komiser. Savcının karşısına çıkartıldık. Birkaç kuru hukuki kavramın ve beylik lafın ardından bize duvar ve direkleri kirletmekten 15 lira para cezası kesti. Kim de ne gezer o kadar para. Ödeme yapılması gereken yere götürüldük. Para dediler, yok dedik. Kefil dediler yok dedik. Bülent dedi ‘ben öderim, ama bizi bırakmanız lazım. Gidip evden para getirebilirim.’ Kimliklerinizi bırakın dediler. Kimsenin üstünde kimliği yok. Bülent hariç. Nede olsa CHP’li, yasalara saygılı adam(!) Onun kimliğini rehin bırakıp mahalleye döndük.
Devam edecek…