Ankara’nın köpek donduran 1975 kışında karakola düşmemize neden olan gece konserine yine hep birlikte gittik. Şivan Perver’i ilk orada dinledim. Okuduğu Kürtçe bir türkü öyle bir içime işledi anlatamam. Bu nasıl bir feryattı, bu nasıl bir çığlıktı, bu nasıl bir acıydı. Resmen çarpıldım! Çok derin bir kuyudan gelen canhıraş bir imdat çığlığı gibiydi. Şaşkındım. Bu tarif edilemez feryadı bir tek ben duymuş olamazdım.
Gözüm Kemal’e kaydı gayri ihtiyari. Tüyleri diken diken olmuş gibiydi. Demek herkes de benim gibi hissetmiş olmalı diye düşündüm.
Bu sırada yanı başımızda bir genç adam tek başına ‘Kahrolsun Sosyal Emperyalizm’ sloganı atmaya başlamıştı. Kürtçe türkü söylenmesinden hoşnut kalmamış gibiydi. Çok gıcık olduk, yine de dalaşmadık. Ama bizim tersimize Kemal aniden adamın üzerine öyle bir hışımla yürüdü ki, ‘tamam adamı serecek’ diye düşündüm. Ama öyle yapmadı. ‘Sen ajan mısın, provokatör müsün ulan dedi, elimden bir kaza çıkmadan çek git şuradan.’ Hepimiz o tarafa yöneldik. Adam kuyruğunu kısıp gitti. Neydi, neyin nesiydi anlamadık.
Bir süredir sağlık nedeniyle ara verdiğim okula devam etmeye başlamıştım. Aslında okumaya, meslek yapmaya hiç niyetim yoktu. Okuyup diplomalı olsam ne olacaktı ki? Kimin başına yarın ne geleceği belli değildi. Her gün sokakta devrimciler vuruluyor, grevci işçiler, liseli çocuklar saldırıya uğruyor, okullar, kahvehaneler taranıyor, İbrahim amca gibi adamlar sadece bir gazete okuduğu için ölümün eşiğinden dönüyor, ömür boyu sakat kalıyordu. Yine de dost ve arkadaşlarımın tavsiyelerine uyarak isteksizce de olsa Opera Ticaret’in gece bölümüne kayıt yaptırmıştım. Okul dönüşü Kemal’in komün evine kapağı atmayı aksatmamaya gayret ediyordum. Zaten gerçek tartışma ve eğitimlerimizi geceleri yapıyorduk. Hemen her zaman sabaha kadar sürerdi. Bazen tartışmaların en hararetli yerinde sigaramız biterdi. Gece üçte-dörtte açık dükkân bulmak imkansızdı. Abdullah amcanın bakkalı hemen altımızdaydı. Ama kim buna cesaret edebilirdi ki! Bir tek çaremiz vardı. İzmarit aramaya çıkmak. Sokak lambalarının ışığında izmarit toplamaya çıkardık. Bunu bazen topluca yapardık. Tartışmalarımız da bizimle gelirdi, onları da sokağa taşırdık. Ve tabi ki Birinci sigarası bizim favori sigaramızdı. ‘Yak bir Birinci ol devrimci’ tekerlemesi o dönemin en meşhur tekerlemelerindendi.
Yeni yılın ilk kışında, yani Ocak / Şubat aylarında Kemalin geliş gidişleri seyrekleşmişti. Faşistlerin eline geçen okulunu geri alabilmek için Cebeci, Maltepe, Demirtepe, Sıhhiye hattında mekik dokuyordu. Ankara en hareketli dönemlerinden birini yaşıyordu. Entelektüel bakımdan da bu böyleydi. O günlerde Kürt sorunu yeni yeni gündeme oturmaya, her grup tarafından tartışılmaya başlanmıştı. Siyasal Bilgilere ait Cumhuriyet erkek yurdunun, Hukuk Fakültesine ait Cebeci erkek yurdunun kantinlerindeki masalarda en çok tartışılan konuların başında yer almaya başlamıştı. Bir süredir cumhuriyet erkek yurdundaydım. Bu hırgür, çok sesli tartışmalar mıknatıs gibi bizi kendisine çekiyordu. Zaten bir süredir gündüzlerimin yarıdan çoğu yurt kantininde geçiyordu. Buradan da alınabilecek şeyler vardı. Almak gerekirdi.
Mahallede bir gece tartışmalarından yorgun düşüp orada sızmıştık. Galiba ilk sızan ben olmuştum. Sabah iş, akşam okul, gece eğitim insanda dayan mı bırakır. O gece yanlış hatırlamıyorsam Ali Doğan, Arap, Kayserili Kara Mahmut, Doğan ve hatırlamadığım bir veya iki kişi daha vardık.
Kemal ‘ben sabah erken çıkacağım’ demişti, ama geç kalkmıştık. ‘Kaçırdık’ dedi, üzüldü. Neyi kaçırdı, neye üzüldü bilemedik. Söylemedi. Benim paltomu istedi verdim. Gitmeden önce ‘sen ne düşünüyorsun bu Kürt sorunu hakkında’ dedim. Sabah sabah birdenbire aklıma nereden düştü bilmiyorum. Kemal gözlerimin içine bakarak, ‘ben ne düşüneceğim Marks-Engels söylenmesi gerekeni zaten söylemiş’ dedi.
Allah Allah Marks-Engels’in Kürt sorunu hakkında tartıştığını, bir şeyler yazdığını ne duymuştuk ne görmüştük. ‘Ne zaman nerede, hangi kitaplarında yazmışlar ki’ dedim safça. Seçme Yapıtlar ikinci cilt bilmem kaçıncı sayfada Engels’in Londra’dan Marks’a yazdığı bir mektup varmış, ‘onu okuyun anlarsınız’ dedi. Çıkıp gitti.
Biz meraktan çatlayacağız. Kitabı aldık söylediği mektubu, kitabın ‘içindekiler’ bölümünden kolayca bulduk. Engels Marks’a gönderdiği mektupta aşağı yukarı şöyle bir şeyler yazmıştı, ‘Marks yoldaş İngiliz işçi sınıfının durumunu merak ettiğinizi söylüyorsunuz. İngiliz işçi sınıfı sömürgelerden gelen artık değerle semirtilip aristokratlaştırılmış durumda. Burada tam bir işçi sınıfı aristokrasisi mevcut ve bütün işçi sınıfı hareketi bunların etkisi altında. Sömürge İrlanda’da devrim olmadan metropol İngiltere’de devrim beklemek ham bir hayal olacaktır.’
Okuma bitince bir an sessizlik oldu. Ali Doğan hepimizin aklından geçeni söyledi. ‘Alın bunu Türkiye’ye indirgeyin.’ Bu göre Türkiye İngiltere’nin, Kürdistan İrlanda’nın yerini alınca Türkiye sömürgeci metropol, Kürdistan sömürge oluyor. Türkiye’de devrim ham bir hayal ise önce Kürdistan’da devrim yapmak gerekir demektir.’
Sabah sabah bir tartışmadır koptu. Ben dinliyorum, anlamaya, sindirmeye çalışıyorum. Arap ve Kara Mahmut katiyen karşı. ‘Böyle indirgeme mi olur’ diyorlar. Türkiye’nin kendisi yarı-sömürge nasıl sömürgeci metropol olur diyorlar. Kürdistan’da Türkiye’de birlikte emperyalizmin sömürgesi diyorlar. Ali Doğan bir ara çok daraldı, sesi çatallaştı, sertleşti bana dönüp ‘öyle değil mi Metin gardaş’ dedi. Sen ne diyorsun’ Anlamaya çalışıyorum dedim, ama bana çok bilimsel bir bakış açısı gibi geliyor. Sömürgeler özgürleşmeden, artık ürün akışının durması sağlanmadan metropollerin krize girmesi de devrim yapabilmeleri de mümkün gözükmüyor. Çünkü devrimin objektif şartları dediğimiz bir şey var. Niye bütün devrim hareketleri yoksul ülkelerden yükseliyor öyle değil mi? Zincirin en zayıf halkasına işaret etmiyor mu Lenin’ dedim. Kafamda örülü bir kalıp yoktu, dolayısıyla bu tartışmayla bozulan bir ezberim de olmadı.
Arap bana da çıkıştı, yuvarlak konuşma, oportünistlik yapma dedi. Ben hala ezbersiz olmanın rahatlığı içindeyim. Ezbersiz olmanın nesi kötü ki?
Böylece aşağıda kampüslerde ve yurtlarda her gün tartışılan Kürt sorunu, arkadaş grubumuz arasında da tartışılmaya başlandı. Daha önce bu konunun tartışıldığına tanık olmamıştım. En azından ben olmamıştım. Belki hazır olmadığım ortamlarda tartışılmıştır, ama Kürt sorunu hakkında benim bulunduğum, katıldığım ilk tartışma bu oldu. Merak ettik sorduk, Kemal bir mektup önerip gitti, biz okuduk birbirimize düştük. Ben yuvarlak konuşan oportünist oldum, Ali Doğan Kürtçü oldu.
Kemal artık çok nadiren mahalleye uğrar olmuştu. Kısa bir süredir girdiğim iş yerinde daha sık karşılaşıp görüşüyorduk. Cumhuriyet erkek yurdunun kantininde çalışıyordum. Aileye dayanarak yaşamak bana göre değildi. Ortaokul yıllarından beri kendi ayaklarım üzerinde durmaya çalışıyordum. Bir yıldır sigaraya başlamıştım ve sigara parası istemek ağırıma giderdi. Hele de bizimkilerin o meşhur ‘parasını el alır, dumanını yel alır. Niye içiyorsun, bırak şu mereti’ lafları yok mu, fitil oluyordum. Hem ben çalışmayı seviyordum. Boş durmak bana göre değildi. Çocukluğumda da hiperaktiftim. Ben kendi doğama göre olmayı, öyle yaşamayı tercih etmiştim. Bunda ısrarlıydım.
Anamın değişiyle nazara gelmiştim(!) Eklem romatizmasına yakalanıp hastane ile tanışmıştım. Ve bir daha da kolay kolay ayağımı oradan çekemeyeceğim anlaşılıyordu. Ama ıslah olmamıştım. Romatizmaya teslim olacak değildim. Çalışmaya ihtiyacımın olmadığının söylenmesi kulaklarımı kapattığım laflardandı. Bizim Hasan Şerik bu özelliğim yüzünden bana gıcık olurdu. Onun ekmeği ile oynuyordum. Onun hilafına kötü örnek oluyordum. Annesi Fatma teyze beni hep ona örnek gösterir, tembelliğini başına karardı. ‘Kurban olasın Metin’e’ derdi. Doğrusunu isterseniz ben de olsam Metin’e gıcık olurdum.
Cep harçlığı için bir süreliğine de olsa işe girmem gerekiyordu. Okula gidiş geliş, sigara gibi ıvır zıvır masraflarımı çıkartmam gerekiyordu. Mahalleden tanıdıkların ayarladığı iki iş vardı. Ankara Radyo Evi kafeteryası yerine Cumhuriyet Erkek Yurdunun kantininde çalışmayı tercih etmiştim. ‘Devlet sanatçılarına hizmet edeceğime devrimcilere ederim’ diyerek işe başladım.
Kemal’in uğrak yerlerinden birisi de Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerinin kaldığı bu yurdun kantini idi. Her geldiğinde yanıma uğrar, o bildik tutkulu üslubuyla hangi okulda neler olduğunu paylaşırdı. Bir gün ben tezgâhın arkasında o karşımda çay içip sohbet ederken depo merdivenlerinden koşarak çıkıp gelen ismini hatırlayamadığım, bizim mahalleden Çorumlu işçi ‘Metin polisler depo kapısından girdiler. Çok kalabalıklar’ dedi. Kemal’in üstünde Parabellum tabanca varmış. Çaktırmadan çıkartıp bana uzattı, ‘sakla’ deyip uzaklaştı. Tabancayı tezgâhın altındaki büyük plastik kuru çay bidonuna gömdüm.
‘Fruko’lar hem arkadaki bizim erzak deposu ve mutfağın ortak kapısından hem de yurdun ana giriş kapısından aynı anda baskın yapmıştı. Kimse dışarıya çıkamadı. Kış olduğu için İç Cebeci’nin apartmanlarına bakan terasta kimse yoktu. Kantinin terası bizim depo ve mutfak girişinin üstüydü. Oradan yola atlamak mümkündü, ama kapısı kapalıydı ve üstelik o taraftan da gelmişlerdi. Birkaç saat giriş çıkışa izin vermediler. Yurdun her yerini didik didik aradılar. Özellikle odaları, tuvaletleri… yerde sahipsiz birkaç tabanca buldular. Sonra çekip gittiler.
Kemal benim mesai bitmek üzereyken geldi. Uzaktan göz göze geldik. ‘Sorun yok’ dedim vücut diliyle. Sonra emanetini alıp oturduğu masaya bir bardak çayla gittim. Masa altından teslim ederken, ‘silahın namlusuna, her deliğine çay dolmuş haberin olsun’ dedim. ‘İyi ki kurtardık gardaş ya dedi, emanetti.’
Bir süredir Kemal yurda uğramıyordu. Mahalleden de ayağını kesmişti. Komün evini biz kullanmaya devam ediyorduk. Geceleri oradaydık. Hemen herkes evden gelirken biraz odun, biraz kömür getirmeye devam ediyordu. Tabi çok yoksul olan veya evi olmayan Arap gibi arkadaşlar hariç. Onlardan zaten kimse böyle bir şey beklemezdi. Artık eskisi gibi sıcak yemek getirmiyorduk. Kemal yoksa buna ihtiyaç da yoktu. Herkes kendi evinde yemeğini yer gelirdi.
Aldığımız eğitimin sonuçları günlük duruşumuza yansımaya başlamıştı. Değişmiştik hiçbirimiz artık eskisi gibi değildik.
Hoş hatırası olan şık bir pardösü. Sırtımdan çıkartmıyorum. Çok beğenerek, severek giyiyorum. Bir gün Kemal mahalleye geldi gözü benim pardösüde. ‘Çok hoş bir pardösü’ dedi. Ne diyebilirim?
Siyah kadife Kemal’e çok yakıştı. Cuk diye bedenine oturdu. Ellerini cebine soktu ve gitti…
Harekete katılmaya karar verdikten sonra Kemal PİR’in de bizimle birlikte olduğunu ilk defa o zaman Ali Doğan’dan öğrendim. Sihirli bir sır gibiydi. Hiçbir zaman onun hangi hareketin içinde olduğunu kimseye sormamıştım. Sormak da istemiyordum. Ali Doğan kendisi söyledi. Ben hala eğitimin başında yaptığımız anlaşmaya sıkı sıkıya bağlıydım(!)
Kemal’in Apocu hareketin içinde olduğunu öğrenmek güzeldi. Sanki bir eksiğim varmış da tamamlanmışım gibi hoş bir duygunun beni sardığını hissettim. Ama diğer taraftan sanki zaten başka türlüsü olamazmış gibi çok sürprizmiş gibi de olmadı. Diğer mahalle arkadaşlarımın, eğitimde birlikte olduğumuz birçok kişinin, Tuzluçayır Kültür Derneğinde birlikte çalıştığımız Doğan, Hasan, H. Hüseyin Karakuş ve elbette çocukluk arkadaşım Rıza’nın da ilişki kurduğunu öğrendiğimde dünyalar benim olmuştu. Mümin ve Şahin’in de hareketle ilişkili olduğunu bir süre sonra öğrendim. İkisi birlikteydi hep. Aynı okulda birlikte okuyorlardı. Okula da birlikte gidip geliyorlardı. Ayrı düşmeleri zaten ihtimal dahilinde bile değildi. Birbirini seven, birbirine güvenen iki sıkı dosttular. Biri neredeyse diğeri de orada olacaktı.
Kemal’in neci olduğunu sormadan, bilmeden tanımak bana daha iyi geldi. Zira İşçi-Der’in afişlerini getirip yapıştıran da Kemal’di, seçim sürecinde Erenler Kahvehanesinde Rahşan Ecevit’e Kürt sorunu hakkında ne düşündüğünü soran da Kemal’di. Yürüyebilecek herkesle yürümeye hazır, devrime en küçük katkısı olabilecek herkesle birleşmeye açık olan da oydu. Birçok devrimci harekete destek amacıyla katıldığımız yazılama, afişleme, bildiri dağıtma gibi eylemlerde, mitinglerde dayanışma örneği sergileyen de oydu. Saldırıya uğrayan öğrencilere göğsünü siper eden de faşistlerin korkulu rüyası olan da oydu. Esprileriyle ortama güzellik katan da gittiği her yere sürekli moral ve coşku taşıyan da oydu. Artık onunla aynı saflardaydık. Bundan daha güzel ne olabilirdi ki!
Arada bir belki Kemal’i görüp konuşur tartışırız diye eski iş yerime, cumhuriyet erkek yurduna inerdik. Kime niyet kime kısmet! Kemal’e değilse de Mikail’e hemen her gittiğimizde rastlardık.
Mayıs’ın 18’in de Hacettepe Erkek yurduna dışarıdan silahlı saldırı yapıldığı haberini aldık. Fevzi Aslansoy’u vurmuşlardı. Tanımıyorduk. Ama arkadaşlar bizimle ilişki içinde olduğunu söylediler. Geniş bir özeleştiri raporu yazıp eski hareketini çözümleyerek anlamlı bir geçiş yapmak için yoğunlaştığı bir dönemde vurulmuştu. Biz Hacettepe’ye gittiğimizde cenazesinin yola çıktığını, Kemal’in de içinde bulunduğu bir grup arkadaşın cenazeyle birlikte gittiğini öğrendik. Mahalleye geri döndük.
Kemal’in Kürdistan’dan bize kadar ulaşan ilk yankısı, cenaze mitinginde çıkan olayların ardından Hayri ve Ali Haydar arkadaşlarla birlikte tutuklanmasından önce Birecik köprüsünde söylediği sözler oldu.
Cenaze köprüye ulaşınca konvoyu durdurup bir yükselti bularak çıkmış ve ‘Burası Kürdistan’dır sosyal şovenler ve ulusal inkarcıların burada yeri yoktur, giremez. Fevzi bir Kürdistan devrim şehididir, Kürdistan devrimcileri tarafından ne gerekiyorsa yapılacaktır’ minvalinde etkili bir konuşma yapmış. Onun bu çıkışı bize onu, onun netliğini hatırlattı. O anın nasıl gelişmiş olabileceğini, mimiklerinin ne hallere girmiş olabileceğini, hitabetinin ne kadar çarpıcı olabileceğini hayal etmek bizim için hiç de zor değildi.
Fevzi Aslansoy’un cenaze törenine bütün Suruç halkı katılmıştı. Devletin yerel kolluğu böyle bir şey beklemiyor olmalı ki, telaşla güç toplayarak askeri-polisi-jandarmasıyla mitinge saldırmıştı. İçinde Kemal’in de bulunduğu çok sayıda arkadaş gözaltına alınıp Diyarbakır cezaevine gönderilmişlerdi. Tutuklananların arasında Hayri Durmuş, Ali Haydar Kaytan arkadaşlarında da bulunduğu haberi Tuzluçayır’a ulaştı.
Ortada tutuklanmayı gerektirecek bir suç olmadığı için arkadaşlar çok fazla içer de tutamamışlardı. Ne kadar olduğunu hatırlamak zor olsa da bir süre sonra arkadaşlar Ankara’ya dönmüşlerdi.
76 yazının başında Kürdistan’a dönüş kararı mahallede de tartışılmaya başlamıştı.
Kemal Kürdistan’a gittiği dönemden bu yana onu hiç görmemiştik ama, sesi Ankara’ya Tuzluçayır’a kadar ulaşıyordu. Gelen giden arkadaşlar onun maceralarını anlatırlardı. Şurada şunu yaptı, falan örgütün filanca adamıyla tartışırken şu çarpıcı değerlendirmeyi yaptı gibisinden…
Bir yıldan fazla olmuştu Kemal’i görmeyeli. Ama çalışmalarının yankısı bize ulaşmaya devam ediyordu. Yaşarken efsaneleşmek bu olsa gerekti. Antep ve Urfa’da örgütlediği Balta Ali, Mustafa Gezgör; Cuma Tak, Salih Kandal, Halil Çavgun gibi cesur gençlerle faşistleri sindirmişti. Faşistler artık Türkiye metropollerinde yaptıkları gibi istedikleri yerde istedikleri devrimci-demokratın canını yakamıyorlardı. Bizatihi kendileri can telaşına düşmüştü. Öyle ki Apocuların bulunduğu her yerde faşistlerin klişeleşen şu serzenişleri herkesin kulağına gelmişti. ‘Eskiden sadece komünistler vardı, onlar kolay lokmaydı. Şimdi Apocular diye Marksist bir örgüt çıkmış baş etmek çok zor.’ Çok geçmeden Alpaslan Türkeş’ten de Apoculara karşı feveranlar yükselmeye başlamıştı. Hükümet ortağı idi, devletin bütün kolluk gücü emrindeydi, elinin altında kamplarda eğitilmiş sivil faşist komando gücü vardı ve yakınıyordu.
1976 Aralığında veya 77 Ocağında idik. Kıştı. Kemal Ankara’ya dönmüştü. Geri gitmek üzere gelmişti. Ben hastaneden yeni çıkmıştım. Hasan Şerik ile birlikte hızlı adımlarla Hasanlara giderken tesadüfen yolda karşılaştık. Yürüyüşünden uzaktan tanımıştım. Kemal’di bu! Her zaman acelesi vardı. Ayak üstü kısa bir selamlaşma ve hal hatır sormanın ardından ayrıldık. Birkaç adım attıktan sonra arkama dönüp baktım. Bizim 8. Koğuş’un bulunduğu virajı kaşla göz arasında geçmişti bile.
8. Koğuş dediğimiz yer, her biri yaklaşık bir metre kare çapında düzgün kesilmiş kayaların yığın halinde bulunduğu boş bir arsaydı. Burası bizim buluşma ve tartışma mekanımızdı. Bu kayalar nelere tanık olmadı ki!
Kemal Ankara’dan tekrar Kürdistan’a dönmüştü. 1977’nin 18 Mayıs’ın da Haki KARER’in Beşparçacılar tarafından katledildiği haberi aynı gün Ankara’ya ulaştı. Önderlik o zaman Ankara’da idi. Yanlış hatırlamıyorsam Mümin ile Kesire Yıldırım’ın evine gittik. Önderlik Antep’e gitmişti. Kesire’nin annesi “Ben ilk defa Abdullah’ın gözlerinin yaşardığını gördüm. ‘Belimi kırdılar’ dedi. Çok sarsıldı, giderken çok üzgündü” dedi.
Kısa bir süre sonra olayın ayrıntılarını öğrendik. Kemal hastaneyi basarak cenazeyi alıp götürmek istemiş Önderlik ‘oyun var, oyuna gelmemeliyiz’ diyerek engellemişti. Kemal’in Haki’ye karşı özel bir bağlılığı, sevgisi, saygısı vardı. Ordu lisesinde birlikte okumuşlardı. Haki ondan bir iki sınıf öndeymiş. Sol düşüncelerle Haki sayesinde o zaman tanışmış. Bir de lisenin önünde seyyar tezgahında ızgara köfte yapıp satan köfteciden çok etkilenmişti. O da eski tüfek bir komünistmiş. Kemal, ‘beni devrimci düşüncelerle tanıştıran bu iki kişidir’ derdi.
Köfteciyle Kemal’i tanıştıran da Haki imiş. Kemal’in idolü, ilk eğitmeni, Ordu lisesinde birlikte okuduğu Haki ile Ankara’da tekrar bir araya gelmişti. Ankara’ya adım atar atmaz Haki’yi aramaya başlamış, bulmuş ve onun kaldığı eve yerleşmişti.
Fakat artık Haki yoktu. Haki vurulmuştu. Bu Kemal’in hayatı boyunca yaşadığı en büyük acıdır. Komplo ile katledilen Haki’nin cenazesi henüz soğumadan Kemal, ‘Bu cinayetin sorumlularını cezalandırma görevi benimdir, bana verilmelidir’ der ısrarla.
Haki KARER’in cenazesi önderliğin planladığı gibi şehir çıkışında denetime alınmış, ambulansa yolda arkadaşlar el koymuştu. Kemal PİR ve yanındakiler Haki’yi son yolculuğuna uğurlamak için ait olduğu, topraklara, Ulubey’e götürürken dikkatsizlik ve sürat yüzünden kaza geçirmişlerdi. Bu yüzden önderliğin Kemal’i eleştirdiğine dair haberler mahalleye kadar ulaşmıştı………..
Önderlik Antep’ten Ankara’ya geri dönmüştü. 1977 yazıydı. Haziran ayının içindeydik. Mümin ve Şahin bize geldiler. “Arkadaş gelmişti. Bayram Muhtarın oradaki düzlükte top oynuyorduk. Nereden çıktığını görmedik, ama yanımıza gelerek ‘Biriniz gidip Karasu’nun evini kontrol edip gelin, her şey normal mi’ dedi. Biz ikimiz gittik. Gittiğimizde evin sahibi kadın bahçe duvarının kenarına oturmuştu. Biz yaklaştıkça kaş göz işaretleri yapmaya başladı. Biraz daha yaklaşınca içerde polisler var sakın gitmeyin’ dedi. Biz de yönümüzü değiştirip doğruca arkadaşın yanına gidip durumu anlattık. Arkadaş, ‘anlaşıldı’ dedi ve geri döndü” dediler. Biz o dönem önderliğe ‘arkadaş’ veya ‘o’ derdik.
Aynı gün Kemal PİR’in Tuzluçayır’a gelirken, Dikimevi’nde dolmuşta tabancayla yakalandığı haberi geldi. Bize karşı bir operasyon olduğu çok açıktı. Karakol kurulan evde Karasu’nun akrabası İbrahim Şahin kalıyordu. Önderlik bir grup arkadaşla orada toplantı yapmayı planlamıştı. Mahalleden kimsenin bundan haberi yoku. Evi kontrol için gönderdiği arkadaşları da tesadüfen yol üstünde geçerken görmüştü. Toplantının yapılacağı evde birkaç tabancanın bulunduğunu sonra öğrendik. İbrahim bu yüzden cezaevine konuldu. Kemal Pir’de…
Yalnız Kemal Pir’de yakalanan tabanca kirli idi. Bir eylemde kullanılmıştı. Kemal’i Albay Kemal diye bilinen Kemal Yazıcıoğlu ve ekibi sorgulamıştı. Kemal’e ‘Kemal bu tabancanın sana ait olmadığını, örgüte ait olduğunu ve bununla kimin vurulduğunu biliyoruz. Üslenme içerde çürürsün. Senin kim olduğunu, neci olduğunu biliyoruz. Bizimle çalışırsan seni bırakırız’ demişlerdi. Kemal ısrarla silahın kendisine ait olduğunu, hiçbir örgüte dahil olmadığını, solcu olduğunu, her gün solcuların vurulduğunu can güvenliği için silah taşımak zorunda kaldığını söylemişti.
Kemal tutuklandı ve Ulucanlar cezaevine konuldu. Balistik incelemede silahın kirli olduğu açığa çıkacak ve büyük ihtimal çok ağır ceza alacaktı. Kemal daha içeriye girdiği günden itibaren firar etmeyi kafasına koymuştu. Görüşüne giden arkadaşlara ‘benim mutlaka kaçmam gerekiyor, ama buradan kaçış mümkün değil, ilçe cezaevlerinden birisine naklimi yaptırın’ demişti. İzinsiz, ruhsatsız silah bulundurmanın en büyük cezası üç aydı. Balistik raporunun gelmesi aylar alırdı. İlçe cezaevlerinden herhangi birisine nakiline engel bir durum yoktu. Kızılcahamam cezaevine nakli için dost-tanıdık kim varsa harekete geçirilerek bu sağlanmıştı. Kemal Kızılcahamam’da ziyaretine giden arkadaşlara ‘buranın duvarları çok yüksek, buradan firar etmek zor. Daha uygun bir yere nakil yaptırın. Ulubey cezaevi bunlardan birisi olabilir’ demişti. Bu sefer Haki KARER’in memleketi olan Ulubey ilçe cezaevine nakli için uğraşıldı ve bu da başarıldı.
Kemal etrafı basit tel örgülerle çevrili bu küçük ilçe cezaevinde kısa zamanda kendi örgütlenmesini yapmıştı. Ruhsatsız silah taşımaktan yatmak Karadeniz’de zaten öyle suç olarak falan görülmez. Kemal gardiyanı kısa zamanda etkiler, güvenini kazanır. Kemal kendi güvenliğini sağlayabilsin diye içeriye tabanca sokması hiç de zor olmaz.
Kemal içerde şartları yeterince olgunlaştırdıktan sonra belirlediği tarihte birkaç kişinin dışardan destek için gelmesini istemişti. Doğan Kılıçkaya’nın da içinde olduğu birkaç arkadaş Kemal’i almaya gittiler. Alıp geldiler.
Kemal tel örgüleri aşıp arkadaşlarla birlikte koşarken o Karadenizli yaşlı gardiyan arkalarından bağırıyormuş, ‘Kemal kaçma, kaçma Kemal beni de kendini de yakacaksın. Beni ekmeğimden edeceksin’ diye bağırıyormuş. Kemal koşarken ceketinin cebini kapatmadığı için yedek mermileri yolda dökülmüş. Güvenli bir yere ulaştıktan sonra kendisine firarında yardıma giden arkadaşlara ‘hani benim yedek mermilerim nerede’ diye sorunca epey bir espri malzemesi ortaya çıkmıştı.
Cezaevinde birlikteyken Kemal hala ‘o gardiyanı işten atmışlar mıdır acaba’ derdi. Her aklına düştüğünde acırdı.
Kemal özgürlüğüne kavuşunca ait olduğu, kendisini özgür ve mutlu hissettiği Kürdistan’a döndü. Yapması gereken görevleri vardı. Haki’nin katillerinden hesap soracaktı. Bu görev herkesten önce bana düşer demiş ve üzerine almıştı. Mit devşirmesi Alaattin Kapan ve eşinin peşine düşmüştü. Adana, Mersin, İskenderun, Payas, Dörtyol, Erzin’de mit ajanı çifti karış karış aramıştı. En son İskenderun Yıldırım Tepe’de kıstırmış ve hak ettikleri cezayı vermişti. Alaattin’i devşiren, ajanlaştıran polis eşi ise yaralı kurtulmuştu.
Beşparçacılar, diğer adıyla Sterka Sor denilen ajan yapılanma Kemal’in gazabıyla Kürdistan siyaset tarihinden, bir daha sahne almamak üzere böyle silindi.
Devam edecek….