Direnişin PÎR’i KEMAL -V

0
1697

Onun yakalanması hepimizi çok üzdü. Ülkeye dönüşü hareketimizin yaşadığı gerilemeye, güçten düşürülmeye iyi bir cevaptı. Hepimizden daha tecrübeliydi, iki kere içeri düşmüş ikisinde de firar etmişti. Düşmanı hepimizden daha iyi tanıyordu. Ama maalesef o da yakalanmıştı. Ve şimdi hepimiz nasılını merak ediyorduk.

 “Mahsum’un bizi götürdüğü Silvan’ın bir köyündeydik. Abisi Fahri bizim orada olduğumuzu nasıl öğrenmişse öğrenmiş bir pikapla yanımıza geldi. Mahsum’un dayısı Almanya’dan gelmiş illa ki onu görmek istiyormuş. Ben Mahsum’u görmeden geri dönmem” diyormuş.

Alanı bilen, tanıyan Mahsum, Bölgede Kemal ile hareket etmesi, ona yardımcı olması ve yanından ayrılmaması gereken de.. ‘Ne yapalım’ diye sormuş Mahsum, ‘madem öyle gidelim’ demiş Kemal. Evden kapıya çıkmışlar. Arabaya yönelmişler.

Kemal ‘olmaz demiş, arabayla gidemeyiz. Ben asla arabaya binmem. İki kere bindim, ikisinde de gözümü hapiste açtım. Kendime ve arkadaşlara söz verdim. Gideceksek yürüyerek gideceğiz.’

Bir yandan Fahri, bir yandan M. Can Yüce, bir yandan Mahsum arabaya binmeye ikna edebilmek için kırk dereden su getirmişler. Yol toprak köy yolu demişler, köylüler dışında gidip gelen pek olmaz demişler, çok kısa bir mesafeyi geçmek için, girip çıkma dışında asfalt yolu kullanmayacağız demişler. Yine olmaz demiş. Fahri ‘Mesuliyeti ben üstüme alıyorum, hiçbir sorun, sıkıntı olmayacak’ diye yalvarmış. Kemal yine olmaz demiş. Yürüyeceğiz.

Mahsum ‘silahlarımız var bir sıkıntı çıkarsa vurur geçeriz, yöre halkı sağlamdır güvenlik sorunu olmaz. Arabanın içine girmeyiz. Arkasında kasa da oluruz, çevreyi gözetleyerek hareket ederiz’ demiş.

Tek başına bu kadar direnebilmiş ısrarlar karşısında. Ülkeye döndü döneli ilk defa arabaya binmeyi kabul etmiş, nasıl kabul edebildiğine kendisi de şaşkın binmiş arabaya. Pikabın kasasının en uzak dip köşesine yerleşmiş. Ne olur ne olmaz, bir hamlede kendimi aşağıya atabilmem daha kolay olur diye. Toprak yolda tekerin gerisine düşen köşede yolculuk etmekle yürümek arasında eğer bir fark varsa o da çok gürültülü, sarsıcı ve yorucu olduğudur. Kemal ‘ulan bu ne biçim araba yolculuğu resmen içim dışıma çıktı’ diye aklından geçirse de buna razıdır. “Asfalttan uzak olsun da varsın içim dışıma çıksın.”

Bir süre sonra Fahri’nin bahsini ettiği asfalta ulaştıklarını arabanın kesilen sarsıntısından ve ön tekerin değişen sesinden anlar. Çok gitmemişlerdir ki, uzaktan iki insan silueti gözlerine ilişir. Biraz daha yaklaşınca iki silahlı asker olduğunu anlarlar.

Kemal Mahsum’a kati biçimde ‘söyle abine biraz yavaşlasın biz atlayalım’ der. Mahsum kasanın şoför mahalline yakın sol köşesine yaklaşıp kafasını uzatır. ‘Abi, biraz yavaşla biz atlayacağız’ der. Ve arkasını döner. Ama abisi de bir şeyler söylemektedir. Fakat Mahsum’un aklı, fikri, gözü Kemal’dedir duymaz.

Fahri kardeşiyle konuşurken biraz yavaşlamıştır. Mahsum’un söylediklerini iyi duyabilmek için biraz daha hız kesmiştir. Mahsum’a cevap verirken kendisinin onu duyduğu gibi onun da kendisini duyup anladığını sanmaktadır. ‘Ben topuklayacağım, basıp geçeceğim, siz arabanın içine yatın’ demiştir. Ama Mahsum artık hemen arkasında değildir arka kapak kapısının yanına ulaşmıştır. Cevap alamayınca bir kez daha ‘siz arabanın kasasına uzanın ben basıyorum’ demiştir.

Arkadaki yolcularının tam da atlamak için ayağa kalktığı anda gaza yüklenince Kemal PİR kafa üstü asfalta çakılır. Mahsum atlamak için hamlesini zaten yapmıştır ve yere düşünce Filistin’de gördüğü askeri eğitimden gelen tecrübesiyle arabanın gittiği yönde kendisini yuvarlar. M. Can Yüce en son kendisini arabadan aşağı bırakır. Yerde yuvarlanır.

Fahri basıp kaçmıştır. Yolcularını arabanın içinde sanmaktadır. Oysa Kemal beyin sarsıntısı geçirmiş yerde yatmakta, Mahsum incinen bacağının verdiği acıyla sekerek alandan uzaklaşmaktadır. Kemal’in deyimiyle ‘yere çakılmadan önce’ havada gördüğü M. Can Yüce ise yerde yatmaktadır.

Kemal onun bayıldığına hiç inanmadı. ‘İnsan kendisi atlarsa refleksle önce kafasını korur. Kendi kontrolü dışında düşmek başka kendin atlaman başka sonuç verir. O hızla düşüp kafası sert zemine gelen birinin başında küçük ya da büyük bir kırılma, kanama olur. Bunda ne kırılma vardı ne kanama… Adam askerler beni fark eder korkusundan ayağa kalkmadı. Kalkıp kaçma cesareti gösteremedi’ demişti.

Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilemedi Kemal. Bir askerin kasketinin içinden yüzüne su döktüğünü hayal meyal hatırlar. Sonra yine karanlığa gömülür. Kendisine birazcık gelir gibi olduğunda önce ellerinin arkadan kelepçelendiğini, sonra çok sayıda insanla bir araba içinde olduklarını fark eder. Biraz daha kendine gelince bunların asker olduğunu anlar. Askerlerin kendi aralarındaki konuşmalara kulak kabartır. Diyarbakır’a götürüldüğünü o zaman anlar.

**

Mahsum dere tepe Kemal’i arar. Avazı çıktığı kadar Ebu Aliiii diye seslenir. Sesi geri kendisine döner. Milislerine ulaşır, çevre karakollarda olup olmadığını tespit etmelerini söyler. Nihayet Kemal’in izine rastlar. Tutulduğu karakola adam salar, karakol komutanı ne kadar istiyorsa kabul et ver, yeter ki onu salsınlar der. Belki rüşveti kabul etmez diye milislerine haber salar. ‘Silahlarınızı alıp gelin’. Mahsum kafaya koymuştur, Kemal’i iyilikle vermezlerse karakolu basıp alacaktır.

Salma yani aracı aceleyle gider. Daha meseleyi karakol komutanına açmadan, ‘elinizde iki tutuklu varmış’ demeye kalmadan, yol üstünde motorlu devriyenin bulduğu silahlı iki kişinin hiç bekletilmeden Diyarbakır’a gönderildiğini öğrenir.

Artık çok geçtir!

Kemal sorguda teyzesinin oğlu, yani kuzeni olur. Onun kimliğine bürünür. Kendisiyle aynı yaştadır. Birlikte büyümüşlerdir. Kaç kardeştir, anne baba adı nedir, doğum yeri tarihi nedir, hangi okullarda okumuştur, kaça kadar okumuştur, ne iş yapar hepsi ezberindedir. Üstünde bulunan silahın, kütüklüğün, sırt çantasının, çanta içindeki paraların, dokümanların kendisine ait olmadığını söyler. Yanında yakalanan M. Can Yüce’yi tanımadığını söyler. Ne yaparlar ne ederler bunların Kemal’e ait olduğunu ona kabul ettiremezler. İlk ifadesinde ne demişse aynını tekrar eder.

Üçüncü gün işkenceciler büyük bir sevinçle içeriye girerler. ‘Sen Kemal PİR’mişsin ya lan’ derler. Sevinçten ayakları yere değmez. Çirdik çalıp oynayanlar bile varmış aralarında.

Kemal bu! Kemal olduğunu reddetmeye devam eder. M. Can Yüce’yi getirirler. ‘Niye yalan söylüyorsun, sen Kemal PİR değil misin?’ der. Bizim ki ‘bu da kim, ben bu adamı tanımıyorum ve benim adım Kemal PİR değil’ der. Hepsi birlikte dışarıya çıkarlar. Gözleri bağlı, elleri arkadan kelepçelidir. Kapı açılıp açılıp kapanır. Meraktan çatlayanların biri gelir bir gider.

Kısa bir aranın ardından işkenceciler ellerinde Kemal’in bir fotoğrafıyla gelir. Bu sen değil misin? ‘Benim, ne olmuş? Kemal PİR’sem Kemal PİR’im ne olmuş yani. Bu ne şamata’ der.

Tekrar sorguya baştan başlanır.

-Silah?

-Benim değil, siz koymuş olabilirsiniz.

-Çanta?

-Bana ait değil.

-İçinde ne vardı?

-Benim olmayan çantada ne olduğunu nereden bileceğim?

-Para?

-Benimle alakası yok!

-PKK içindeki görevin, konumun?

-Hiçbir örgütle ilişkim yok.

-Kürdistan’da ne geziyorsun?

-Okul arkadaşım Cemil Bayık’ın Diyarbakır’da olabileceğini düşünerek onu bulmaya geldim. Cezaevinden kaçmıştım, aranıyordum. Yurt dışına çıkmama yardım eder diye geldim. Onun örgütle ilişkisi olduğunu duydum. Bunu yapabilecek imkanları vardır diye düşündüm.

-Filistin’den gelmişsin, öyle söylüyor arkadaşın.

-O benim arkadaşım falan değil. Tanımadığım adam nasıl arkadaşım oluyormuş? Gitseydim gelmezdim. Filistin’e gitmeden gelinebiliyor mu?

Çapraz sorgunun, işkencenin, öldürme şantajının para etmediğini gören işkenceciler. Kemal’in ellerini çözerler. Lavaboya götürürler. Elini, yüzünü yıkamasına izin verirler. Tek başına tutulduğu odaya koyarlar, göz bağlarını çözerler kapıyı çekip giderler. Kısa bir süre sonra mini etekli sarışın bir kadın içeriye girer. Sanki yıllardır Kemal’i tanıyormuş gibi rahat, arzulu adımlarla gelip kucağına oturur. ‘Beni nasıl buldun, beğendin mi, birlikte olalım mı?’ der.

Kemal, kadına tokadı çakıp kucağından aşağıya iterken ‘çık dışarıya orospu’ der. Demesine der de utançtan kıp kırmızı olmuştur. Utanması gereken kendisi olmasa da….

Bilenler bilir. Kemal bu dünyaya bakir geldi bakir gitti. Mesela bir kadının elini tutmadı, bir kadının dudağının lezzetini tatmadı, kadına bir dişi olarak bakmadı. Onu insan gördü. Bir kadın iyi bir yoldaş, sağlam bir devrimci olabilirdi. Eğer böyleyse o saygıyı hak ederdi. Değilse birisinin anası, birisinin bacısı ya da yavuklusu idi. Yani geleneğin sürdürücüleri ya da kurbanları. Onlar da devrimle kurtarılması gerekenlerdi. O kadar!

Kemal bu sahneyi arada bir hatırladıkça, ‘eğer o kadın bir polis idiyse yaptığım hakaret yerindeydi. Yok eğer genelevden getirilmiş bir fahişe idiyse ayıp oldu. Çünkü bunu isteyerek yapmamıştır, onu buna zorlamışlardır’ derdi.

**

Kemal havalandırmada volta atarken ‘ben dedi, 7. Koğuşa geçiyorum. Orada bir askerim var, onun koğuşuna gidiyorum. Buradaki arkadaşların işine karışmayacağım, onlar zaten cezaevini yürütüyor. Bana burada ihtiyaç yok. Bunu onlara da söyledim. İstersen sen de benimle gel.’

Bizim koğuşa Yıldırım Merkit bakıyordu. Kemal PİR ile gidebileceğimi söyledim. ‘Olmaz dedi, yeni bir koğuş açıyoruz. Arkadaşlar seni orası için düşünüyor’     

-‘Beni bırakmıyorlar dedim. Başka planları varmış arkadaşların.’ Ağustosun sıcağı kırılmak üzereydi. Belki lazım olur diye bir hırka vermek istedim. Almadı. Kemal ilk geldiğinde banyo yaptıktan sonra üstündeki eski, yırtılıp parçalanmış elbiseleri atarak komünün verdiği yenileri giymişti. ‘Yedek olarak şunu da, bunu da yanına al, lazım olur’ dediysek de almadan gitti. Birkaç gün sonra da ben çıktım.

Yeni koğuşum cezaevinin çift numaralı koğuşlarının ikincisiydi. 4. Koğuş. Laz Zeki ile birlikte bu yeni koğuştan sorumluyduk. Koğuş bileşenimiz sempatizan arkadaşlardan oluşturulmuştu. Koğuşumuzda Mehmet Emin isminde Kızıltepeli, mesleği marangozluk olan, Hayri Durmuş ve Ferhat Kurtay arkadaşların evinde yakalandığı mide hastası temiz bir yurtsever vardı. Sabaha karşı beni uyandırdı. Hava hala aydınlanmamıştı. ‘Kalk Metin arkadaş, kalk darbe oldu’ diyordu. Evli barklı çoluğu çocuğu olan birisiydi.  Yüzü kireç gibi beyazlamıştı. Ama kaygı ve korkuları arkadaşlar içindi. ‘Arkadaşlara dedi, kötü bir şey yapmazlar’ değil mi?’ ‘Yok yapamazlar dedim, endişe etme. Biz sahipsiz değiliz. Dışarda partimiz var, arkadaşlar var, ailelerimiz var, halk var. Burada örgütlüyüz. Bir gücümüz var.’ 

Faşist askeri darbenin gelişi koğuşumuzdaki bazı sempatizanları çok korkutmuştu. ‘Şimdi bizi duvar dibine dizip infaz edecekler’ diyenler bile vardı. Bunu söyleyen Hilvanlı liseye kadar okumuş bir gençti. 2 Nolu Cezaevindeyken Hasan Hüseyin Karakuş’un yanından ayrılmazdı. Radikaldi. Top oynarken bile çok hırslı, atılgan bir gençti. Şimdi o gözü kara genç gitmiş yerine başka birisi gelmişti. Yemekten kesilmişti. Tirtir titriyordu. Yatıştırana, yemek yemesini sağlayana kadar anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan geldi.

Çevremizde bize ait hiçbir koğuş yoktu. Arkamızda hücreler, önümüzde hamam vardı. Askeri cuntanın gelişinin bize ilk yansıması haberleşmemizin kesilmesi oldu. Ne görüşebiliyorduk ne de not gönderebiliyorduk. Arkadaşlara ulaşama çabamız sonuç vermedi. Sonunda Mazlum arkadaşlar bize ulaştı. Koğuştaki arkadaşları ikişer üçer kişilik gruplar halinde diğer koğuşlara bölüştürüp boşaltmamızı istemişlerdi.

Benim gideceğim koğuş belliydi. 7. Koğuş! Yani Kemal PİR’in kaldığı mekân. Kemal biraz toparlanmıştı. Kafasındaki ve dirseğindeki yaralar kapanmış, yüzüne kan gelmişti. Her zamanki gibi neşeli, moralliydi. Bütün koğuşun onun varlığından güç ve moral aldığını görmek mümkündü. 12 Eylül darbesinin gelişi, Kemal’in varlığı sayesinde kimseyi çok etkilemişe benzemiyordu.

Geldiğimin ikinci günü Kemal ‘bizim koğuşun sorumlusu sen olmalısın’ dedi. ‘Başka bir arkadaş yapamaz mı’ dedim, ısrar etti. ‘Zor zamanlardan geçiyoruz. Herkes yapamaz’ dedi. El mahkûm kabul ettim. 12 Eylül ile birlikte koğuşlar arası gidiş gelişler bıçak gibi kesilmişti. İllegal ve kendi icadımız yöntemlerle yazışabiliyorduk. Darbe sonrası yapılan ilk aramada koğuşlardan kitaplar, sazlar, radyolar toplanıp götürülmüştü. Elimizde kala kala satranç takımı kalmıştı. Diğer koğuşların neler kurtardığını bilemem ama, biz küçük bir el radyosunu zulalayarak kurtarmıştık. BBC ve Bizim Radyo’nun haberlerini dinleme şansımızı korumuştuk. TRT zaten tepeden tırnağa cuntanın borazanı olmuştu. Dinlemeye değmezdi. Bizim Radyo hiç hazzetmediğimiz TKP’ne aitti. Ama 12 Eylül ile birlikte ondan hazzetmemenin fazla bir değeri ve anlamı kalmamıştı. 12 Eylül kendi çizgisi dışında kalan herkesin, her şeyin üstünden bir buldozer gibi geçmeye devam ediyordu.

‘Bizim Radyo’ istisnasız her haber sonrası devrimci türküler ve marşlar yayınlardı. Kemal ile ben de koğuşun ortasında volta atarak türküyü okuyan sanatçılara eşlik ederdik. Bunlar genellikle Ruhi Su, Zülfü Livaneli, Aşık Mahsuni olurdu. Bir gün ‘Hayali gönlümde yadigâr kalan’ dizesiyle başlayan Suphiler üzerine yakılmış olan ağıt ezberimizde olmadığı için bütün beytini düzgün sırasıyla yazalım dedik. Yazdık. Ben bütünü bildiğim halde kıtaları karıştırıyordum. Yazılı besteyi Kemal eline almıştı. Birlikte volta atarak söylüyorduk.

Bu arada söylemesem olmaz, Kemal, o bilinen çok güçlü davudi sesi ile çok kötü türkü söylerdi. Aslında türkü söyleyemezdi. Her ton da istikrarlı bir biçimde detoneydi. Ama söylemekten de asla vazgeçmiyordu.

Bütün koğuş bizi güleç yüzle gözaltına almış voltamızı seyrediyor, türkümüzü dinliyordu. Kapı mazgalı birden açıldı. Kapının gerisinde bir üsteğmen ve arkasında bir yığın asker belirdi. Bir mareşal edasında sert görünmeye çalışan mazgalların bu bekçisi

-‘Siz dedi, ne söylüyorsunuz öyle, elinizdeki yazı da nedir?’

Kemal mazgala doğru yürüdü. Hemen onun böğründeyim.

-‘Türkü dedi, türkü söylüyoruz. Artık türkü söylemekte mi yasak. Türkülerden de mi korkuyoruz.’

-‘Ver onu bana’ dedi kendisini bir şey sanan üsteğmen.

-‘Ne yapacaksınız, ne işinize yarar ki?

-‘Sen ver orası bizi ilgilendirir?

-‘Bunu da mı yakacaksınız?

-‘Biz Adli Müşavirin işine karışmayız. Bu ona kalmış.

-‘Peki dedi, alın bakalım ne olacaksa.’

Çizgili okul defter yaprağının yarısından daha küçük kâğıt parçasını alıp koşar adım gittiler.

Havalandırmamız eskisi gibi gün boyu açık değildi. Sabah ve öğlenden sonraları ikişer saat dışarıdayız. Altımızdaki 3. koğuşla birlikte havalandırmaya çıkışımızda kaldırılmıştı. Eskisi gibi karma voleybol maçları yapamıyor, birlikte volta atamıyorduk. Maşallah hoca ve takımıyla iddialı maçlar yapamasak da pencere dibinde göz göze sohbet etmemizi engelleyebilecek bir güç yoktu.

Bizim koğuşta olan ve fakat diğer koğuşlardan hiçbirisinde olmayan bir şey daha vardı. Aynı katta bulunan 9. Koğuş ile bizimkini ayıran duvarda aynen demir koğuş kapılarındaki gibi bir mazgal vardı. Mazgalı açıp kapatmak bizim elimizdeydi. Çünkü koğuşlarımızın içindeydi. Bu bitişik komşu koğuşta içlerinde Felemez Toğaç, Bedrettin Kavak, Deza, Ali Kılıç’ın da bulunduğu yirmi kadar arkadaş kalıyordu. İhtiyaç duyulması durumunda bu arkadaşlarla görüşürdük. Mazgalı kapatmasınlar diye ihtiyatlı kullanamaya çalışıyorduk.

 **

Her gün dört saatin dışında yirmi saat koğuştaydık. Tuvalet bölümüyle birlikte yediye beşlik koğuşumuzda, yani 35 metre karelik küçücük mekânda altlı üstlü on ranzada yirmi kişi aynı havayı teneffüs ediyorduk. Sigara içmeyi serbest etmiştik. Çünkü sigara içilebilecek başka bir mekân yoktu. Havalar soğumuştu, tuvalettekinin dışında pencerelerden birisini daha sürekli açık tutup hava sirkülasyonunu sağlamaktan başka çare yoktu. Sigara Kemal PİR’in vazgeçilmeziydi. Başka bir alışkanlığı yoktu. Yemeği, giyinmeyi umursamazdı. Ama sıra sigaraya geldiğinde her şey değişirdi. Mali durumumuza göre komünümüz günde bazen altı bazen on dal sigara dağıtırdı. Bunun Kemal’e yetmesi mümkün değildi. Benimkinin yarısı onundu. Diğer birçok arkadaş da tasarruf eder kendi istihkakını onunla paylaşırdı.

Halo Cuma hariç! O da en az Kemal kadar tiryakiydi. Bu katkılar da yetmezse her ikisi için de Komüncü kesenin ağzını açardı. Komüncüyü zaten tembihlemiştik. Her iki arkadaşı da idare ederdi. 

Yirmi saat içerde kalmak kolay değildi. Kitap yok, televizyon yok, gazeteler sınırlı geliyor. Hadi kendini zorla ha zorla sekiz saat yat. Geriye on iki saat kalıyor. Bu on iki saat nasıl geçecekti? Belki okuyanlar inanmayacak, ama biz nasıl geçtiğinin hiç farkına varmazdık. Kemal ile günde en az dert beş saat satranç oynardık. Hamle geri alma işini de başından bir karara bağlamıştık. Her oyunda rakipler en fazla üç hamle geri alabilirdi. Satrancın evrensel kurallarının canı cehennemeydi. Biz kupa veya ödül kazanmak için oynamıyorduk ki!

Oyun başlayınca herkes tepemize üşüşürdü. Tabi herkes Kemal’in tarafını tutardı. Kim koğuş temsilcisini tutardı ki(!) Tek başıma, temsilciliklerini yaptığım bütün koğuşa karşı oynardım. Temsilci, temsil ettiklerine karşı savaşırdı. Garip, ama çok eğlenceli bir durum olduğuna şüphe yok. Her şeye rağmen maçları çoğunlukla ben kazanırdım. Hakkını yemeyeyim, Kemal’in tez canlılığının çok yardımı dokunurdu. O varken kazanmak zor olmazdı. Kemal’in bazen yenilgiye içerlediği de olurdu. O zaman dişini sıkar sabırla, düşünerek oynardı. İşte o zaman benim işim çok zora girerdi. Ve kazanan kesinlikle o olurdu.

**

Bir gün yine satranç oynuyoruz. Kulağımız BBC haberlerde. Tarih 7 Ekim 1980. Delil Doğan’ın Dersim’de vurulduğu haberini yaptı. Oyunu bıraktık. Kemal çok kötü oldu. Yakından tanıdığı, yetişmesinde emeğinin geçtiği, çok beğendiği, güvendiği ve sevdiği bir arkadaştı. Filistin’de beraber kalmışlardı. Vietnam’ın Genaral Giap’ı neyse Delil’inde Kürdistan’da öyle bir rol oynayabilecek yetkinliğe çok zorlanmadan ulaşacağına inanıyordu. Delil’i her arkadaş bilirdi. Çok yiğit, kararlı bir arkadaş olduğunu bilmeyen yoktu. Kemal bir süre kendini iyi hissetmedi. ‘Yaşaması gerekiyordu’ diyordu, yaşatılması, korunması gerekiyordu. Büyük bir kayıp.’ Daha sonra Mazlum arkadaşın Kemal’e yazdığı not bir sürü bilinmezi netleştirdi.

Delil’in bir süreliğine uğrak yeri olarak kullandığı köy evi bir ihbar üzerine kuşatılmış. Nişanlısı da yanındaymış. Vuruşarak dağlara sığınmaya çalışmışlar. Delil hedef olmaktan, menzilden çıkmayı başarmış, tepeye ulaşmış. Ama nişanlısı geride kalmış. Nişanlısını kaldırıp yürütmek için dönmüş. Delil bu, bırakıp gitmek onun kitabında yazmaz. Dönüp ona yetişmiş elinden tutup kaldırmış. Bir iki adım yukarıya sürüklemiş, sürüklememiş kör bir kurşun gelip onu bulmuş.

Her ölüm vakitsizdir, ama Delil’inki çok fazla erken olmuştu. Onun böyle şehit olmasına hiçbirimiz inanmak istemedik. O, kör bir kurşunun aramızdan rahatlıkla alabileceği birisi değildi. O cıva gibi ele avuca sığmayan, hızlı, güçlü ve azametliydi. Vurulduğuna inanmak bize çok zor geldi.

Devam edecek….

https://raperinagel12.com/direnisin-piri-kemal-iv/

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz