“Irkçılık, cinsiyetçiliği de sürekli yeniden üretmektedir. İkisinin birden ortadan kalkmadığı bir toplum, hem ırkçı hem de cinsiyetçi olmayı sürdürecektir. Aynı biçimde, ekoloji meselesini gündemine almayan bir toplumsal hareket de bugün, üzerinde yeni bir toplum inşa edeceği bir toprak parçası dahi bulamama tehdidi ile karşı karşıyadır. Sırf bu nedenle bile, kadın hareketinin de acil bir biçimde, ekoloji meselesini gündemine alması gerekiyor.”
Son iki yüzyıldır, kapitalist üretim tarzının, doğa üzerindeki tüm yıkıcı etkileriyle birlikte Avrupa ve Kuzey Amerika’da başlayan ve oradan dünyaya yayılmasına tanık oluyoruz. Eric Hobsbawm’ın deyişiyle, “Kısa Yirmi Birinci Yüzyıl”, kapitalist yaşam biçiminin tekleştiriciliği ve mutlaklığıyla, insanla insan ve insanla doğa arasındaki ilişkiyi hiyerarşikleştirici biçimiyle belirledi. Bu belirlenim, iki dünya savaşı ve gezegenin savaşsız geçirdiği günlerin sayısının, bir elin parmaklarını geçmeyecek ölçüde az olmasına yol açan bir vahşiliği içeriyordu. Kapitalizmi alt etmeye yönelik girişimler ise ne yazık ki eşitlik, kardeşlik ve demokrasi ile sonuçlanmadı. Rusya’nın mafya kapitalizmine, Çin’in ise devlet merkezli pazar ekonomisine geçişi, özel mülkiyete dayanmayan rejimlere inanmanın boş inançtan öteye gitmediği propagandasını güçlendirdi.
Kapitalizmin iki yüzyıllık serüveni koas ve kriz
Son yirmi yıla damgasını vuran bu sürecin sonunda, ekolojik hareket içinde doğanın sınırsız sömürüsünün yarattığı felaketlerle; kırdaki, kentteki emek sömürüsünün, doğanın temellüküyle doğrudan üreticilerin mülksüzleşmesinin iç içe geçmişliğini kavrayan yeni bir damarın doğuşuna şahit oluyoruz. Doğanın talanına karşı, nükleer karşıtı hareket, baraj ve siyanür karşıtı mücadele, bugün Türkiye’de ve dünyanın pek çok yerinde emek hareketinin bir bileşeni olarak ortaya çıkıyor ve doğa ve insan ilişkisini yeniden tanımlama mücadelesi veriyor.
Kapitalizmin iki yüzyıllık serüveni, tam bir kaos ve yıkım süreci olarak ortaya çıktı. Toprağın aşırı sömürüsü gıda krizini yarattı, okyanuslar nükleer atıklarla doldu, ormansızlaştırma genişledi, türler yok oldu. Bunların en sarsıcısı ise, uzun zamandır devam eden ama niteliksel bir dönüşüme uğradığı için insanlığın varoluş-yokoluş mücadelesi haline dönüşen iklim krizi oldu. Bu manzara, doğal dönüşümlerin bir sonucu değil, doğal kaynakların aşırı sömürüsünün bir sonucudur. Dolayısıyla bu yıkımın örneğin alternatif enerjilere yönelerek ya da “yeşil işler” yaratarak ortadan kalması da mümkün değil. Hatta bu tip “çözümler” krizin sürdürülebilirliğini sağlayan yapay önlemler oluyor. GDO’lu bir mısırı yeşil paketlere koyarak algıyla oynamak gibi düşünün siz bunu.
Kapitalist üretim tarzının ortadan kaldırılması
Bugün bize gerekli olan; tamamen farklı bir üretim, tüketim ve yaşam biçimidir. Bu ise, basitçe meta üretimine dayalı kapitalist üretim tarzının ortadan kaldırılmasını gerektiriyor. Daha çok ve daha fazla üretim, yapay ihtiyaçlar yaratılması ve son kalan fosil kaynaklarının da çıkartılıp satılması; 2010’da Meksika Körfezi’nde gözlemlediğimiz gibi ekolojik felaketler, uzun vadeli toplumsal ve ekolojik planlama doğasına aykırı olan kapitalizmin yapımıdır. Kapitalizmin uzun vadeli planlama yapabildiği tek alan, doğal kaynakların ve pazarların, enerji kaynaklarının ve ucuz emeğin, yani kârına ne kâr katacaksa onun varlığını devam ettirmesini sağlamak. Bu planların uygulanması için de “ekonomik diplomasiyi” gerekirse de Ortadoğu ve Afrika’da gördüğümüz gibi savaşları, devreye sokmak. Yani, kapitalizmden farklı bir medeniyete, onun rasyonalitesinden farklı bir mantığa geçmek, genelde doğa, özelde insanlık için bugün yakıcı bir ihtiyaç halini almıştır. Fakat yerine ne koyacağımızı da düşünmeye başlamamız lazım: Kır temelli emek hareketleri 1990’lı yılların başında Bergama’da açığa çıkan altın madeni karşıtı hareketten beri, bir genişleme ve radikalizasyon dalgası yaşıyor. Türkiye’de özelleştirme piyasalaşmanın hızlanması, bununla birlikte suyun da HES’ler aracılığıyla piyasalaşması, yeni bir mücadele alanı doğuruyor.
İhtiyacın demokratik ortamda yeniden tanımlanması
Üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılması yolu ile insanın üzerindeki egemenliğinin son bulması, toplumun kendi kendini yönetmesi ve adalet fikrinin yeniden gündemleştirilmesi insan ve doğa arasındaki etkileşim alanının sömürüden adalete doğru yer değiştirmesi gerekiyor. Hiç kuşkusuz, böyle bir toplumun temeli, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kalkması olacak. Kar güdüsü ortadan kalktığında ve ekolojik gereklilikler ve insan ihtiyaçları arasında bir denge söz konusu olduğunda, toplam olarak da değişim değeri değil, kullanım değeri ön plana çıktığında yeni bir üretim tarzından söz edilebilir olacak. Yine kuşkusuz, bunun için ihtiyacın, demokratik bir ortamda yeniden tanımlanması gerekiyor. Bu demokratik ortamın varlığının önkoşulu ise, zaman. İnsanların kolektif düşünmeye zaman ayırması, ancak iş saatlerinin azaltılması ile mümkün olabilir. Diğer yandan, katılımcı bir demokratik sürecin örgütlenmesi, “yaşam boyu öğrenmenin” gerçek anlamını kazanması ile mümkün hale gelecek. Öğrenme, kapitalizmin sürekli değişen ihtiyaçlarına bir yanıt verme çabası olmaktan çıkacak, toplumun gerçek ihtiyaçlarını karşılama anlamı kazanacak.
Demokratik planlama hangi ölçekte yapılacak
Diğer yandan, ölçek sorunu önemli bir mesele olarak önümüzde duruyor. Demokratik planlamanın hangi ölçekte yapılacağı konusuna ilişkin, bugün Türkiye’de baraj ve altın madenciliği karşıtı mücadele, planlamanın hem demokratik hem de ekolojik ilkeler gereği, ekosistemler ölçeğinde yapılması gerektiğine ilişkin ciddi bir kanıt sunuyor. Aynı zamanda, kapitalizmin “Zaman, paradır.” şiarına ve buna uygun olarak yarattığı “Nefes kesici bir yarış olarak hayat” tanımına karşı, hayatın “yavaşlatılması” önemli bir talep. Tarım arazilerinin yağmalanması ve küçük aile işletmelerine dayalı tarımın ortadan kaldırılması, büyük ölçekli tarımın yarattığı ekolojik tahribat ve örneğin GDO’lu ürünler gibi konuların sağlık alanında açtığı yaralar, mücadele etmemiz gereken diğer gündem maddelerini oluşturuyor.
Irkçılık cinsiyetçiliği sürekli üretir
Devasa toplumsal sorunlarla çevrilmiş bir dünyada, eşi benzeri görülmemiş bir kriz içinde yaşıyoruz. Bu kriz, kapitalizmin yarattığı ayrımcılık ve eşitsizliklerden besleniyor ve onları besliyor. Ancak geldiğimiz noktada insanlığı, doğayı, dolayısıyla tüm türleri etkisi altına alan “mükemmel bir sefalet fırtınasıyla” karşı karşıyayız. Peki, bu krizi tersine çevirmek mümkün mü ve bunu kim yapacak? Her şeyden önce, toptan nesneleşme ve şeyleşme karşısında “Gerçekliği ancak bir bütün olarak anlamak ve ona o haliyle nüfuz etmek mümkündür ve nüfuz etmeyi de ancak kendisi bir bütün olan özne becerebilir.” Parçalanmış mücadeleler ve parçalanmış benlikler, bunu yapamaz. Bir yandan cinsiyetçiliğe karşı mücadele ederken, örneğin ırkçılıkla ilgili söyleyecek hiçbir lafı olmayan, hatta bununla ilgili düşünmeye dahi zahmet etmemiş bir toplumsal hareket, kaybedecektir. Çünkü ırkçılık, cinsiyetçiliği de sürekli yeniden üretmektedir. İkisinin birden ortadan kalkmadığı bir toplum, hem ırkçı hem de cinsiyetçi olmayı sürdürecektir. Aynı biçimde, ekoloji meselesini gündemine almayan bir toplumsal hareket de bugün, üzerinde yeni bir toplum inşa edeceği bir toprak parçası dahi bulamama tehdidi ile karşı karşıyadır. Sırf bu nedenle bile, kadın hareketinin de acil bir biçimde, ekoloji meselesini gündemine alması gerekiyor. Ama kadınlar, bu mücadelenin çok özgül bir biçimde, birincil öznesidir. Her şeyden önce, yukarıda bahsettiğimiz iklim krizinin görüngülerinden, gıda ve su krizinden kadınlar erkeklere oranla farklı ve daha fazla etkilenir. Ucuz doğa algısı, ücretsiz kadın emeğini de mümkün ve meşru hale getirir. O nedenle, kadınlar kendi kaderlerini tersine çevirme mücadelesinde ekolojiyi de dikkate alan, hatta merkeze alan bir perspektif geliştirmelidir. Bunun yanı sıra, bu aşırı üretim, hız ve tüketimciliğin; köyün ve tarım hayvancılığın tasfiyesinin gittikçe yoksullaştırdığı kadınların da içinde bulunduğu geniş emekçi kesimler, ekoloji mücadelesinde birincil bir rol oynamaktadır ve oynamak durumundadır.
Son söz olarak; bize düşen, gündelik düzeyde inşa edilen sıradan ve sahicinin gerçekliğini kavramak, ona bir ontoloji atfetmeyip dönüştürmeyi düşünmek ve harekete geçmek. Ancak bu bütünlük ve eylem içinde gündelik yaşam dönüştürülebilir ve ancak bu şekilde ütopya, bir kez daha mümkün hale gelebilir.