TC, Rusya ve İran Cumhurbaşkanları 16 Eylül 2019 tarihinde yeni bir toplantı daha gerçekleştirdi. Ankara’da gerçekleşen bu toplantının ardından da ilgili devletlerin cumhurbaşkanları hangi konular üzerine neler konuştuklarına dair de açıklamalarda bulundular.
Astana formatlı görüşmeler arasında ele alınan bu toplantının da vermiş olduğu görüntü ve izlenim itibarıyla öncekilerden bir farkı yoktu. Ana konusu İdlib olmasına rağmen toplantı sonuçlarına dair Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin ve Hasan Ruhani farklı şeylerden bahsederken, TC Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’da onlardan farklı bilinen nakaratları tekrarladı.
R.T. Erdoğan kameralar karşısında İdlib konusunda hangi sonuca varıldığına dair bağlayıcı bir şey söylememiştir. Dile getirdikleri ise daha önce olduğu gibi, “Suriye’nin siyasi birliği ile toprak bütünlüğünün muhafazası, sahada sükunetin korunması, ihtilafa kalıcı bir siyasi çözüm bulunması konusunda tam bir mutabakat içinde” olunduğu, “Barış koridoru konusunda ABD ile iki hafta içerisinde anlaşamazsak kendi hareket planımızı uygulayacağız”, “Suriye’de anayasa komitesinin oluşumuna ilişkin pürüzlerin giderildiği” vb. gibi klişeleşmiş sözlerin ötesine geçmemiştir. Tabii bu tür bir açıklamada bulunurken “YPG ve PKK’nin en büyük tehdit” oluşturduğunu belirtmekten de geri kalmamıştır. İran Cumhurbaşkanı Ruhani; “ABD’nin Suriye’deki varlığının meşru olmadığını, Adana mutabakatının hayata geçmesinin endişeleri giderebileceğini”, Putin’de; “İdlib’in neredeyse tamamen El Kaide bağlantılı grupların elinde olduğunu”, “Suriye’nin kısıtlı operasyon yapmasına destek vereceklerini” dile getirmiştir.
Gerek Soçi gerekse de Astana formatlı daha önceki gerçekleşen toplantılardan da bildiğimiz gibi, kameralar karşısına geçilerek yapılan konuşmalarla, masa başında varılan anlaşmalar birbirlerinden farklı olmaktadır. Toplantı gündemi olarak açıklanan konu ile yapılan açıklamaların merkezinde yer alanlar karşılaştırıldığında da bu gerçeklik çok net bir şekilde görülmektedir.
Dikkat edilirse, 16 Eylül’de gerçekleşen toplantıya dair yapılan açıklama da sadece V. Putin asıl konuya bağlı kalırken, diğerleri ise daha çok gerçekleşen toplantı üzerinden, uluslararası güç ve çevreler ile kendi kamuoylarına vermek istedikleri mesajlarla yetinmişlerdir. Tabii bunun da anlaşılır yanları vardır.
V. Putin’in böyle bir yaklaşıma ihtiyacı yoktur. Zaten gerçekleşen bu toplantı ile ABD ve onunla birlikte hareket eden güçlere karşı bir taraf olarak kendi mesajını vermiştir. O nedenle somut konu üzerine yapmış olduğu açıklamayı kendisi için yeterli görmüştür. Ama, R.T. Erdoğan ve H. Ruhani için bunu söylemek mümkün değildir. Bu her iki cumhurbaşkanın, ABD ve müttefikleri ile kendi kamuoylarına yalnız olmadıkları ve kendileriyle ittifak halinde hareket edenlerin var olduğu yönünde mesaj vermeye ihtiyaçları var. Toplantıdan bir gün önce Ankara’ya gelen Ruhani’yi karşılama törenleri ve gerçekleşen ikili görüşmelerde böyle bir amaç doğrultusunda gerçekleştirilmiştir.
Bu yönüyle İran ve TC devletleri 16 Eylül günü gerçekleşen ve adına “zirve” dedikleri toplantıyı kendileri için tam bir beyaz propaganda malzemesi olarak kullanmışlardır. Bundan başka yapacakları başka bir şey bulunmamaktadır. İran için Basra körfezinde suları giderek ısınmaya başlamıştır. Yemen ve Suudi Arabistan’da yaşananlar, Suriye savaşı/ krizi ile birlikte ABD tarafından abluka ve uluslararası politikada tam bir gerekçe haline getirilerek kullanılır bir hal almıştır. İran’a karşı abluka ve ambargoya yeni müeyyidelerin eklenmesi ve bunların uygulamaya konulması da bunu göstermektedir. İşte, İran, Ankara’da gerçekleşen toplantıyı bunlara “yalnız olmadıkları” mesajının verildiği bir yanıt haline getirmiştir.
TC devleti de bu gerçeği görmekte ve İran’ın içerisinde bulunduğu bu durumu kendisi için bir fırsata dönüştürerek kullanmak istemektedir. Böylece ABD karşısında pazarlık gücünü ve fiyatını artırabileceğini; Kürtler ve Suriye rejimi karşısında ABD ve müttefiklerinden istediğini alabileceğini sanmaktadır. O nedenle, Erdoğan toplantı konusu ile bağlantısı olmadığı halde, kameralar karşısına geçerek, “Barış koridoru konusunda ABD ile iki hafta içerisinde anlaşamazsak kendi hareket planımızı uygulayacağız” biçiminde bir açıklama yapma gereğini duymuştur. Oysa ABD, TC arasında QSD güçlerinin de muhatap olarak alındığı sınır güvenliği üzerine bir anlaşma yapılmış ve buna nasıl işlerlik kazandırılacağı 13 Ağustos 2019 tarihinde basına yansıtılarak kamuoyuna deklere edilmişti.
Erdoğan ve Ruhani’nin içerisinde olduğu bu sıkışmışlığı, herkesten daha iyi bilen ve yakından gören Putin’den başkası değildir. Kendi politikalarının Ortadoğu’da etkin hale gelmesi için bu gerçekliği herkesten daha çok kendi çıkarlarının bir parçası haline getirmekten geri kalmamaktadır. İran’la ilişkisinin daha farklı boyutları olmakla birlikte, TC devleti ile içerisinde girdiği ilişkilerin böyle bir yönü vardır. TC devletini tarihi Rus, Moskof düşmanlığından, Rusya’ya karşı herkesle ittifaka açık bir halden, neredeyse söyledikleri dışında hareket edemez bir hale getirmiştir. Ankara’da gerçekleşen son toplantıda da, çok fazla gecikmeden anlaşılacağı üzere daha önceki Astana ve Soçi formatında ele alınan toplantılarda olduğu gibi Rusya’nın her dediğini kabul etmiştir.
Belki de V. Putin’in, R.T. Erdoğan’ın toplantı bittikten sonra kameralar karşısına çıkıp sonuçlarıyla ilgili olmayan konuşmaları dinlerken, ne dediğine bakmayarak onu hafife almasının altında yatanda bu gerçekliktir. Bir dönem Rus istihbaratının başında olan kişi olarak V. Putin’in herkesten daha çok R.T. Erdoğan’ın içerisine düştüğü durumu anlamadığını düşünmek ve bunu kendisi için bir fırsata dönüştürmeyeceğini düşünmek mümkün değildir. Ki, bunu görmemek V. Putin gerçekliğini anlamaktan bir haber olmak anlamına gelecektir. İkinci sevkiyatının tamamlandığı S-400’lerin ardından şimdi de SU-35 ve SU-57’lerin satışlarının gündeme gelmesi ve tartışmaya açılmış olması da bunu göstermektedir.