Hakikat Nerede? – Ali Haydar Kaytan

0
1078

Tarihin tüm önemli olayları, gelişme süreçleri ve yapılanmaları etkili zihniyetler ve iradelerinin eseri olarak ortaya çıkmışlardır.

Hakikat nedir?
İnsanlık bin yıllardır kendine hep bu soruyu sordu.
Bin yıllardır cevabını bulmak için insani yetilerini sonuna
kadar kullandığı bu soru’nun ardından bazen yılları
bulan inzivalara çekildi, bazen insanüstü irade isteyen
çilelere katlandı, bazen çetin ve dikenli yollara vurdu.
O halde hakikat nedir ve biz hakikatin neresindeyiz?
Günümüz dünyasında insanlığın hakikatle bağı
konusunda neler söylenebilir? Kapitalizmin geçmişten
ve gelecekten kopmuş bir ‘şimdi’ zindanında yaşamaya
mahkûm ettiği insanın yaşamına yaşam diyebilir miyiz?
Yaşamın en ucuz ve yanlış hali bu değil midir?
Önder Apo’nun Atina Savunması’ndaki şu
cümleleri hakikatle yaşam arasındaki bağı mükemmel
özetliyor:
“Ucuz ve yanlış yaşamayacaktım. Doğru olmadan
yaşanmayacağına göre, doğrunun kendisi nasıl bulunacaktı?..
Şimdi gelinen aşamada bu sorulara cevap verebilecek
güçteyim. Komplonun kendisi ve dayandığı gerçekler
cevabın netleşmesinde hayli etkili oldular. Bu
cevabın temelinde, içinde doğup şekillenilen toplumun
ilk elden doğrudan tanımlanması vardı. Ne var ki, Kürt
toplumu belki de eşine ender rastlanan, varlığını koruyamayan,
dağılış sürecinde olan, öznellikten yoksun,
paramparça objelerden ve maddi parçalardan öteye bir
görüntü vermiyordu. Adeta dilsiz, sağır ve köleleştirilmiş
kalıntı bir varlık görünümünü yansıtıyordu. Bizzat
bu görüntüye bakarak gerçeği bulamayacağımı, hele
hele diğer örnekler gibi bu duyarsız parçalardan bir
özgürlük gücü oluşturamayacağımı endişeyle hep kendime
itiraf etmiyor değildim. Gerçekliği arayış yürüyüşünü
tüm insanlık ve ardındaki evren üzerine yapma
gereği bende erkenden ortaya çıkan bir anlayıştı. Belki
çocukluğumdaki eğilimim de buydu.”
Doğru hakikatle ilgilidir. Ucuz ve yanlış yaşamak
istemeyen, bu nedenle doğrunun arayışına çıkan insan
doğruyu bulmak için nereye bakmalıdır? “Her ne arar
isen kendinde ara/ Kudüs’te, Mekke’de, hacda değildir.”
Bir tasavvuf şiirinden alınan bu dizeler, İnsan’ı
bütün bilmelerin kaynağı olarak gösteriyor. Buna göre,
insan hem hakikatin peşinde koşan varlık, hem de
hakikatin kendisinde tezahür ettiği zemindir. İnsan
hem bütün bilmelerin öznesi hem de nesnesidir. O
halde “Hakikat İnsan’dadır” denilebilir. Dolayısıyla
hakikati arayan her kimse, bu durumda dönüp insana
ve dolayısıyla kendisine bakmalıdır. Bunun içindir ki,
“Kendini bilme bütün bilmelerin temelidir.”
Önder APO, “İçinde bulunduğun çağdan ve
zamandan ne kadar koparsan, o kadar bütün çağlar ve
zamanların içine açılabilirsin” diyordu. Hakikat arayışı
ile bulunduğumuz çağdan ve zamandan kopmak arasında
bir bağ var mıdır? Hakikate götüren yol bütün çağlar
ve zamanların içine açılmaktan mı geçiyor?
An’da takılı kalma, an’ı kutsama ve anlık yaşama,
kapitalist uygarlığın en büyük saptırmalarından biri
oluyor ve insana sonsuzluktan gelip sonsuzluğa giden
zaman boyutunu unutturuyor. Ne yazık ki tarihsiz ve
belleksiz bırakılan kapitalizm dünyası insanının hakikat
arayışı daha başlamadan bitiyor. Zira ancak tarih bilinci
güçlü olan bireyler ve toplumların yaşamları güçlü ve
gelecek ütopyaları sağlıklı olabilir. Ancak böylesi toplumlar
ve bireyler doğru bir perspektif ve amaç dahilinde
yürüyebilirler. Tarih bilinci zayıf bireyler ve toplumlar
putları andıran alışkanlıkları ve güdüleriyle hareket
etmekten kurtulamazlar. Çünkü tarih, bilincimizin kaynağıdır.
Her bilinç tarihin içinden gelir. Bu kaynağa
uzaklık zayıflığımız, yakınlık gücümüz oluyor. Demek
ki tüm bilimlerin anası olan tarih bilimi ve bilinci
büyük önem taşıyor. Bu yüzden egemenlerin en büyük
saldırısı tarih bilimine ve tarih bilincine yöneliyor.
Hakikat arayışının bugüne kadar hala sürmesi yaşanan
körlüğün derinliğine işaret etmiyor mu?

Yanlış yöntemlerle başlayan her arayış bizi hakikatten biraz daha uzaklaştırmış olmuyor mu? Yaşadığımız yabancılaşmanın boyutları kadar hakikatten uzak? Yaşadığımız yabancılaşmanın derinliği kadar hakikate kör kalmıyor muyuz? O zaman ‘yabancılaşma’ kavramı üzerinde durmalı, nerede kaybettiysek orada aramalıyız.
Kimileri çağımızın en büyük sorununun hastalıklar
olduğunu söylüyorlar. En temel sorun olarak kimileri
stresi, kimileri kapıya dayanan ekolojik felaketi, kimileri
de işsizliği dile getiriyorlar. Buna nükleer tehlikeyi,
cins ve sınıf sömürüsünü ve karşı karşıya bulunduğumuz
birçok tehlikeyi ekleyenler de bulunuyor. En
büyük sorun bağrında tüm çözümleri barındıran
sorun olacağına göre, ortaya konulan bu olguların hiçbiri
tek başına gerçeği yani hakikati bulmamıza yetmiyor.
Bir tanım gerek bize. O zaman soruyu doğru sormak
gerekiyor: Hakikat nerede?

‘Yaşama ilgi özünde toplumsallığa ilgidir’
Doğaya yabancılaşma hiyerarşik ve devletçi toplum
sistemine geçişle birlikte başlıyor. Toplum içinde
tahakkümden kaynaklanan insanın insana yabancılaşması
geliştikçe, bu durum insanın doğaya
yabancılaşmasını da beraberinde getiriyor ve ikisi
bir iç içeliği yaşayarak günümüze kadar ulaşıyor.
Tarih içinde yol açtığı sorunlar ve günümüzdeki
sonuçları itibariyle ele alındığında, bu ‘yabancılaşma’
tüm sorunların kaynağını oluşturuyor.
İnsanın kendisine ve doğaya yabancılaşması başladığında,
aslında hakikat de silikleşmeye ve kaybolmaya
başlamıştır. Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz:
Hakikat hiç bilinmeyen, yaşanmamış, varlığı ya da
yokluğu tartışmalı hayali bir şey değildir, tersine tarihin
içindedir. Bir dönem dopdolu, capcanlı bir olgu
iken, devletçi uygarlığa paralel olarak zayıflayan, silikleşen
ve günümüzde neredeyse kaybolmaya yüz tutan
bir olgu haline gelmiştir.
‘Hakikat aşktır, aşk özgür yaşamdır.’
Hakikat yaşamdır. İnsanı diğer tüm canlılardan
ayıran şey onun yaşam biçimi yani toplumsallığıdır;
insanın toplum halinde yaşaması, gücünü ve güçsüzlüğünü
toplumsallığından almasıdır. Dolayısıyla hakikat
insanın toplumsallığı, bunu kendi özüne uygun eşit,
özgür, dayanışmacı ve doğayla barışık bir temelde kurgulayıp
kurgulamadığı gerçeğiyle ilgilidir.
İnsanın hakikat arayışı özgür toplumsallığını arayışıdır.
Cennet arayışı da özünde bunu anlatır. Bugünün
bilimsel verilerine göre milyonlarca yıl sürdüğü belirtilen
doğal toplum sürecinde hakikat arayışı yoktur.
Çünkü bu dönemde yabancılaşma, hâkimiyet, baskı,
sömürü, talan ve yıkım gibi olgulardan söz edilemez.
İnsanın kendisiyle ve doğayla barışık yaşadığı bu süreç,
insan özünün oluştuğu ve insanı insan yapan temel
değerlerin yaratıldığı süreçtir. Günümüz bilimciliğinin
ilkel addettiği ve “Düşüncede gerilik durumunu yaşıyor”
dediği doğal toplum insanının doğaya yaklaşımı
barışçıl, eşitlikçi ve yapıcıdır. Bu toplumun insanı çevresindeki
her şeyde bir canlılık görür. Canlılığı sağlayan
şey maddenin özündeki ruhtur. Canlıcılık denilen bu
zihni yapılanma temelinde doğa ile ilişkilenen doğal
toplum insanının doğayla ilişkisi, doğayı algılama ve
anlama durumu bugünkü insana göre çok daha sağlıklı,
çok daha doğruya yakın, çok daha gerçekçidir.
Günümüz dünyasında birikmiş nükleer silah yığınakları
sadece dünyamızı değil, dünyamız çapında birkaç
gezegeni her türlü yaşam belirtisinden arındırmaya yetecek
düzeydedir. Milyonlarca ve belki de milyarlarca insanın hayatı nükleer silahların düğmesine basacak birilerinin parmağına bağlıdır. Buna karşılık doğal toplumda böyle bir şey düşünülebilir mi? Siz doğaya canlılık özelliği atfettiniz
mi, aynı zamanda ona bir kişilik kazandırmış oluyorsunuz.
Doğada her olgu canlı olunca, her olgunun bir ruhu olunca, doğal olarak bir kişiliği de oluyor ve bu kişiliklerle bir tür eşit ilişkiye giriyorsunuz. Onlara saygı duyuyor, onlarda kendinizde de varolan belli özellikler görüyorsunuz. Dolayısıyla onlarla paylaşım ilişkisine giriyorsunuz. Doğal varlıklarla aranızda bir saygı ve sevgi ilişkisi, bir bağlılık ilişkisi oluşuyor. Bu toplumda doğaya saygıyla yaklaşılıyor, doğadaki her olguya saygıyla yaklaşılıyor.
Tabiî doğal toplumun barışçıl karakteri ana-kadının
bulunmasına, kadın karakterinin topluma damgasını
vurmasına, yani kadın doğasının topluma yansımasına
bağlıdır. Bu açıdan insanın doğaya ve hemcinsine
yaklaşımı sadedir, saftır, temizdir. İçinde yabancılaşma
da, kirlenme de, dolayısıyla hakikat arayışı da yoktur.
Çünkü aranan bir şey, hemen her zaman kaybolan bir
şeydir. Bunun içindir ki, doğal halini koruyan toplumda
insan hakikati aramak yerine yaşar. Dolayısıyla katliamlardan, yıkım getiren savaşlardan, doğanın hoyratça tahrip edilmesinden söz edilemez. Hakikati arayışın başlangıcı hiyerarşik ve devletçi toplum sisteminin doğup
gelişmesine dayanıyor. Hakikatten sapmanın kaynağında
ataerkilliğin gelişimi yer alıyor; en büyük karşıdevrim
olarak ataerkilliğin gelişimi, erkekliğin bir sistem
olarak kendisini var edişi ve hâkim kılması bulunuyor.
Doğal toplum gerçeği üzerinde ne kadar dursak
azdır. Çünkü insanlığı var eden toplum hali odur,
insanlığın varoluş durumu onunla mümkün oluyor,
insan onunla insandır ve hakikat orada saklıdır.
Önder Apo ‘Bir Halkı Savunmak’ kitabında geleceğe
ilişkin düşüncelerini özetlerken şunları söylüyor:
“Bunların hepsi ütopya. Ama bazen ütopyalar
mezardan beter yapılar içindeki yaşamın tek kurtarıcı
esinidir. Günümüzdeki mezardan beter yapılardan tabiî
ki öncelikle ütopyayla çıkış yapılacaktır. İnsanlığın geçmişi
daha gerçektir. Ona saygılı olacağım, yaşamı orada
arayıp bulacağım ve yeniden başlatacağım. Gelecek bu
çabaların işleyiş halinden başka bir şey değildir.”

Önder Apo bu temelde başladığı hakikat arayışında
‘Politik ve Ahlaki Toplum’a ulaşıyor. Hakikat karşısında
yaşadığımız körlüğü ve cehaleti geçmişten kopma
ve ona yabancılaşmayla tanımlıyor; içine sokulduğumuz
köleliğin tüm arayışlar ve çabalara rağmen hala sürüyor
olmasını egemen devletçi sistemin tarihten koparma ve
bunun mitolojik, dini dogmatik ve bilimsel yöntemlerle
karartılması çabalarına bağlıyor.
Önder Apo’nun çocukluğundan başlayan ve Atina
Savunması’yla sıçrama yaparak büyüyen hakikat arayışı
bir nehir akışı gibi yoluna devam ediyor. Uygarlık,
Kapitalist Uygarlık ve Özgürlük Sosyolojisi adlı eserlerinde
‘Politik-Ahlaki Toplum’a uzanan hakikat arayışı,
tanım olmaktan öteye gerçekleşebilir bir olguya dönüşüyor.
Tarih ile günümüz, geçmiş ile gelecek an’da buluşuyor.
Sır çözülüyor. Hakikat tüm yakıcılığıyla açığa
çıkıyor. İşte tam da burada bin yıllara dayanan arayışında
insanlığın neden hakikate ulaşamadığı, tam da
buldum dediği noktada neden kaybettiği, verdiği
mücadelelerin ve harcadığı çabaların neden hüsranla
sonuçlandığı yalın bir dille ortaya dökülüyor. Böylece
insanlık bir kez daha Ortadoğu’dan çıkış yapmanın
imkânını yakalıyor.
‘Yöntem yaşamın anlamını çözmeye hizmet etmelidir’
Yaşamın anlamını çözmeyi amaçlayan mitoloji,
din, felsefe ve bilim gibi disiplinler sundukları yöntemlerle
günümüze kadar insan toplumsallığının ahlaka
dayalı devamına hizmet etmişler; ancak toplumun
özgürlük, eşitlik, adalet, güzellik gibi olgulardan uzak
tutulmasına da hizmet etmekten geri kalmamışlardır.
Baskıcı ve sömürücü güçlerce inşa edilen egemenlikli
sistemler bunlar tarafından adeta tanrının eseriymiş gibi
sunularak insanların buna inanmaları sağlanmış, insanlığın
kanatılan toplumsallığını her iyileştirme girişimi ya
büyük bir şiddet ya da büyük bir saptırma ile engellenmiştir.
Bu konuda en çok da hakikate ulaşma yolları
karartılmış; başka türlü olamazmış, başka türlü yaşanamazmış gibi bir düşünüş hâkim kılınarak yaşam köleliğe boğdurulmuştur.
En son devletçi uygarlık sistemi olarak kapitalizme
kadar bu mitolojik yaratımlarla, dini dogmalarla egemenlikler
meşrulaştırılırken ahlaki örgü hep esas alınmıştır;
ahlak olgusu korunarak ve hatta geliştirilerek
egemenlik sürdürülürken, kapitalizmle birlikte bu
durum değişmiştir. Kapitalizmle birlikte toplum üzerindeki
egemenlik nitelik değiştirmiş; toplumu var eden
ahlak örgüsü çözülürken, politika en kirli çıkarların
savunulduğu bir egemenlik sanatına çevrilmiştir. Köleci
ve feodal dönemler olarak adlandırılan süreçlerde toplumsallığı koruyarak gerçekleştirilen egemenlik formlarının yerini ahlaki örgüyü parçalayarak toplumsallığı
dağıtan yeni bir egemenlik formu almıştır. Bu anlamıyla
öncesinde mitolojik yaratımlar ve tanrı buyrukları altına
gizlenen sömürü ve egemenlik gerçeği, kapitalizmle
birlikte toplumun dağıtılarak, kırıma uğratılarak, toplumu
toplum yapan başta ahlak olmak üzere tüm kutsallıkları
ayaklar altına alınarak gerçekleştirilmeye başlanmıştır.
Bunda özne-nesne ayrımını geliştiren bilimsel
yöntemin büyük rolü vardır. Bu yöntem altında insanın
tüm maneviyatı, toplumsallığın zorunlu çimentosu olan
ahlakı ve töreleri çözdürülmüş, insanı insanın ve doğanın
kurdu yapan bir kültür ve zehirli bir zihniyet ortaya
çıkarılmıştır.

birinci bölümün sonu

Ali Haydar Kaytan

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz