Arayışları büyük, arkadaşlığı anlamlı olsa da, Önder Apo bu küçük yaşlarda bile yalnız kalmış bir çocuktur. Dayanma gücünü gösterebiliyorsanız, bu yalnızlık sizi büyük duygu ve ruh yüceliğine doğru ilerletir.’
Topluma ve insana düşman bu sistemin neden Önder Apo’ya karşı olduğunu, neden onu her günü birkaç ölüme bedel koşullarda tuttuğunu, neden bedensel ve bu da olmazsa anlam itibariyle yok etmek istediğini anlamak artık zor olmasa gerekir. En genel hatlarıyla bakıldığı zaman bile, Önder Apo’nun bu sistemi kabul etmediği kolayca anlaşılabilir. O mevcut sistemi kabul etmiyorsa, sistem neden onu kabul etsin? Kuşkusuz buraya kadar her şey normaldir. Önder Apo Avrupa’ya çıktığında, sistem “Seni kabul etmiyoruz” deyip bu işin içinden çıkabilirdi. Ama böyle davranmadı; ne pahasına olursa olsun yakalayıp Türkiye’ye teslim etmeyi ve histeriye dönüşen ırkçı milliyetçiliğin yol açtığı linç havası içinde canavarca parçalatmayı esas aldı. Roma arenalarında aslanlara parçalatma oyununun çağdaş bir versiyonunu Önder Apo şahsında Türkiye’de sahneye koymak istedi. Bu da gerçekleşmeyince, kendisini eşi menendi görülmemiş bir tecrit ve izolasyona mahkûm etti.
‘BEN BÖYLE YAŞAYAMAM’
Neden sorusuna cevabı yine Önder Apo’nun kendisi veriyor: “Adım Abdullah, yani ‘Allah’ın Kulu’; ama kul olmayı yüreğime tam oturtmamakla kendime saygılı olmanın, dolayısıyla o tanrısal güçler ne kadar üzerime gelirlerse gelsinler özgür insanı savunmanın büyük erdem olduğuna kendimi inandırmıştım. Yeniden daha güçlü doğuyordum. Beğenmediğim anamın doğuruşuyla ciddiyetine hiç inanmadığım modernitenin doğurma çabalarına karşı, tüm öldürmelerden sonra kendi kendimi üçüncü kez doğuruşumu çok ciddiye alıyor ve hoşlanıyordum. Yaşamışların arkadaşlıklarına yine ihtiyaç duymuyordum. Tüm arkadaşlarımı efsanelerde bulmaya başlamıştım. Komplocu Zeus’un Prometheus’a ve Hektor’a yaptıklarıyla onun günümüzdeki Atinalı ibne çocuklarının aynı olduklarını gördükçe arkadaşlarımı daha iyi tanıyordum. Prometheus ve Hektor’la arkadaşlık çok onurlu oluyordu. Bunu hak etmiş olmam bana gurur veriyordu.”
Önder Apo henüz küçük bir çocukken, daha toplumu ve aileyi bile doğru dürüst tanıyamamışken, yaşamın ihanete uğradığını ve mevcut durumuyla yaşanmaya değmeyeceğini fark eden ve “Ben böyle yaşamayacağım” diyen bir insandır. Bu tavır alış, özünde aşılmakta olan feodal uygarlığa ve gelişmekte olan kapitalist modern yaşam tarzına karşı bir tavır alıştır. Bunun anlamı, sözü edilen sistemlerin yaşam tarzına bulaşmamaktır. Mevcut yaşam hali ihanete uğramış bir yaşamın ifadesiyse, o halde bozulmamış olarak varlığını sürdüren bir insan yaşamı mutlaka var olmuştur. Böyle olmasa, ‘nasıl yaşamalı?’ sorusu da gündeme gelmez; ortada böylesi bir soru olmadığı için, gerçek anlamda özgür ve yaşanmaya değer bir hayatın arayışına da girişilmez. Bu soruyu kendinize sorabiliyorsanız, o zaman daha insanca bir yaşamın mümkün olduğuna da inanıyorsunuz demektir. Karanlık her yere sinse ve her şeye hükmetse de, karanlığa nefretiniz ve ışığa duyduğunuz özlem bir gelecek umudu olarak yüreğinizde yer tutar. İnsanlığın beşiği olan, ancak insanın gölgesinden bile eser kalmayan bir ülkede ‘umut bile sayılamayacak bir duygu’ ile ilk toplumsal özgürlük adımlarını atmak, Önder Apo’nun çocukluktaki bu yaşam duruşuyla bağlantılıdır.
ÖZGÜR YAŞAM ARAYIŞI
Özgür yaşam arayışı özgür bir toplum arayışıdır. Toplumun yokluğu yaşamın da yokluğudur. Biyolojik bir varlık olmanın sınırları içinde kalıp atmosferi ve yeryüzünü kirletmeye insani yaşam denilmeyecekse bu böyledir. Bu anlamda her peygamber kendi halkını yaratır. Önder Apo da ilk toplumsallaşma denemelerini çocuk oyunlarında gerçekleştirir. Çocuk ruhunun saflığını korumak, ruhunu satmamak, kendi çocukluk hayallerine ihanet etmemek önemlidir. Ruhun bu bekâretinde ısrar, devlet odaklı yaşam tarzından gelebilecek her türlü kirlenme tehlikesine karşı en büyük güvencedir. Zaten fiziksel olarak içinde yer aldığı toplumun verili yaşam tarzına öfkelidir. Dolayısıyla mevcut toplumsal zemini bir ‘ölüler yatağı’ olarak algılamaktadır. Bu algılamayla birlikte kararını vermiştir: Kirli suların aktığı bu bataklıkta yüzmeyecektir; asla bu zeminde soluk alıp verenler gibi yaşamayacaktır. Bu kararının içeriğine ilişkin bizzat kendi sözleri vardır: “Oldukça aykırı olacağım. Alternatifini buldum mu, bulabildiğim kadar yaşarım. Hiç bulmazsam, hiç olmazsa bir takva sahibi, bir zikir sahibi kişi gibi, herkesin yanından bile geçemeyeceği soyut bir tarzı tercih ederim, sadece soyut yaşarım. Bu kirli somuta katılmam” der. Onunla ötekiler arasındaki fark budur. Kendi dışında da belki mevcut gerçekliği onun gibi algılayanlar olmuştur. Ancak onlar bunu kendi duyguları ve yaşamlarında gerçekleştirecek gücü bulamamışlardır.
Büyük arkadaşlıklar olmadan belki yine özgürlük yürüyüşüne çıkılabilir, ama sonuç alınamaz. Büyük dostluk arayışı olmadan sağlam toplumsal bağlar gelişmez. Önder Apo çocukluğunda da müthiş bir arkadaş canlısıdır. Arkadaşlarını yalnız bırakmama, arkadaşına ihanet etmeme onun en kutsal yaşam ilkesidir. Yeni toplum ve toplumsal yaşam bu ilkeye sınırsız bağlılık üzerinde vücut bulacaktır; özgürlük ve eşitlik onunla gelecektir. İhanete kapalı ve yüzü özgürlüğe dönük sağlam arkadaşlık ve dostluk yeni bir toplum demektir. Alternatif yaşam bu ‘yeni toplum’ zemininde kurulur. Kutsallığı buradadır. Yaşam kutsalsa eğer, arkadaşlık ve dostluk gibi, yoğunlaşmış devrimci emek gibi, bu yaşamı mümkün kılan şeyler de elbette kutsal olacaktır. Kutsallık, dokunulmazlığı anlatır; aynı anlamda ölümüne bağlılık demektir. Bu bir kişinin anasına ve hayat arkadaşına bağlılığına benzer bir durumdur. Kişi nasıl bu değerlere ihanet etmemeliyse, arkadaşına da ihanet etmemelidir. Arkadaşını yalnız bırakmak, ona ihanet etmek bir bakıma anasını ve eşini peşkeş çekmekle özdeştir. Önder Apo’nun arkadaş bağlılığı böyledir.
GERÇEKLİĞİ ARAYIŞ YÜRÜYÜŞÜ
Arayışları büyük, arkadaşlığı anlamlı olsa da, Önder Apo bu küçük yaşlarda bile yalnız kalmış bir çocuktur. Dayanma gücünü gösterebiliyorsanız, bu yalnızlık sizi büyük duygu ve ruh yüceliğine doğru ilerletir. Sistemin ruhsuzlaştırdığı kişiliklerden kendisininkine benzer bir ruhsal yüceliği beklemenin doğru olmayacağının farkındadır. Oldukça ürküntü verse ve derin endişelere yol açsa da, çıktığı arayış yürüyüşünü yalnız başına sürdürecektir. Başka yolu yoktur. Geriye dönüş olanaksızdır. Ne pahasına olursa olsun, ‘hayallerine ihanet etmeyen çocuk’ olarak kalmaya devam edecektir. Che Guevara’nın da dediği gibi, insan kendi hayallerinin büyüklüğü ölçüsünde özgürdür. Yani kötülükler ve çirkinlikler dünyasından başlangıçta elbette hayallerle çıkış yapılır. Tasarım olmadan eser doğmaz. Bu hayaller karnı açlıktan guruldayan birinin kendini zengin bir sofraya kurulmuş olarak düşünmesine asla benzemez. Her şeyden önce tekil değil çoğul halde olmayı içerir; daha açık bir deyişle bütün insanlığı kapsamına alır. Öyle ki, kendisi de “Gerçekliği arayış yürüyüşünü tüm insanlık ve ardındaki evren üzerine yapma gereği bende erkenden ortaya çıkan bir anlayıştı. Belki çocukluğumdaki eğilimim de buydu” der. Tekillik Önder Apo’nun kişiliğine yabancıdır. O, en ağır yalnızlığında bile daima çoğuldur, her zaman halkıyladır, tüm insanlıkladır.
‘Gerçekliği arayış yürüyüşü’, doğru toplum ve insan gerçeğine ulaşma yürüyüşüdür. Bu gerçek yakalanmadan özgür yaşama ulaşılamaz. Üçüncü doğuş dönemi bu gerçeğe ulaşma dönemidir. Artık doğru toplum tanımına ulaşılmış ve doğru insan gerçeği yakalanmıştır. Yeni doğuş dönemi bu anlamda bir çözüm dönemidir. Bu çözüm yüzeysel, parçalı ve salt Kürt halkını kapsamına alan bir çözüm değil, derinlikli, bütünlüklü ve evrensel bir çözümdür; tüm insanlığı kendi var oluş gerçeğiyle bütünleşmeye ve kendisini yeniden kurmaya götürecek olan bir çözümdür. Bunun anlamı özgür yaşamın artık sadece hayal edilen ama pratikte gerçekleşmeyen bir ütopya olmaktan çıkması, maddileşebilme olanağını yakalamış olmasıdır. Başka bir deyişle son derece ağır bedeller ödeme pahasına gelişen özgürlük mücadelelerinin kaderi artık sisteme eklemlenme olmayacaktır. Çünkü egemen sisteme karşı ezilenlerin birleşik sistemi yaratılmış bulunmaktadır. Hiyerarşik ve devletçi uygarlık sisteminin zihniyeti çözülmüş ve aşılmış, yeni özgür-eşit toplumun zihniyeti yaratılmıştır. Düşüncede çözmek ve çözerek aşmak demek, eski olanın bitişini ilan etmek ve yeninin kuruluşuna büyük bir inançla başlamak demektir. Bu da devletçi uygarlık sisteminin stratejik nitelik taşıyan tarihteki en ağır yenilgisidir. Böylece bir kişinin büyük anlam ve duygu gücüne dayanması halinde tek başına da olsa bir sistemi yenilgiye uğratabileceği kanıtlanmıştır. Üçüncü doğuş döneminin tarihsel anlamı budur.
İNSANLIĞIN GEÇMİŞİ DAHA GERÇEKTİR
Önder Apo’nun çarpıcı ifadesiyle, başlangıcını bilemeyenlerin tarih bilgisi her türlü kötülüğün kaynağı olan cehaletin de temelidir. Üçüncü doğuş gerçeğiyle birlikte egemenlerin ağır tahribatlara neden olan tarihe ilişkin çarpıtmaları tamamen deşifre edilmiş, tersyüz edilen tarih bu temelde yeniden ayakları üzerine oturtulmuştur. Tarihi kendileriyle başlatan, günümüzdeki durumu ‘tarihin sonu’ sayan, dolayısıyla mevcut sistemi insanlığın son sözü olarak değerlendiren egemenlerin bu yaklaşımının en büyük yalan olduğu tüm çıplaklığıyla ortaya konulmuştur. Devlet odaklı uygarlığın insanlığın var oluş gerçeğinden kopmayı ifade eden bir sapma olduğu, bunun insanlığın komünal özünden uzaklaşmayı anlattığı, bu sapmayla birlikte yaşamanın asla insanlığın kaderi olamayacağı netlik kazanmıştır. Zihniyet devrimi budur. Doğru ve insan gerçeğiyle uygunluk içinde bir tarihin varlığı kanıtlanmıştır. Yalana dayalı toplum sistemiyle onun tarihinden önce insanı gerçek anlamda insan yapan bir toplumsal tarih vardır ve bu tarihle yeniden bağ kurulmuştur. Her canlı varlık kendi kökleri üzerinde yaşar. Sapma bir tür piçleşmedir. Hiyerarşik ve devletçi uygarlık sisteminin beş bin yıllık tarihinde insanlığa dayattığı bundan farksızdır. Önder Apo’nun “İnsanlığın geçmişi daha gerçektir. Ona saygılı olacağım ve yaşamı orada arayıp bulacak ve yeniden başlatacağım. Gelecek bu çabaların işleyiş halinden başka bir şey değildir” biçimindeki sözlerinin anlamı da budur. Bu anlamın bilinci ve içselleştirilmesi, her birimiz için bir yeniden doğuş olacaktır.
Eğer günümüzdekinden farklı bir insanlık varsa, eğer bu insanlıktan neden uzaklaşıldığı ortaya konulmuşsa, eğer bu uzaklaşmanın sorumluları açığa çıkarılmışsa, öyleyse suç da doğru tanımlanmış ve suçlu yakayı ele vermiştir. Suç ana-kadına dayalı doğal komünal topluma karşı savaş açmak, bu toplumu geriletip denetim altına almak ve giderek tümüyle bitirmeye çalışmak, böylece insanı kendi doğal özünden koparıp farklı bir varlığa dönüştürmektir. Bugünün insanının ana-kadın sistemine dayalı toplum insanının oldukça farklılaştığı kesindir. Önder Apo’nun bu komünal toplum insanına ilişkin görüşleri nettir: “İnsan bir tür olarak ortadan kalkıncaya kadar büyük oranda başladığı gibi olacaktır. Oluşum süreci onun bütün geleceğini belirleyecektir. Ağırlıklı olarak başlangıç özellikleri neler ise öyle sona gidecektir. Eğer insandan başka bir tür çıktıysa, o artık insan olmaz. Eğer bugünkü insan ilkel insandan çok farklıysa, bana göre daha insan olan ilkel insandır. İnsandan çıkan ise bugünkü insandır.” Bu insanlıktan çıkışın sorumlusu devlet odaklı uygarlık sistemidir; onun öncelikle kadının ve giderek erkek insanın köleleştirilmesi üzerinde yükselttiği egemenliğidir. Şimdi bu gerçeklik netleşmiş, bunu deşifre eden tanıklar sahnede yer almışlardır. İlk ve en büyük tanık Önder Apo’dur. Davayı insanlık yargısının önüne getiren odur. İkinci tanık, “tarihin kanıtlanmış ilk büyük insanlık devrimi olan neolitik devrimi gerçekleştiren kültürün toplumsal dokusunun ayakta kalan en eski halkı” olan Kürtlerdir. Önder Apo Kürtleri sadece diriliş devrimi temelinde ayağa kaldırmakla kalmamış, onları insanlığa karşı işlenen suçların yegâne tanıkları haline getirmiştir.
Devam edecek…