YAŞAMAK! Bundan daha anlamlı ve güzel bir kavram göremiyorum. Doğa insana bir sefer yaşama şansı vermiştir; ve insan bu şansını kullanmak, iyi değerlendirmek, hayatı kendine zehir etmemek, aksine hayatın bütün güzelliklerini kendi yaşamının hizmetine sokmak için her şeyi yapmalıdır.
Abdurrahman ÇADIRCI
Merhaba güzel insan!
Umarım iyisindir; gözlerini açmış ve dünyadan hesap soruyorsundur.
Ünlü yazar Borges derki, “Biz gençken mutlu olmamak için elimizden gelen her şeyi yapıyorduk” Bu söz çok önemli; insan gençken dinamik, canlı ve sıcakkanlıdır. Kolay kolay bir şeyi beğenmez, şu hayattaki bozukluk ve gerilikleri, çirkinlikleri daha iyi ve radikalce görür; dolayısıyla onlara karşı isyanı başlar; haklıdır da, bu dünyada beğenilmeyecek o kadar çok şey vardır ki… saymakla bitmez. Ve bu durumda o genç, mutlu olamamak için adeta her şeyi yapar.
Bir genç için bu durum ne kadar önemliyse, işin diğer yarısı da çok önemli, belki daha da önemlidir.
Genç bir insan, bunları kabul etmez, ama bunlara teslim olup kendini harap da etmez. Bu zayıf insanların tavrı olur. Aksine o, hayattaki bu muhteşem güzellikleri daha iyi yaşamak için bu isyanını yapıyordur. Yoksa tepkiyle bunların hepsine sırt çevirmek için değil. O, bu var olan yanlışlıkları, geri durumları düzeltmek ve kendisinin ve genelde insanlığın daha anlamlı ve güzel yaşaması için başkaldırısını yapar ve sonuç almaya çalışır; ama bunu bir bütünen başaramazsa bile kendi hayatını daha da güzelleştirmek ve dolu dolu yaşamak için elinden gelen her şeyi yapar, yapmalıdır. Diğeri, bir korkak, bir aciz insan gibi yanlışlıklar, gerilikler ve hayatın zorlukları karşısında teslim olmak olur ki bu, ben insanım, diyen hiçbir kimseye yakışmaz.
YAŞAMAK! Bundan daha anlamlı ve güzel bir kavram göremiyorum. Doğa insana bir sefer yaşama şansı vermiştir; ve insan bu şansını kullanmak, iyi değerlendirmek, hayatı kendine zehir etmemek, aksine hayatın bütün güzelliklerini kendi yaşamının hizmetine sokmak için her şeyi yapmalıdır. Hayatın olumsuzluklarını da düzelterek kendi yaşamının hizmetine sokmasını bilmelidir, bunu yapamazsa bile onları, adeta kendisini, kendi yaşamını parçalamak için saldıran birer kurt gibi görüp kendinden uzak tutabilmelidir en azından.
Düşün ki, bir küçücük çiçek bir kayanın içinden, bir çatlaktan boy verir, doğa ona bu fırsatı tanımıştır ve o bu fırsatı değerlendirmek, kendini yaşatmak için her şeyi yapar; gök yüzünden yağmuru yağdırıp içmek için bazen ona yalvarır, bazen “Senin görevin bu: yapmalısın!” diye emir verir; güneşi açtırıp kendi küçücük bedenini ısıtması için gerektiğinde ona hileler yapar, beyaz yalanlar söyler, oyunlar oynar, gerektiğinde şarkılarla, şiirlerle onun gönlünü ihya eder; bütün bunların hepsi doğanın kendisine vermiş olduğu hayatı dolu kılmak ve mümkün olduğunca uzatmak içindir, ve sevmek için bu hayatı… Küçücük bir tavşan yaşamak ve hayattan zevk almak için olmadık şeylere başvurur: Düşmanlarından kurtulmak için koşar, yorulur, kendine savunma yerleri yapar… ve hayattan tat almak gayesiyle doğayla oynar, arkadaşlarıyla eğlenir… Öyle ki, çöl tavşanı bu hayatı kaybetmemek adına ürettiği yöntemle göklerin fatihini bile alt eder: Bir Rus romanından okuduğuma göre kartal, tavşanı avlamak için –tarz olarak- dalış yapacağı hedefinin yerini belirler ve hayvancağızın üzerine öyle gider. Eğer o daha yüksekte iken tavşan kaçmaya çalışırsa yırtıcı kuş rahatlıkla onun yöneldiği yere süzülebilir ve avlayabilir. Ama çöl tavşanı, daha düşmanı göklerden dalarken kaçmaz, durup bekler; ne zaman ki kartal artık iyice yere yaklaşıp yönünü değiştiremeyecek duruma gelince, işte tam o sırada kaçar; ve kendini kurtarır. Ya işte böyle değerli arkadaşım, ‘korku’ bile bazen bir yaşama gücü haline getirilebiliyor demek.
Bir yüce dava uğruna kendisini gönüllü bir şekilde ölüme yatırmış olan bir adanmış bile, düşmanı karşısında bir saat daha fazla yaşamak, eğer kanını bu dava uğruna verecekse de bu kanı bir defadan değil damla damla vermek ve yaşadığı sürece enerjisini hep güzelliklerin yaratılmasına hasredip hayattan daha da zevk almak için kendini sürekli moralli tutar; güler, eğlenir, savaşır, yaşar yaşatır… Ölmez aslında o, ölüme hep galebe çalar. Yüzyıllık Yalnızlığın Albay Aureliano Buendia’sının dediği gibi; insan ölme zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman ölür, belki de.
Bir bilsen DAEŞ dinci faşizmine karşı direnişte iki kolu dirsek üstünden gitmiş ve iki gözünü kaybetmiş bir kadın savaşçı, benim diyen en görkemli iradelere bile galebe çalacak bir şekilde nasıl hayata tutunuyor, adeta hiçbir şey olmamış gibi insan sinirleri ve fizyolojik gücünün sınırlarını zorlayarak, mücadele eden yoldaşlarına bir gün daha katkı sunabilmek ve kendisi bir dakika daha bu hayatın güzelliklerini soluyabilmek için, nasıl görülmemiş bir zevk ve neşeyle çalışıyor…!
Yani bizlerin amacı bu olmalıdır; hayata yenilmek değil, hayatı alt etmek ve ondan yaşam hakkımızı adeta söke söke almak!
İnsan bunu yaparken başta gelen şey; başkasının sözlerine, durumlarına ve değer yargılarına göre hareket etmemesidir. Ya da başkalarının söz ve değer yargılarını gözden geçirmelidir; acaba doğru mu diyor? acaba bana uygun mu değil mi? diye bakmalı, kendi muhakemesine vurmalıdır. Yoksa işte zayıf bir insan olarak her önüne gelenin her dediğiyle, her değer yargısıyla kendisini harap eder, dünyayı ve hayatı kendisine zehir ederse o insan hayatta yaşayamaz ki! Ve zayıf bir insan olarak kendi hayatına haksızlık eder. Bu şekilde hiçbir insan ne hayattan bir şey anlar, ne de ondan bir zevk alır. Demek istediğim: insan kendisi kafasını verip iyi düşünmeli ve kendi doğrularını yaratıp ona göre yaşamalı ve hayattan zevk almalıdır. İnan öyle insanlar tanıyorum ki, bedeninde yüreğinden başka hiçbir parça kalmamıştır, hep kopup gitmiştir, ama o, ah o yüce insan sadece vakur bir yürek olarak kimseyi dinlemez ve kendi hayatına her gün moralli, güler yüzle başlar ve dolu dolu yaşamaya çalışır. Diğer taraftan bize “Ben akıllıyım, siz değil!” diyeni sonradan görürüz ki, o insan sadece kendi basit birkaç çıkarı için akıllıdır, tüm aklı o kadardır işte; bize “Büyük dindar benim, gerçek Müslüman benim!” diyen insanı sonradan anlarız ki o bir sahtekârdır, sadece insanları kandırıyor ve kendini onların emeğiyle yaşatıyor. Bize bakıp “Ayna ayna benden daha güzel var mı?” diyen kişiye sonradan bakarız ki o, suni güzelliklerin kraliçesidir; yüzündeki boya döküldükçe tüm çirkinliği açığa çıkar; onda yürek ve akıl güzelliği yoktur ve bunlardan yoksun olduğu için sonunda en güvendikleri tarafından bile kovulan, dıştalanan, sokaklarda kalmış biri olur. Bize, “En namuslu insan benim, namussuzluğa geçit yok, siz nasıl böyle rezilce yaşarsınız!?” diyen kişiye sonradan bakarız ki, o dile getirdiği namus kavramına kendisi inanmayan, ve en büyük namussuzluğu kendisi yapan bir kişiymiş meğer. Yani sen önce kendine inan, kendin ol ve akıllı düşünerek kendi doğrularını oluşturup onunla yaşa; rüzgarın önünde savrulan bir yaprak gibi her önüne gelenin söz ve değer yargılarıyla yaşarsan, gerçekte yaşamaz, allak bullak olursun.
Değerli arkadaşım,
Sorunun temelinde ne vardır biliyor musun? Şu: Yaşamak bu dünyaya gelen insanın en doğal ve temel hakkıdır. Eğer yaşam reddedilirse bu insanlık dışı bir tutum olur. Ve yaşamın en tabi insanca gerekleri: yemek, içmek, eğlenmek, gülmek, cinsellik-çoğalmak, kendi şahsının efendisi olmak, özgür bir ruhu kendi bedeninde yüceltmek, başarılan bir kendine yeterlilikle – izafi de olsa – mutlu bir dünyada o en hassas birey-toplum-doğa dengesini yakalamayı özgünde kendisinin, genelde tüm insanlığın hayatının amacı boşluğuna doldurmak ve diğerleridir. Bunların önüne geçmek ve gereklerini yerine getirmemek tamamen onursuzluk demektir. İnsanlık onurunu ayaklar altına almak ve insanı – deyim yerindeyse, yani hayvana hakaret olmaması anlamında – bir köpek gibi yerlerde süründürmek demektir. Sorun çok uzun ve ya çok kısa yaşamak değildir. Sorun; yaşamaktır! Bir ülkede koşullar, o tarihi an uygun olmaz, bir genç insan çok kısa bir hayat da sürebilir; bu hayat bir yıl da olabilir, bir günde, bir saat de gerçekten, önemli olan o sürenin uzunluğu ya da kısalığı değildir, önemli olan o sürenin insanca yaşam olarak geçirilmesidir. Bir savaşçı gider bir savaşta iki ayda hayatından da olabilir; sorun bu değildir, sorun o kısa hayatta yukarıda belirttiğimiz esaslar temelinde insan olma onuruna uygun bir şekilde yaşamaktır. Tersine bir insanı hayattan kopartarak istersen yüz sene uzun ömürlü kılmak da onursuzluktan başka bir şey değildir. Bu nedenle ben bir şiirde şunu dile getirdim:
“ölsün[1]
ölerek yaşamak!
yaşasın
yaşayarak ölmek!”
Ama arkadaşım gel gör ki, bazıları yüzyıllardan beridir insanları hayattan kopartarak onursuzca hizmetlerinde tutmak, köle haline getirmek ve böylece gerçekte aptallaştırarak onların hayatlarını alıp kendilerinkine katarak yaşamak için her türlü dini hurafeleri, her türlü zoru ve aldatmayı, her türlü sahte ülküleri demagojik bir şekilde devreye koymuşlardır. Kölelik ve müritlik kültürü, özgür birey ve irade sahibi bir kişilik olma yerine; ağlama, gülme yerine; çile çekme, insan olarak eğlenme yerine; insanı kurutma, çoğalma yerine; ve ucube bir ahiret söylemi, bu harika dünya yaşamı yerine konularak aptallaşan, körkütük sarhoş bir insanlık gerçeği büyük ölçüde yaratabilmişlerdir. Bak işte Hasan-ı Basrî (Türkçenin bozduğu şekliyle bazılarınca “Hasan Basri” diye yazılır) isimli gerçekte Sünni bir tarikat şeyhi sırf kendisine müritler ve İslam dinine beyni yıkanmış iradesiz müminler yaratmak için (bazı aktarım-araştırmalara göre) neler diyor:
“Bu sebeple insanın daima korku ve kaygı içinde bulunması gerekir; bunun farkına varan bir mümine ise hüzün yaraşır. Hüzün kavramı, Hasan-ı Basrî’nin öncülüğünü yaptığı Basra züht okulunun karakterini ifade eden terimlerden biri olmuştur. İnsanın Allah ile olan en temel ilişkisi ubudiyettir (kulluk, kölelik, aşırı bağlılık, itaat). Ancak insan, yaptıklarının kabul edilip edilmediğini bilmediği için bir korku (havf) duyar; diğer taraftan bu bilgisizlik, amellerin mutlak olarak kabul edilmediğini göstermediğinden bir ümit de (recâ) mevcuttur. Bundan dolayı insanın havf ile recâ arasında bir hayat sürmesi gerekir (Ebû Nuaym, II, 156). Hasan-ı Basrî özellikle havf haline önem vermesiyle tanınmış, onun dinleyicileri korku ve hüzünden dolayı ağlamakla şöhret bulmuştur.”
“O’nu da ‘eski ’ye özlem içinde görmekteyiz. ‘Eskiden dünya ehli fâni mallarını, ilimleri için âlimlere sarf ediyorlardı. Bugün âlimler, ilimlerini ehl-i dünyanın menfaati, onların fâni malları için kullanıyorlar,” der.” “Ona göre, düşüncesini ahiret üzerine yoğunlaştıranların, dünyadan ve fâni şeylerden sevgisini kesmeleri ve her iste hazret-i Peygamber’in yolunu izlemeleri şarttır.”
“Dünyadan kaçış, zâhidâne (sofuca) bir hayat… iste bunların hepsi, o’nda hükmün kaynağını teşkil etmektedir. Hüznü savunan bir sözünde ‘Uzun hüzün, iyi amellerin kaynağıdır,’ demektedir.” ‘Yaptıklarının cezası olarak, bundan böyle az gülsünler, çok ağlasınlar.” (et-tevbe, 9/82) ayetinin işaret ettiği emir çerçevesinde fazla gülmemeyi öğütler, fazla gülmenin kalbi öldürdüğünü söylerdi.”
İşte böylesi ‘vahşet’ düşünceler, şimdi bile bize tercih ve dayatma olarak sunulmaktadır. Dünya maddi yaşamından niye bu kaçış? Daha doğrusu niye bu kaçışa telkin? Belirtmiş olduğumuz gibi, bunu ancak hilekâr, düzenbaz köle efendileri kendi zavallı kölelerinin, kurnaz tarikat şeyhleri de kendi saf müminlerinin hayatını çalmak için yapar. Eğer öyleyse niye bu dünyada kalınıyor ki? Başta köle sahibi ve tarikat şeyhi olmak üzere topluca ilk günden kutsal öteki dünyalarına göçüp gitsinler. (Gerçi Batı’da bazı sapık tarikatlar bunu da yaptılar.)
Oysa Altın Hilal’in Çağdaş Lideri daha başından beri mümin-mürit anlayışını ısrarla reddeder:
“Parti ortamına gelmeniz iyidir, “hoş geldiniz” diyoruz, ama biraz da yoldaşlıktan anlama durumundasınız. Bizim yoldaşlığımız, birbirine taparcasına bağlı bir aile değildir, bir kabile düzeni değildir. Biz böyle ilişkilerden nefret ederiz ve karşıyız. Böyle bir yaşam biçimi yaratmaya da niyetimiz yoktur. Biz, dinsel bir birlik de değiliz, müminler ve tarikatlar topluluğundan da nefret ederiz. Dar bir milliyetçi örgütlenme de değiliz, milliyetçilikten de nefret ederiz. Biz bunların hepsini aşan ve daha da geride bırakan, bir emeğin temelinde gelişen en doğru düşüncenin, güzel davranışların egemen olduğu, bunu belli bir ulusal kurtuluş biçiminde formüle eden bir birliğiz.” (Abdullah ÖCALAN – Nisan 1989)
Bu dünyadan el etek çekerek kendini çilenin batağına gömme, dünyanın güzelliklerinden mahrum kılma, her şeyin en azıyla yetinerek yoksul ve sefil bir hayat sürme ve hatta intihar telkinleri, tarihten beri hep bu güzellik ve bollukları kendilerine ayırmak isteyen ‘akıllı’ efendi ve tarikat şeyhlerinin mümin kölelere ve müritlere beyin yıkama metotları olmuştur. Oysa Çağdaş Lider’in felsefesinde, yüzyılların insanı adeta felç eden dogmalarının etkisiyle dinsel bir uyuşukluk, tembellik ve miskinlikle yoksul yaşam yerine, devrimci coşku, moral ve inançla müthiş bir yaratıcılık sonucu hayatı en dolu bir şekilde üretip zengince yaşamak ana eksendir. Ondandır ki, başka halkların tarihinde ancak yüzyıllara sığan bir zamanda gerçekleştirilenler, bu felsefe sayesinde bizde kırk yıl gibi kısa bir zamanda bu kadar devasa değer ve yapılar olarak ortaya çıkmıştır.
“Devrim; kendini öldürme sanatı değil, kaybedilmiş yaşamı kazanma sanatıdır. Çok çirkince olan yaşamı güzelleştirme, çok yoksullaştırılmış yaşamı zenginleştirme sanatıdır. Devrim bunun aracıdır. Bizimkiler şöyle kabul ediyor; Tanrı yolunda ölme neyse, bu seferde devrim yolunda ölme en iyisidir. Tanrı yolunda ölmeyi esas alan derviş-mürit anlayışı, devrim yolunda ölmeye dönüşmüştür. Bir kez daha saptırmayla karşı karşıyayız. Ben şu tutumu ne bir kader olarak değerlendirir, ne de boyun eğerim; herkesin hakkıdır, biraz da öyle kalabilir, yaşanabilir insan! Hayır! Benim felsefemde, uğraşımda, yaşam anlayışımda örgüt anlayışımda böyle kişiliklerle uyuşma yok. Yine böyle yaşam alışkanlıklarıyla uyuşma, uzlaşma yok. (Abdullah ÖCALAN – Mart 1995 Çözümlemeleri)
Ama yeri geldiğinde de arkadaşım, bir gerilla olarak gerekirse on gün aç-susuz dolaşıp insanlığı yaratma savaşına ne olursa olsun devam etmek, yeri geldiğinde aylarca banyo yüzü görmemek, yeri geldiğinde kurşunlardan paramparça olmuş bir bedenle özgürlük dağlarını kendine mesken tutmak ve yeri geldiğinde özgürlük ve onur için o kutsal devrimciler gibi günlerce açlık grevi ve ölüm orucuna bilinçli yatmak… İşte gerçek insani felsefe budur… yani sözün elması: Yeri geldiğinde ‘iyi’ bir ölümü kucaklamasını bilmek…
“İyi bir şekilde ölmesini bilmeyen, kötü yaşamış demektir.”[2]
Yeri geldiğinde genç Paul gibi haykırmasını bilmek…
“Bizim ardımızdan ağlamamalısınız, mücadele bayrağını hep daha,
daha yükseklere çıkarmalısınız;… Fransa’nın çocukları özgür ve mutlu olsunlar
diye yakında şu yirmi bir yıllık küçük hayatımı geride bırakacağım;…
dudaklarımda gülümseme, hançeremde şarkılarla gidiyorum; ölüm beni korkutmuyor….
Elveda benim güzel ülkem! Ölecek olan sizleri selamlıyor…”[3]
Sefil ve düşkün bir yaşamda insana gülmeyi bile yasaklayan ancak beyni sulanmış dincilerden başka kim olabilir ki zaten? Günümüzde de Bülent Arınç’ın şahsında “Kadınsa iffetli olacak. Herkesin içinde kahkaha atmayacak” demiyorlar mı? İşte gerçekleri böyle ters yüz ediyorlar arkadaşım. Oysa gülmek insana özgüdür. Herhalde hayvanlar ve hapishane duvarları gülmez; bizden öyle olmamız mı isteniyor. Ama biz her fırsatta ağız dolusu gülmeyi ve yüksek sesle kahkaha atmayı bileceğiz. Yeri geldiğinde ise acılarımız için hüngür hüngür ağlayacağız, zira biz insanız. Büyük devrimci Deniz Gezmiş de demiyor mu, “Gülmek devrimci bir eylemdir.” Ya Che Guevara boşuna “Dik dur ve gülümse. Bırak neden gülümsediğini merak etsinler.” demiyor. Eşsiz insan ve büyük eylemci Kemal Pir, en zor durumlarda bile her zaman hayatla dolu olarak ağız dolusu gülmeyi en iyi bilenlerdendi. Onun ardılları, o büyük kahramanlar, dağların koynunda el ele tutuşarak yaptıkları danslarla, sevinç ve neşeyle, kahkahalarla eylemin, çatışmanın ve ölümün üzerine yürüdüler. Çünkü gülmek, bedenin hastalıklara karşı bir isyanı, tedavi yöntemi olduğu gibi, ruhun/kişiliğin de kölelik ve zorbalığa karşı bir isyanı ve onurlu duruş tavrıdır. Yalan söylüyorlar güzel arkadaşım: Gülmek kalbi öldürmez, aksine gülmek kalbin ilacıdır, onu mutlulukla doldurur. Ama onlar, o sahtekârlar, iradesi ve yaşam öğesi elinden çalınıp alınmış ‘ölü canlar’ yaratmak için yüzyıllardır öyle diyorlar. Unutma ki: Bir insanın kalbinde her zaman sevgi bahçesi yeşerir, zavallı bir müridin o karanlık kalp boşluğuna ise tarikatın şeyhi hep beton kalıplarını döker; hür irade sahibi bir özgürlük savaşçısının beyninde her zaman düşünen bir akıl yatar, mümin bir kölenin kafa boşluğunda ise hep örümcek ağları yuva yapar. Ateşin oğlu Mazlum Doğan, en özgür kişiliklerden biriydi. Halkın karşısında saygı gereği 15 saat hiç kıpırdamadan oturur anlatır ve dinlerdi. Ama en ciddi toplantılarda bile veya kiminle tartışırsa tartışsın anlamadığı veya çelişkili gördüğü fikir ve yaklaşımlar olunca hiç çekinmeden sorar, tartışır, doğru bulmadığını reddeder, doğru gördüğünü ise kararlı bir şekilde hayata geçirirdi. Güzelliklerin prensesi Sara (O her zaman en güzel, en estetik olanı bulup yaratmayı hedeflerdi; ölümü bile savaş meydanında kurşun haykırışları ve ışıltıları altında oldu.) boşuna “Hayatım hep kavgaydı…” demedi. Zira o, hep güzel ve zengin bir hayatın, bunun için de doğruların savaşımını verdi; cesur bir biçimde hep araştırdı, sordu, tartıştı, yanlış bulduğuna karşı çıktı, inandığı uğruna ise hayatını vermekten çekinmedi. Oysa bir mümin-mürit tartışmaya ve anlamaya korkar, böyle olunca da hiçbir şeyi anlayıp bilmeden körü körüne gidip pratikte herhangi bir gelişme yaratamaz, ya sorunların kaynağı olur ya da haksız/yersiz ölümlerin kurbanı. İrade sahibi bir özgürlük savaşçısı ise, o büyük devrimciler gibi dinler, okur, tartışır ve muhakeme gücüyle kavrayarak inanır ve gider bunu gerekirse hayatı pahasına hayata doğru geçirip sonuç alır. Günümüz gerçekliğinde tarihin unutulmaz özgürlük savaşçıları niye DAEŞ gibi eli kanlı bir faşizm karşısında, tüm dünya korkudan tir tir titreyip teslim olmuşken öylesine şanlı bir zafere ulaştılar? İşte en önemli olarak bu nedenle: Birinciler, Altın Hilal’in Çağdaş Lideri’nin bilinçli takipçileri, irade sahibi inanmış özgürlük savaşçıları iken, ikinciler Halife’nin kör mümin-müritleri olduğu için.
[1] Abdurrahman ÇADIRCI – ‘Tül ve Kül’ kitabından.
[2] Seneca.
[3] Paul Camphin
devamı gelecek…