Nurettin DEMİRTAŞ
Soykırım altında yaşayan toplumların normal bir hayatının olamayacağını aklı başında herkes kabul eder. Asıl mesele her an onunla mücadele halinde olmaktır.
İnşa çalışmaları nasıl olacak? Ekonomisi nasıl örgütlenecek? Kültür ve sanatı, diplomasisi, öz savunması nasıl olacak? Tüm bunlar her zaman tartışılan ve pratikte geliştirilmek istenen hususlar.
Her alanın özgünlüklerine göre değişen, öne çıkan, geriye düşen boyutlar olsa da bir bütün olarak bakıldığında, her yer için geçerli olan en doğru yaklaşım, her şeyin soykırım saldırılarına ve savaşa göre örgütlenmesidir.
Savaşa göre bir çalışma tarzı ve temposu, ona göre bir duyarlılık, uyanıklık ve ataklık olmadı mı orada sürecin gerisine düşülmektedir. Toplumsal inşa açısından her şeyden daha önemlisi nedir denilirse, halkın içinde örgütlenme ve eğitim yapmak ilk sırada gelir.
Yüzde 90 kurumlarda yüzde 10 toplumsal çalışmada olunacağına tam tersi yapılırsa, işte o zaman inşa ruhu açığa çıkabilir. Gücün yüzde 90’ı toplumsal örgütlenme ve eğitime sevk edildiğinde açığa çıkacak enerjiyi hayal etmek bile insanda büyük bir heyecan uyandırıyor. Savaşa rağmen böyle yapılmamasının mevcut durumda tek izahatı kalıyor: Bu kurumların çoğu küçük iktidarların kurulduğu yaşam alanları haline gelmiş demektir.
Bunun farkına varılır ve bu durumdan çıkmak istenirse yapılması gereken şey bu örgütlenme sapmasından kurtulmak için gücün yüzde 90’ını toplumsal çalışmaya sevk etmektir. Kurumları yurtsever-demokrat herkes çalıştırabilir fakat eğitim ve örgütlenmeyi herkes yapamaz. Bu iş, öncülük rolü oynaması gerekenlerin işidir.
Bununla birlikte toplumsal işlerin planlaması da savaş gerçeğine göre olmak zorundadır. Örneğin “savaş ekonomisi” deniliyor ama buna göre planlama yapılmıyor. Sovyetler’de beşer yıllık planlamalar yapılmış ve dörder yılda tamamlanmış, yani sadece 12 yıl içinde ekonomi sorunu büyük ölçüde çözülmüştü. Bunlar bilinen örnekler. Kendi pratiğimizde böylesi planlamalar sınırlı, dar kalıyor. Olsa da savaşa göre olmadığından sürece yanıt vermiyor.
Devrimci savaş ruhuyla bu işlere yaklaşmak ve ona göre planlama yapmak sonuç alıcı olabilir. Savaşa göre olmayan planlamaların gerçekleşmesi veya gerçekleşse bile yaşaması pek de mümkün değildir. Sadece bu da yetmez; ekonomiden kültüre, eğitimden örgütlenmeye her şey bir arada ortak planlamayla yürütülmediğinde herhangi bir alanın bir başına sonuç alması da imkânsız hale geliyor.
Aynı anlayış tüm alanlar için geçerlidir. Özgür birey ve komün çalışması yapalım derken “muhtarlık” benzeri pratiklere yol açmak ve içini boşaltmak hangi anlayışın ürünüdür? Bunun dar-iktidarcılıkla ve yüzeysellikle alakası daha çok olabilir. Bunca tecrübeden sonra bunu değiştirmemek ise demokratik modernite çizgisine ve ruhuna karşı çalışmak anlamına gelir.
Demokrasi havarisi kesilen bazı devletlerin ya da aydın-akademisyen sıfatına rağmen “demokrasi” adı altında demokrasi düşmanlığı yapan bazı kişilerin ortaya attığı iddialar var. Biz her şeyin önüne demokrasi kelimesini getirerek ucube hayaller peşinde koşuyormuşuz!
Kafaları karıştırmak isterseniz işte böyle yaparsınız. Oysa Türk faşizmi kadar Alman devleti başta olmak üzere çeşitli destekçilerinin ve kapitalist hegemonyacılığın en çok koktuğu konu “demokratik ulus” konusudur. “Demokratik” farklılığı belirtmek için ileri sürdüğümüz tüm tezlere saldırmalarının altında işte bu büyük korku yatmaktadır.
Çağı yakalayan bir fikir ortaya çıkmış ve küresel düzeyde kabul görmeye başlamış. Bunu nasıl boşa çıkaracaklarının hesaplarını yaptıkları bir zamanda demokrasi ruhunu öz ve biçim tüm boyutlarıyla yaşatmak en temel görevimiz olmaktadır.
Adına ve biçimine bakılarak neyin demokratik olduğuna karar verilemez ancak bu böyledir diye toplumsal kavram ve hakikatlerimizden vazgeçecek değiliz. Tüm sulandırma ve çarpıtma faaliyetlerine karşı demokrasinin özünü yakalamak ve onu yaşatmak ilkesel bir durumdur.
Demokrasi taktik değil, sadece bir yönetim şekli de değil, toplumsal yaşam biçimidir. Demokrasi toplumsal örgütlenmeyle, bu da eğitimle mümkündür. Başka yerde aramaya gerek yok.
Savaş içinde eğitim ve örgütlenmenin temel hedefi ise her şeyden önce öz savunmadır. Bu ruh ve bilinci yaratmayan bir eğitim; buna göre güç, hareket, eylem açığa çıkarmayan bir örgütlenme, sürece göre değildir.
Bu işlerin zihniyet ve anlayış işi olduğunu söyleyip kendini buna göre bir değişim ve dönüşüme tabi tutmamak sonuçta ortaya oportünizmi, iki yüzlülüğü çıkarır. Buradaki küçük-burjuva lafazanlığı ve oyalama mantığını iyi görmek gerekir.
Devrimci hamle yapmak yerine oyalayıcı yaklaşımlar çok fazladır. Ortada olan soykırım ve savaş gerçeğine rağmen “aramızdaki sorunları çözmekle uğraşıyoruz” demek ya da “eski sorunları aştık, inşallah ileride bazı gelişmeler yaratacağız” şeklindeki ruh halleri süreçten kopmuş olmanın en açık ifadesidir. Süreçten yani devrimci görevlerden, yani devrimden kopmak! Bu kadar tehlikeli bir durum vardır.
Neden, nasıl kopulduğunu iyi düşünmeli. Bürokrasi ve iktidar üreten, dolayısıyla devrimden koparan her şeye hayır denilmeli ve Şehit Erdal yoldaşın söylediğine benzer şekilde devrimciler devrim işini yapmalıdır!
Her sorunun çözümü vardır. Ne kadar tartışırsak tartışalım sonunda çözümü dillendirmeyen her yaklaşım karşı-devrime hizmet eder. Bu bilinçle her sorunun üstesinden gelebilir ve tüm enerjimizi devrimci hamleye seferber edebiliriz.