Miladi 7. yüzyılda Arap yarımadasında boy veren İslamiyet, kimi çevrelerce sunulduğu gibi zihinsel olarak büyük bir kuraklığın yaşandığı,toplumsal olarak büyük baskılara ve sömürüye maruz kalındığı, halkların ve toplumların bu baskı ve sömürüye karşı çıkmaması için cehalet ve sefalete mahkûm edildiği koşullarda ortaya çıkmış bir din değildir. Cahiliye dönemi olarak adlandırılan İslam öncesi süreçte gerek Arap toplumu gerekse de bölge halkları sanıldığı gibi cehalet ve gerilik içinde değil son derece dinamik ve gelişkin bir zihni-kültürel yapıya sahiptir. Gelişkin bir üretim sistemi yine gelişkin bir ekonomik-ticari yaşam söz konusudur. Sorun şudur ki Arap kabile aristokrasisi mevcut haliyle kabile formundan kurtulmak istemektedir. Kabile yaşamını mevcut haliyle devam ettirmek istemeyen bir kabile aristokrasisi şekillenmektedir. Kabile gerçeği temelinde varlığını sürdüren Arap toplulukları, Sasani-Bizans ve Habeşistan krallıkları sıkıştırması altında, devletçi ve egemenlikli zihni yapıların da etkisiyle derin bir yarılmayı yaşamaktadır. Kabile gerçeği önemli bir bozulmaya uğramakta, kabile ileri gelenleri kabilede temsilini bulan değerlere ihanet temelinde ciddi bir hiyerarşi geliştirmekte, öne çıkan aileler hanedanlaşmakta, devletleşme arayışı ciddi egemenlik mücadelelerine, kabile gerçeğini yozlaştıran ve dağılmaya sürükleyen çatışmalara yol açmaktadır. Yani üst toplumun temsili olan kabile aristokrasisi kabile hiyerarşisini de aşan bir iktidar arayışındadır.
Devletçi iktidar sistemi Sasani-Bizans-Habeş örneklerinde tanınmıştır. Dıştan bu güçlerin sıkıştırması yaşanırken, içten kabile kültüründe bu temelde ortaya çıkan bozulma, Arap toplumsal dokusunu ciddi bir çıkmazla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu çıkmazın getirdiği çelişki ve sorunların nasıl aşılacağı doğrultusunda canlı ve dinamik bir zihni iklim söz konusudur. Birçok seçenek kendini gündemleştirmeye çalışmakta, her dönemde olduğu gibi bir kurtarıcı beklentisi yükselmektedir. Birçok kişi kendini kurtarıcı ilan etmekte, peygamber olduğunu iddia ederek mesajlarını yaymaya çalışmaktadır. Çeşitli tarihçiler İslamiyet’in doğduğu süreçte ve sonrasında aralarında kadınların da bulunduğu iki yüzden fazla kişinin kendini peygamber ilan ederek düşüncelerini ve mesajlarını yaymaya çalıştığını belirtmektedir.
Arap yarımadasında durum genel hatlarıyla böyle iken bölge gerçeğinde de durum çok farklı değildir. En başta zihniyet dünyasında ciddi sarsıntılar ve sorunlar yaşanmaktadır. Başta Kürtler ve Farslar olmak üzere bölge halklarının ahlak temelli zihniyet yapılanması olan Zerdüştlük Sasani devlet ideolojisi olarak ciddi bir yozlaşmayı ve aşınmayı yaşamaktadır. Mazdeizm örneğinde olduğu gibi ciddi reform arayışlarıyla, Maniheizm örneğinde olduğu gibi ciddi sentez çalışmalarıyla bu durum aşılmaya çalışılırken, Bizans ve Sasani devletlerinin içte yoksul ve emekçi toplumsal yapı üzerindeki baskı ve sömürüleri, dışta etnisite ve aşiret yapılarına karşı talan ganimet seferleri her geçen gün yoğunlaşmaktadır. Bu güçler birbirleriyle yürüttükleri hâkimiyet mücadelesine aşiret ve kabile biçiminde varlığını sürdüren etnisiteyi ortak etmeye çalışmakta, bu temelde taraflaşmalar, taraf değiştirmeler, işbirlikçileşme, egemen siyaset zeminine kayma, devletçi iktidar gerçeği içine çekilme yaşanmaktadır. Bütün bunlar toplumsal dokuda ciddi tahribatlar ve yozlaşmalara yol açmakta, devletçi gelenek temelinde yaşanan bozulma ve yabancılaşma savaş ve çatışma olgularıyla birleştiğinde başta aşiret ve kabile gerçeği olmak üzere kentlerde ve çevresinde kümelenmiş toplumların yaşamında büyük bir kaos olarak yansımasını bulmaktadır.
Daha da ayrıntılandırılabilecek bu koşullarda öncelikle Arap kabile gerçeğinde yaşanan yozlaşma ve dağılmayı önleme, daha iyi ve daha ileri bir temelde yenileme arayışı ve çabası olarak ortaya çıkan Hz. Muhammed’in arayışı, giderek kendini evrensel bir sentez olarak bütünleyebilmiş ve etkili bir politik-askeri mücadele sonucunda ciddi bir seçenek haline getirmiştir. Başlangıçta bir devlet ideolojisi olmaktan
uzaktır. Toplumun politik ve ahlaki özelliklerini onarma, güçlendirme kaygısı güçlüdür. Toplumu kendi dönemine göre demokratik bir temelde yeniden oluşturma amacı ve arayışı ciddidir. Kabile aristokrasisinin devletçi iktidar arayışının ne tür tehlikelere yol açacağı adeta görülmüş gibidir. Bundan sakınma, uzak durma amaçlı uygulama ve yaklaşımlar Hz. Muhammed tarafından epeyce geliştirilmiştir. Ne var ki Asr-ı Saadet olarak isimlendirilen dönem sona erer ermez, yani doğuşundan otuz yıl gibi kısa bir süre sonra İslamiyet adeta karşıtına dönüştürülecek, Arap kabile aristokrasisi kendisine gerekli olan iktidar ideolojisini İslamiyet, Muhammed ve Allah adları altında inşa etmekte gecikmeyecektir.
Emeviler ve İslam’ın devletleşmesi Hz. Muhammed öncesinde belirginleşen hanedanlaşma ve devletleşme arayışları özellikle Arap yarımadasının dinsel, siyasal, ekonomik merkezi olan Mekke’de barizdir. Birçok kabilenin etkinlik gösterdiği Mekke’de kabileler arası ve kabileler içi hiyerarşi önemli bir aşama kaydetmiştir. Kabileler eşitlikçi, dayanışmacı, paylaşımcı yapılar olmaktan önemli ölçüde uzaklaşmıştır. Her biri hiyerarşinin, farklılaşmanın (buna bir tür ön sınıflaşma da diyebiliriz) kabile özelliklerinin yerini aldığı küçük birer devletçik durumundadır.
Emevi Hanedanlığı diğerlerine nazaran kabile gerçeğine en uç noktada yabancılaşan ve ön devlet özelliklerini en fazla gösteren Kureyşi kabilesinin Ümeyyen ailesindendir. İslamiyet’e karşı en etkin mücadeleyi yürüten Kureyşi kabilesi hızla yayılan ve güçlenen İslam karşısında ayak diremektense kendi iktidarlaşma arayışında değerlendirmeyi düşünerek Hz. Muhammed ve İslamiyet ile barışma yolunu seçen bir kabiledir. İslam’ın hızlı gelişimi karşısında ve birçok savaş sonrasında Mekke’yi Hz. Muhammed’e teslim eden Ebu-Süfyan önderliğindeki Kureyşi kabilesi,Müslüman olmakla beraber Mekke üzerindeki politik etkinliğini elden bırakmamıştır. Bu kabileye Halife Ebu Bekir ve Ömer dönemlerinde tanınan kısmi ayrıcalık Osman döneminde ayyuka çıkmış, bu durum İslam tarihinde Haricilik olarak bilinen yoksulların isyan geleneğini başlatmış, daha o zaman Arap yarımadasında birçok Arap kabilesinin İslam dininden ve birliğinden ayrılmasına yol açmıştır. Daha önemlisi bu kabilenin hilafet makamını ele geçirme çabaları günümüze kadar uzanan İslam dinindeki en büyük ayrılıkların ve çatışmaların da nedenlerinden biri olmuştur.
Halife Ebu Bekir, Ömer ve Osman döneminde İslam orduları Arabistan’ı ve İran’ı kontrol altına alırken içte doğan ve hızla ilerleyen İslam devletini ele geçirme mücadelesi kızışmıştır. Özellikle Hz Muhammed’in kabilesi olan Haşimiler ile Kureyşiler arasındaki mücadele Hz. Ali’nin halifeliği sırasında çatışma ve savaş halini almış ve bu çatışmalı sürecin sonunda İslamiyet’in çıkış esaslarına bağlılığı ile bilinen Hz. Ali tasfiye edilmiş, iktidar birçok ayak oyunu ve kirli-hileli yöntemler sonucu Kureyşi kabilesinin eline geçmiştir. İslam tarihinde Emevi Hanedanlığı, Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye ile başlar (661). Hz. Ali’nin öldürülmesi sonrasında hilafet makamına geçen Muaviye, halifeliğini tanımayanları sert bir biçimde bastırmış ve şiddet temelinde iç karışıklıklara son vererek fetihlere girişmiştir. Barış dini olarak doğan İslamiyet, Emevi Hanedanlığı’nın iktidar amaçları temelinde bir savaş ve kıyım ideolojisine dönüştürülmüş, doğuda Hindistan sınırına, batıda Kuzey Afrika’ya, oradan Güney İspanya’ya kadar yayılmıştır.
Muaviye 680 yılında öldüğünde ardında güçlü bir İslam devleti bırakmıştır. Halifelik, dinsel önderliğin yanı sıra tam bir siyasal-askeri önderliğe dönüştürülmüştür. Halifelik merkezi kutsal topraklar sayılan Mekke ve Medine’den Emevi devletinin yönetim ve denetiminin en iyi yürütüleceği düşünülen Şam’a taşınmış, kabile aristokrasisi devlet içinde konumlandırılırken Arap kabile yapısı diğer halklara üstün sayılarak ganimet ve talana ortaklık temelinde devletleşen İslam’a katılmıştır. Hilafet makamı Hz. Muhammed’in öngördüğü gibi bir kurul tarafından seçilenlerce yürütülmekten çıkarılmış artık babadan oğula geçen hanedanlık tarzı egemen kılınmıştır.
Allah’a bağlanma dışında Arap ile Acem arasında bir fark olmadığını, Müslümanların kardeş ve eşit olduklarını söyleyen Hz. Muhammed’in aksine Emevi aristokrasisinin devlet iktidarına taban oluşturma temelinde Arap milliyetçiliği geliştirilmiştir. Arap Müslümanlarla Arap olmayan Müslümanlar (Mevali) arasına ciddi ayrımlar konulmuş, Arapça resmi dil olarak dayatılarak tarihin ilk asimilasyon uygulaması gerçekleştirilmiştir. Araplık ve Araplaşma yüceltilirken diğer halkların dilleri, inançları, kültürleri ve tüm değerleri üzerinde hoyrat bir egemenlik ve talan yürütülmüştür. Kabile düzeninde varlık gösteren Arap toplumsallığı,devlet iktidarından yararlandırılarak çözdürülürken diğer halkların ve etnisitelerin toplumsallıkları işbirlikçilik, ihanet ve kendini inkâr dayatılarak tahrip edilmiştir. İşte Ebu Müslim’in başını çektiği ve Emevi devletinin yıkılışıyla sonuçlanan isyan bu lanetli gerçekliğe karşı daha Muaviye zamanında başlayan ve aralıksız süren isyanlar zincirinin son halkasıdır.
Dört halife devrinden (632-661) itibaren fetihler sayesinde geniş bir coğrafyayı egemenliği altına alan Emeviler hızla bölgenin bu gerçeğiyle karşılaşmış ve bunun yol açtığı sorunlarla boğuşmaya başlamışlardır. Mevali denen, kılıç zoruyla veya ikna yoluyla İslam’ı kabul eden çeşitli etnisite ve kavimlerin yanı sıra eski inançlarını koruyan “Zımmi” adı verilen gayrimüslimlerin de Emevi egemenliğini kabul etmesi kolay olmamıştır. İster Müslümanlığı gönüllü kabul edip mümin sıfatını taşısın, isterse zorla dayatıldığı için söylemde kabul edip Müslüman tasnifi içinde değerlendirilsin; yeni dine giren Arap olmayan halklar (Mevali), İslam’dan çok daha köklü ve yüksek bir toplumsallığın, insanlık tarihi kadar eski inanç biçimlerinin, dinlerin ve kültürlerin mirasçısıydılar. İslam’ı algılar ve yorumlarken de bu mirasın eşitlikçi, özgürlükçü, dayanışmacı ölçülerini esas almışlardır.
Kaynak: ABDULLAH ÖCALAN SOSYAL BİLİMLER AKADEMİSİ