Ferda ÇETİN
Trump döneminde ilişkileri istedikleri gibi yöneten Türkiye, Biden döneminde bu ilişkileri sürdüremeyecek olmanın huzursuzluğunu yaşıyor. Buna karşılık, Trump’ın seçimi kaybetmesi ve Biden’in başkan olmadan önce verdiği demeçler, Kürtlerde de iyimser bir beklenti yaratıyor.
Ancak Biden yönetiminin, Türkiye ile ilişkilerini nasıl bir çizgide sürdüreceği hala netleşmiş değil. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, göreve başlamadan önce, senatoda yaptığı konuşmada Türkiye’yi “sözde müttefik” diye tanımladı. Blinken, Mevlüt Çavuşoğlu ile hala görüşmedi.
Tayyip Erdoğan’ın yargı reformu ve yeni anayasadan söz etmesi, yeniden Avrupa Birliği’ni hatırlaması, ABD ve İsrail’le mevcut gerilimi düşürme çabaları bu tedirginliğin ifadesidir.
Joe Biden, 2019 Aralık ayında The New York Times yazarlarıyla bir görüşme yapmıştı. Biden bu görüşmede, Erdoğan’ın otokrat olduğunu vurguladıktan sonra, Türkiye’nin Kürtlere yönelik politikaları ve Rusya ile askeri işbirliği konusunda endişeli olduğunu belirtti. Biden, ”Yapmamız gerektiğini düşündüğüm şey, şimdi Erdoğan’a karşı çok farklı bir yaklaşım sergilemek, muhalefeti desteklediğimizi açıkça ortaya koymak. Erdoğan bir bedel ödemek zorunda. Ama darbeyle değil, muhalefetin desteklenmesi ve seçim yoluyla” dedi.
Trump’ın başkanlığındaki 2016-2020 dönemi, ABD-Türkiye ilişkileri bakımından, Türk devletinin bir daha asla bulamayacağı bir dönem olarak tarihteki yerine aldı. Türkiye’nin Rojava ve Güney Kürdistan topraklarını işgal ettiği, Libya ve Karabağ’a askeri müdahalelerde bulunduğu bu pervasız yayılmacılığın önünü açan Trump yönetimidir. Bu dönemin diğer bir özelliği, Trump-Erdoğan izdivacının Türkiye lehine yarattığı hoşnutluğun, Avrupa-Türkiye ilişkilerinde kopma noktasına gelen derin bir yarılmaya hizmet etmesidir.
Bu nedenle yeni dönem ABD-Türkiye ilişkilerini, Türkiye’nin Rusya’dan aldığı S-400 uçaksavar sistemi ve buna karşı ABD’nin Türkiye’yi F-35 programından çıkarması çerçevesinde ele almak çok dar ve sığ kalacaktır. ABD-Türkiye ilişkileri, aynı zamanda Avrupa Birliği ve İsrail ile ilişkiler, Akdeniz-Kıbrıs sorunu ve Kürtleri de kapsayan geniş bir çerçeveyi kapsamaktadır.
Türkiye’nin, Trump döneminde olağan hale getirdiği, başka ülkelerin egemenlik haklarını ihlal politikasına devam edip edememesi, yeni dönem ilişkilerinin niteliğini de belirleyecektir. Türkiye’nin, Kürt halkına yönelik inkar, imha ve soykırım politikaları ile, Rojava ve Güney Kürdistan topraklarındaki işgali tartışma dışı bırakılırsa eğer, ABD ve Avrupa’ya her türlü tavizi vermeye açık ve hazır olacak, kurulacak ilişkiler de “yeni bir sayfa” niteliğinde olmayacaktır.
Türkiye, 2014 yılından itibaren Irak ve Suriye’deki savaştan devşirerek eğittiği, donattığı ve Türk ordusunun bir parçası haline getirdiği El Kaide, El Nusra ve DAİŞ çeteleri ile ilişkilerini sürdürecek midir? 80-100 bin arasındaki rakamlarla ifade edilen ve onlarca cihadist, selefist gruptan oluşan; Özgür Suriye Ordusu ve Suriye Milli Ordusu’nun akibeti ne olacaktır? Trump döneminde olduğu gibi, Türk devleti bu çeteleri Kürdistan’da, Libya ve Karabağ’da olduğu gibi, istediği şekilde kullanabilecek midir?
İşgal edilmiş topraklarından sürülen yüzbinlerce Kürt’ün akibeti, kurulacak ilişkilerin “yeni” olup olmadığının da ifadesi olacaktır. “Güvenlik Bölgesi” adı altında, 1-3 milyon mülteciyi barındırmak üzere kurulan “briket kentler”le oluşturulan “Türk/DAİŞ kemeri”nin inşası devam ettirilirse eğer, bu “yenilik” Kürt soykırımına ortaklık anlamına gelecektir.
Efrîn, Serêkaniyê ve Girê Spî’nin işgali ile topraklarından sürülen yüzbinlerce Kürt’ün durumu, 1492 yılında İspanya’dan sürülen Sefarad Yahudileri ile benzeşmektedir. Bir farkla ki Sefarad Yahudileri’nin sürgünü, Kraliçe İsabel ile Kral Ferdinand’ın imzaladıkları “Elhamra Belgesi” ile gerçekleşmişti. Rojava’daki Kürtlerin kendi topraklarından sürülmeleri ise BM, ABD, Rusya ve AB’nin zımni-gizli anlaşmaları ve Türk devletinin işgali meşrulaştırılarak gerçekleşiyor. ABD ve AB ile “yeni ilişkiler” Kürdistan’daki Türk işgalinin sonlandırılmasını içermediği sürece, bu ilişki yeni bir ilişki olmayacak; Türkiye’nin işgaline destek niteliğinde olacaktır.
Yapılması gereken ABD-Türkiye ve Avrupa-Türkiye ilişkilerinde, Kürtlerin ve Kürdistan’ın bu ilişkilerde pazarlık konusu haline getirilmesine kararlı bir şekilde karşı çıkmaktır. Kürtlerin bütün imkanları ile Türk işgalini ve yayılmacılığını gündemde tutarak görünür kılması ve kesintisiz bir biçimde mücadelesini sürdürmesi, muhtemel pazarlıkları ve oyunları boşa çıkaracaktır.
Mevcut güç dengeleri ve devletlerin çıkar ilişkileri karşısında Kürtlerin her dört parçada da en “büyük planı”, özgüce dayalı örgütlü mücadeledir. Kürtler örgütlü oldukları ve mücadele ettikleri oranda dikkate alınacak ve siyasal çözüm sürecine dahil olacaklardır. Kendi özgücünün ve dinamiklerinin farkında olmayıp da, büyük ve güçlü devletlerden dürüst ortaklıklar beklemek, kayıtsız şartsız onlara tabi olmak, en büyük zaaf ve acizlik olacaktır.
Biden döneminde, ABD-Türkiye ilişkilerinin sonuçlarına odaklanarak beklemek yerine halkların, parlamentoların, siyasi partilerin, sendikaların, belediyelerin ve üniversitelerin desteğini kazanmak; bunun için her Kürt bireyi ve her Kürt ailesinin bir dost kazanma hedefi ile çalışması dönemin en değerli faaliyeti olacaktır.
Kürt halkının özgürlüğü için mücadele yürüten partiler, dernekler, meclisler, yüzlerce kurum ve oluşum olduğu halde bunlardan hiçbirinde, en küçük sorumluluk ve görev almadan kolay ve ucuz çözümler beklemek özgür insanların değil, köle ruhlu bezginlerin ruh ve düşünce halidir.
Biliyoruz ki bu öneriler, hayatının tek bir gününü dahi örgütlü mücadele içinde geçirmeyen veya örgütlü mücadeleyi modası geçmiş, “eski” yöntem bilen klavye folivorası için de; Hillary Clinton ve kızı Chelsea Clinton’un yapımını üstlendiği “Kobanê’nin Kız Çocukları” filmini neredeyse devrim veya Kürtlerin kurtuluşu sayan romantikler(!) için de can sıkıcı şeyler.
Ama can sıkıcı da olsa gerçek böyle.