Bilindiği gibi meşru savunma her türlü canlının kendisine karşı yapılan saldırılara karşı savunma refleksi göstermesidir. Başka bir ifadeyle, biyolojik savunma her canlı varlıktaki kendisine karşı gelişen tehlikelere karşı güdüsel olarak gelişen savunma refleksidir.
Doğadaki bütün canlılar bu hakikat çerçevesinde hem kendilerini korumuş hem içinde bulunduğu eko sisteme zarar gelmemesine özen gösterebilmiştir. Bu eko sistem içinde sürekli bir çatışma ve çelişki olmasına rağmen doğaya zarar vermeyip ve hatta sistemin kendi döngüsü içinde sağlıklı yaşam bulmasını sağlamışlardır. Çünkü doğanın kendi içinde yaşadığı çatışma, menfaatli ve çıkarcı değildir; yine günümüzün tabiriyle bu çatışmalar,ne savaş ganimetleri, ne iktidar tahakkümü, ne de sömürgeleştirmek içindir. Kapitalist modernitenin savaş komploları çerçevesinde gelişen planlı vehileli yöntemleri de değildir; tam tersi bir durum olarak sadece yaşamını sürdürmek ve doğal döngüye zarar vermeden içine girdiği bir çatışmadan ibarettir. Bu bağlamda doğanın bir parçası olan insan da neolitik dönemde kadının öz gücünün esas alındığı, artı ürüne dayılı bir yaşamı değil,doğaya zarar vermeden bulunduğu toplumun yaşamını geçindirmeyi esas almak olmuştur. Elbette tahmin edebileceğimiz o koşullarda sayıları az bile olsa bir toplumu geçindirmek kolay değildir. En önemlisi de doğaya zarar vermeden yaşamı idame ettirmek temel yaşam felsefesi olmasından kaynaklı daha zorlayıcı olmuştur. Fakat buna rağmen neolitik dönemde kadının öncülüğündeki toplum kendisine dışarıdan gelen her türlü tehlikelere karşı temel aldığı meşru haklarını korumak için kendini ve toplumu savunmuş ama doğaya zarar gelmemesi için ise büyük özen gösterebilmiştir. Örneğin eğer nehre yakın bir yerde klanını konumlandırmışsa ve kış koşullarından dolayı nehir taşıp klanın konumlandığı alan zarar görmüşse de o bunu bir doğa felaketi olarak değil de kendi hatası olarak görür. Nehrin doğal akışına zarar vermez, önüne setler çekmez bundan kendine ders çıkartır ve bir tecrübe daha kazandığı için hem yağmura hem nehre şükreder. Fakat aynı felsefe doğrultusunda dışarıdan klan yaşamına gelebilecek her türlü saldırılarıya karşı klan yaşamını korumayı da temel bir yaklaşım olarak görür ve meşru savunmasını geliştirerek klanını korur.
Neolitik dönemde kadının eliyle toplumun güvenliği için inşa ettiği öz savunma sistemiyle toplumu her türlü tehlikelerden koruduğu gibi hiçbir dönemde rastlanmayan adil, eşit ve ahlaki bir yaşam da hüküm sürmüştür. Önderliğin neolitik dönem için yaptığı analizler dışında genelde bu dönem için yapılan değerlendirmeler ve analizler çok yüzeysel ve analitik aklın nihai varmak istediği kapitalist modernitenin ilk ilkel bir aşaması olarak değerlendirilir. Tüm felsefi ekoller, sosyal bilimler ve ekonomistlerin yaptıkları incelemeler bu yönlü nihai bir sonuç almak içindir. Önderliğimizin sıkça vurgu yaptığı gibi Marksist ekolünün en büyük hatası topluma determinist bir yaklaşım göstermiş olmalarıdır. Bu günkü ekonomistlerin de yaklaşımı bu yaklaşımdan farksız değildir. Dolayısıyla insanlığın büyük doğuşu anlamını taşıyan neolitik dönemin bugün bile toplumu olumlu etkileyen sonuçları hep göz ardı edilir. Bilerek göz ardı edilir, çünkü sistem uyuşturulmuş toplumun gözlerinin açılmasını istemez. Oysaki kök neolitik dönem ve toplumundadır. İddia edildiği gibi ‘ilkel komünal’ değil bu günün insanından çok daha ilerici düzeyde olan bir toplum, köklerimizin ve insanlık tarihinin saklı olduğu bir toplumdur. Neolitik dönem kapitalist moderniteye varmak için nihai bir sonuç değil, bununla birlikte kapitalist modernite de doğal gelişen bir dönem değildir; yönlendirilen, yaratılan ve insan eliyle zoraki bir gidişattır. Esas olarak bu anlayışların temelinde yatan neden kapitalist anlayışla bağlantılı olarak insanlardan hakikati saklamak olduğu kadar uyuşturulmuş bir toplumun uyanmaması ve öz benliklerinden uzaklaştırmak içindir. Dolayısıyla öz savunmadan uzaklaştırmak, öz yönetimden uzaklaştırmaktır… Ve en nihayetinde kaderine razı olmaktır. Bilindiği gibi kadının köleleşmesi bir kader değildi ve ne zaman ki kadın köleleştirildi dolayısıyla insanlar öz savunmadan mahrum bırakıldı.İşte daha o zaman kapitalist modernitenin de ilk adımları atılmış oldu. Yani anlaşılacağı gibi determinist anlayışın iddia ettiği gibi neolitik çağ kapitalist çağa varmak için olması gereken salt mitolojik, yarı hayvani bir topluluk değil, öz yönetimle yönetilen ve tüm yöntem ve yaratıcılığıyla günümüzün her şeyini borçlu olduğu bir çağdır.
Demokratik uygarlık çağında tüm toplumun söz hakkına sahip olduğu bir sistem geçerliydi ve iş bölümü temelinde, öz yönetim anlayışı çerçevesinde toplum kendini yönetmekteydi. Güvenliği ise Önderliğimizin belirttiği gibi tüm toplumu ilgilendiren ahlaki ve politik anlayış temelinde güvenlik politikası olarak öz savunma biçiminde yürütmekteydiler. Fakat ne zaman ana tanrıça emeği ve mirası üzerinde Sümer rahipleri ortaya çıktı, o zaman toplumun güvenliğini de egemen güç olan bir grup elit tabaka kendi üzerine aldı. Oysaki düzenli ordunun daha olmadığı, herkesin eşit ve adaletli bir ortamda yaşadığı, her bireyin toplumu ilgilendiren tüm konularda ister hayati ister sıradan olsun söz sahibi olduğu; analitik zekâ kadar duygusal zekânın da kullanıldığı, her şeyin yaşamı ifade ettiği ve anlamlandırdığı, canlı olarak görüldüğü çağdır, ana tanrıça çağı… En önemlisi de bu çağda değersiz şey yoktur, özne ve nesne ayırımı henüz ortaya çıkmamıştır, insanlar bu gibi düşüncelere uzaktır. Nesne yoktur herkes ve her şey özne statüsündedir. Daha doğrusu bu kavramlar henüz insanların hayatlarına girmemiştir. Örneğin bir yaşlı da, çocuk da kadın da erkek de genç de aynı haklara sahipti. Bir fark olarak görülecekse eğer doğal bir iş bölümü vardı hepsi o.
Mezopotamya’da Altın Hilal denilen coğrafyada bu gerçeklikler yaşandı, o zaman tekrar toplumu öz savunmasına kavuşturmak imkânsız olmaz. Tekrar inşa edilebilir ve binlerce yıldır insanlığı özlemini çektiği cennete kavuşturmak zor değildir. Bu gerçeklikler bağlamında kadını tekrar öz savunma temelinde örgütlemek toplum için hayati konumdadır. Sistemin ilk olarak kadını köleleştirmiş olması bu gerçeklik ile bağlantılıdır. Çünkü kadın düşürüldüğü oranda toplum, toplum düşürüldüğü oranda örgütlü bireyler, örgütlü bireylerin de düşürüldüğü oranda öz savunma sistemi düşürülmüş demektir.
İşte kadının tarihten gelen bu gerçeklik ve felsefi yaklaşımından dolayı kadınlar tarihten günümüze değin savaş yanlısı, şiddet yanlısı olmamışlardır. Bilindiği üzere Sümerlerde başlayan ve günümüze kadar devam eden artı ürün sistemiyle yani (kapitalizmin ilk adımlarından biri) arta kalan ürünün depolarda birikmesi sonucu ve bununla beraber gelen ayrıcalıklar neticesinde savaşlar zamanı da başladı. Ne zaman ki erkek zihniyeti egemen hale geldi ve tanrı-krallar olarak toplum içinde tartışmasız egemen oldu, erkek aklı neticesinde iktidar da gelişti ve savaşları da günümüze kadar durdurmak imkânsız hale geldi. Fakat insanlık için olumsuz olan bu gelişmelere rağmen yine de kadın hiçbir zaman savaş nedeni olmamış ve savaş gerekçesi olan her türlü kışkırtıcılığa karşı durmuşlardır, en nihayetinde büyük savaşlar kadın gerekçe gösterilerek yapılmış olsa bile! Bu savaşların tarihte örnekleri çok olmakla birlikte esasına bakıldığında tümünün de aslında daha çok menfaat ve iktidar savaşları olduğu apaçık görülecektir.
Neden kadın ve öz savunma?
Neden kadın ve öz savunma?sorusuna yukarıdaki sözle de cevap vermek mümkün. Çünkü özbenlik konusunda kadın en güçlü ve süratli reflekse sahiptir. Günümüzde kadın düşürülmüş de olsa böyle bir gerçekliği potansiyeli de var. Bu güçlü refleksle birlikte yol ve yöntem konusunda tüm toplumun çıkarına göre hareket etme yaklaşımını sergilemektedir. Kadının demokrasiye yakın olması itibariyle, demokrasilerde ilke olarak öz savunma stratejisinin zorunluluğu kadın ve öz savunma önemini bir kez daha karşımıza çıkartabilmektedir. Demokrasiyle bağlantılı olarak artıdeğere itibar etmeyen kadının sonunu ne yazık ki artı değer getirecektir. Zaten bilindiği gibi sadece kadın değil tüm toplum da kaybetmeyle yüz yüze kalacaktır. Artı değerin gelişmesi, başta kadının olmak üzere tüm toplumun kaybetmesi ve en nihayetinde öz savunma bilincinin de prangalara vurulmuş olması anlamına gelmektedir. Tüm bu olumsuz gelişmeler temelinde insanlık ilk defa kendi türünü de hâkimiyet altına almaktadır. Önderlik 5. Savunmada, İnsan türünün ilk defa hâkimiyet ortamının nasıl geliştirdiğini, öz savunmayla ilgili ve savaşlara sebep olan günümüz sosyal yapısını şöyle değerlendirmektedir: “kendi türünden, hatta başka türlerden varlıkların üzerinden hâkimiyet kurma ve sömürgeleştirme sistemleri yoktur. İlk defa insan türünde hâkimiyet ve sömürgeleştirme sistemleri geliştirilmiştir. Bunda sömürü olanaklarına yol açan insan türünün zihniyet gelişmesi ve buna bağlı olarak artık ürün elde edilmesi rol oynamıştır. Bu durum varlığını korumayla birlikte emek değerlerini savunmayı, yani sosyal savaşları da beraberinde getirir…” Son cümledeki sosyal savaşlar ezilen halklar için haklı davalardır ve çıkar savaşlarına karşı varlığını korumaktır, fakat artık değer üzerine yürütülen erkek zihniyeti ürünü olan savaşlar ise haksız ve insanlığın sonunu getirecek savaşlardır. En önemlisi de kara delikler gibi tüm iktidarı yutmak ve içselleştirmek için öncelikle yolunun üstünde büyük engel teşkil eden kadını kaldırmayı büyük görev olarak bellemiştir. Bunun için kadınla her gün oynanmakta, başını kaldırmaması için yapamayacağı şey yoktur. İşte tüm bunlar kadın ve öz savunmanın birbiriyle ne kadar kopmaz bağlarla bağlı olduğunu göstermektedir. Erkeğin bu bağları koparmasına asla izin verilmemelidir. Erkek egemen zihniyet buna engel teşkil etse de kadının tüm gücüyle bu zihniyete karşı mücadele etmesi ve yaşam felsefesi haline getirmesi hayati önemdedir. İnsanlık adına hakikat peşinde olan kadınlar cadı diye yakılmış olabilirler fakat yılmamak lazım. Zaten egemen zihniyet hakikat peşinde olan bilge kadınları yakmışlardır, çünkü kadını refleksiz ve uyuşturmak gibi bir amaç gütmüştür. Nitekim kadınlar olarak korkunç yaşantılarımızın nedenini bu cadı yakmalarında bulmak ve aramak gerekir. Kadınların hakikat arayışlarını sürdürebilmeleri ve ahlaki – politik toplumun tekrar yaşam bulması için kadının ve öz savunma bilincini ve birliğinin oluşturması zorunludur. Genelde tüm toplumda ve bireylerde öz savunma refleksi tamamen yok olmadığı gibi özelde de kadında öz savunma refleksi çok güçlü ve süratli bir şekilde kendinde koruyabilmiştir. Belki bu bazen kaba, bazen sistemsiz bir refleksle ortaya çıkıyor olabilir, ama önemli olan halen mevcut olması ve korunmasıdır, geriye sistemleştirilmesi kalmıştır. O da güçlü bir örgütlemeyle hayat bulacaktır. Kadın ve öz savunma asla birbirinden kopuk ele alınmamalıdır, aksine bir bütündür ve tüm evrenin parçaları olarak evrenselleşmesi yine ancak kadınla mümkün olabilecektir.
Haksızlığı kabul etmeyen, adilce yaşamayı bir felsefe ve yaşam tutumu olarak gören kadın, bu yaşam felsefesinde kendini korumanın bir hak ve doğal reflekslerinin bir sonucu olduğu yaklaşımıyla mücadele etmelidir. Kadın iradesi her ne kadar kırılmış olsa da tarihten günümüze kadar bu direngenliğini de koruyarak varolagelmiştir. Kadının bu niteliğinden dolayı halkların özlemini duyduğu öz yönetim ve öz savunma sistemi ancak kadınla yeniden inşa edilebilinir. Bunun için öncelikle kadının kendi öz savunmasını geliştirmesi ve öz yönetimi örgütlemesi topluma yayması hayati bir gerekliliktir. Nietzsche’nindediği gibi; ”Güçlü olabilmek için güçlü ve en süratli reflekse sahip olmak gerekir.” Çünkü refleksler doğru yönde örgütlendiği takdirde bugün Kürdistan’da yürütülen faşizme karşı temel hak olan Meşru Savunma çerçevesinde faşistler Kürdistan’dan sürülebilinir ve onlara karşı direnebilinir. Kadınlar binlerce yıl sonra bugün 21. yüzyılda aynı topraklarda, Mezopotamya’da öz yönetim felsefesi ve örgütlülüğüyle Kürdistan topraklarında direnmektedirler. İnşa etme süreçlerinin zor ve sancılı olması karakterleri gereğidir fakat kadın öz gücü, örgütlü ordusuyla ve siyasetteki iradesiyle bunu başaracaktır.