Bir olguyu tanımlamak her zaman için kendisinden önceki bir koşulu gerektirir. Bir olgunun geçmiş temelleri olmadan onu somutluk içerisinde bir sisteme kavuşturmak, pratik adımlarını atmak, örgütlülüğünü gerçekleştirmek pek de mümkün görünmemektedir.
Bir olguyu tanımlamak her zaman için kendisinden önceki bir koşulu gerektirir. Bir olgunun geçmiş temelleri olmadan onu somutluk içerisinde bir sisteme kavuşturmak, pratik adımlarını atmak, örgütlülüğünü gerçekleştirmek pek de mümkün görünmemektedir. Bu nedenle esasında aşılmaya yüz tutmuş ideoloji ve bakış açılarının yeniden hortlatılmaya çalışılması ve günlük yaşamın her yerinde ve anında yükseltilmeye çalışılan milliyetçilik ve ırkçılıkla mücadele edebilmek ve şovenist dalgaları kırabilmek için barındırdıkları zihniyeti ve çıkış kaynaklarını da iyi tespit etmek gerekir.
Esasında her ne kadar milliyetçiliğin 19. yüzyıl Batı Avrupasında belirginlik kazandığı ve kitleselleştiği ve bir ideoloji olarak kendisini örgütlediği genel kabul gören bir görüş olsa da, kökenlerini çok daha öncelerine ve sınıflı toplum uygarlıklarına kadar götürmek mümkün. Bu nedenle özellikle bugünü kavrama açısından önemli ipuçlarını elde edebileceğimiz yazılı tarihin ilk süreçlerinde ilk ‘öteki’leştirmelere bakmak oldukça aydınlatıcı olacaktır. İlk sınıflaşmalar, ilk yabancılaştırmalar, ilk uyruklaştırmalar, bizin ‘ben’e dönüştüğü ilk nüveler, esasında tüm ötekileştirmelerin ve farklılıkların reddinin de temelini oluşturmaktadır. Tamamlayıcı ‘öteki’likten, yabancılaştırılan, yok sayılan ve boyun eğdirilmesi gereken bir olguya dönüşen yeni ‘öteki’lik aynı zamanda kendi çıkış özüne ihanet ederek yükselen sınıflı toplumun kendini kurumlaştırmasının da en temel dayanağı olmaktadır. Öncelikli olarak dışlanması ve boyun eğdirilmesi gereken bir varlık olarak ötekileştirilen kadınla başlatılan hamle, giderek toplumun tüm doğasını, kimyasını bozan bir hamleye dönüşmüştür. Elbette ki bunu şu şekilde de yorumlamak mümkündür; bu yabancılaştırma ve ötekileştirme, aynı zamanda insanlığın, insanlaşmaya değer katan tüm oluşumların, kadının komün yaşamının; devletçi iktidarcı toplumun kuruculuğunu üstlenen, deyim yerindeyse dönemin ideologlarınca gerçekleştirilen anlam kaybıdır. Kendisi dışındaki her şeyi anlamsızlaştıran ve yok etmeye çalışan bu zihniyet ve ideoloji, ilk hamlenin ardından yazılı tarihin tüm çağlarına ve zamanlarına kendisini yayarak, kendisinin en temel yayılma aracı olan insanın en küçük hücresine kadar nüfuz etmeye çalışarak, günümüze kadar birçok biçim ve nosyonla yaygınlık kazanmıştır ve halen yaşam bulmaktadır.
Kadının öncülüğünde ve büyük emek ve çabasıyla gerçekleşen ilk toplumsallaşmada, insanın kendinin farkına varma anlamına gelen ötekilik, bütünleyici bir işlev görürken, yabancılaştıran ötekilik, farklı renkleri, sesleri, biçimleri ve kendisi dışında gördüğü her şeyle bağını koparan, karşılıklı bağımlılığın tek yanlı bağımlılığa dönüştüğü bir anlam kazanmaya başlamaktadır. Bu yeni anlam, aynı zamanda ırkçılıkların, kanlı savaşların, jenositlerin, hiçleştirmelerin, inkar etmelerin, köksüzleştirmelerin de başlangıcını teşkil etmektedir. Ötekileştirilmenin ilk adımı ve adı olan kadının konumu, diğer tüm toplumsal dokuların yeni örgüsünün de örneğini ve öncelliğini taşımaktadır. İlk ötekileştirme kadında başlatılmıştır, çünkü kadın, özgürlükçü, eşitlikçi, adaletli, bütünleyici, anlam veren ve anlam katan dünyasıyla ayrımcılığa ve yabancılaştıran ötekiliğe karşı bir duruştur. Bu duruşun bertaraf edilmesi yeni tarihin yazılması ve birbirinin kurdu olan insanın yaratılmasının tarihini ifade etmektedir. Bu nedenledir ki günümüzde de hala en fazla savaşlardan, jenositlerden, ırkçı ve şovenist saldırılardan zarar görenler kadınlardır.
Tarih ve gelenekten kopuk bir düşünce, tasarım veya yaşam anlayışı köksüz olur
Elbette ki şu gerçekliği göz ardı etmemek gerekmektedir. Milliyetçilik ve ırkçılık akıldan ziyade duygulara hitap eden özelliklere sahip olmalarındandır ki, bu denli çabuk alevlendirilebilen ve bir anda yaşamın en ince ayrıntısında kendisini açığa vuran, en umulmadık anda linç kültürlerini kendisiyle beraber getirebilen bir durum ortaya çıkarmaktadırlar. Çünkü egemen ideolojiler kendilerini kurumlaştırırken, ötekiliği yaygınlaştırma en temelde akıldan koparılan duygu üzerinden gerçekleştirilmektedir. Toplumların, özellikle de kadının duygulanımlı özü inkar edilerek, esasında insanın özünde var olmayan duyguların belirli ideolojiler ve kavrayışlar aracılığıyla insanlığa empoze edilmesinin bir sonucu olarak, insan duyguları da bir egemenlik aracı haline getirilmektedir. Akıl ve duygunun karşı karşıya getirilmesinin bir sonucu olarak böylelikle egemenlik kavramları yaratılmaktadır. Devletleri, savaşları, sömürüyü yaratan da yine bu mantıktır.
Tarih bu anlamda ırkçılığa dayanan yüzlerce savaşa, kanlı kıyımlara, diasporalara, asimilasyonlara tanıklık etmiştir ve halen de etmektedir.
Özellikle son yıllarda hızla bir artış gösteren ve esasında kimi sosyal bilimcilerce son yirmi yılda belirgin bir artış gösterdiği belirtilen milliyetçi ve ırkçı dalgaların kuşkusuz bu anlamda toplumsal gerçekliklerle paralel gittiği açıktır. Çünkü milliyetçiliğin bir ideoloji olarak belirginleşmesi ve biçim kazanması modernite olarak tabir edilen dönemle başlamaktadır. Bu dönem aynı zamanda ulus devletlerin kuruluş aşamasına da denk gelmektedir. Milliyetçiliğin kendisi de zaten esasta dil, tarih, kültür bağlarıyla ulusal bir topluluk oluşturma amacıyla ve bağımsız bir devleti kurmak isteyen kimselerin oluşturduğu siyasal bir hareket olmaktadır. Bu düşüncenin ana ekseni ise kendi etnik köken ve ulus olarak tanımlanan topluluğa olan bağlılığın diğer tüm bağlılıklardan daha önemli olduğu görüşüne dayanmaktadır. Olaya bu açıdan baktığımızda kendi döneminde aslında geleneksel düşünceye karşı çıkan ve tez-antitez-sentez üçlemesiyle yeni bir bakış açısı doğuran modern kavrayış, diğer taraftan yine paradoksal bir biçimde geleneği koruyan ve ona yeni bir biçim ve içerik kazandıran bir durumu açığa çıkarmaktadır. Bu, milliyetçi ideolojilerin doğuşunda da büyük bir önem kazanmaktadır. Modern düşüncedeki süreklilik anlayışı, milliyetçi düşüncenin en temel muhteviyatını oluşturmaktadır. Nitekim milliyetçi söylemin en önemli özelliği, gelenekselliği sürdürmesidir. Bu anlamda milliyetçilik, gelenek içerisinde, diğer bir anlamda tarih kesitleri içerisinde en eski köklere inerek, ortaya çıkardığı olayları simgeleştirip kahramanlaştıran ve kendi gelecek hayallerini ve tasarımlarını bu geçmiş üzerinden kurgulayan bir anlayışla biçimlenir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalanın da belirttiği gibi, şüphesiz tarih ve gelenekten kopuk bir düşünce, tasarım veya yaşam anlayışı köksüz olur. Fakat insanlık tarihi içerisinde özgürlükçü bir gelenek var olduğu gibi, aynı zamanda tahakkümcü bir gelenek de varlığını çok daha keskin bir şekilde sürdürmüştür. Milliyetçi ve ırkçı ideolojiler de bu tahakkümcü gelenek üzerinden geliştirilen ve yayılım sağlayan içeriye sahiptir.
Günümüz dünyasında milliyetçi ve ırkçı dalgalarda bir artış olduğunu belirtmiştik. Yeni bir hamle yapma istemiyle gerçekleşen bu artış, esasında bu geleneğe sıkı sıkı sarılmanın ve aşılmaya başlanan eski paradigmayla birlikte, çağın yeni getirilerinde de tahakkümcü geleneği sürekli kılmanın arayışını ifade etmektedir. Ve esasında denilebilir ki modernleşmede çoğu zaman milliyetçi söylemlere başvurarak kendi krizlerini atlatmaya çalışmıştır. Uygarlaşma, modernleştirme adına birçok savaş gerçekleştirilmiştir, birçok halk yok edilmiş ve kimi halklar da halen yok edilmeyle yüz yüze bırakılmaktadır.
Diğer taraftan uluslar sistemini ifade eden günümüz dünyasının, bugün bir ulus üstü sisteme dönüşmesi esasında ulus devletçi yapılanmaların aşılmayla yüz yüze kalmasını getirmektedir. Ama bu aşılma kendisiyle beraber daha da büyük bir tehlikeyi getirmekte, ilerleme insanlığın özgürleşmesi odağına doğru değil; özgürlüklerin, eşitlikçiliğin, toplumun köklerini ifade eden öz değerlerini yeniden açığa çıkaran istikameti tersine bir seyir izlemektedir. Ulus üstü hamleyle küresel ölçekte yeni bir egemenlik ve hükümranlık alanı yaratılmaktadır. İktidar, milliyetçilik, ırkçılık yalnızca tek bir elden ve merkezden değil, yaşamın her alanında ve her anda yaşamsal kılınarak, anbean üretilerek yürütülmektedir.
Günümüz dünyasında biyoiktidar diye tabir edilen insan bedeni üzerine kurulan iktidarla her an yeni iktidar alanları açılmakta, insanın düşünceleri, duyguları, bedeni, bir bütünen varlığı üzerinde kurulan denetimle tüm bir toplum aynı anda denetim altına alınmakta ve ona göre biçim kazandırılmaktadır. Milliyetçi, ırkçı yayılmalar da yine biyoiktidar yöntemlerle yaşam bulmaktadır. En bariz örnekler olarak Türkiye toplumunda görülen televizyon isimlerinden tutalım marka isimlerine, reklamlardan tutalım müzik kliplerine, film gösterilerinden tutalım normal bir şölene kadar öne çıkartılan Türk vurguları ve Türklük figürleriyle toplum bir bütünen milliyetçi bir bombardıman altına tutulmakta ve özellikle duygulara hitap edecek kültürel bir norm kazandırılmaktadır. Yine İranda yayınlanan bir haberde mavi gözlü ve sarışın kişilere yönelik tehditvari yaklaşım ırkçılığın halen ne kadar güncel olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Asıl iktidar önce kadın bedeni üzerinde kurulmuştur
Diğer taraftan insan bedeni üzerine kurulan iktidarın en temelde kadın bedeni aracılığıyla gerçekleştirildiği de iyi bilinmektedir. Özellikle kadın cinselliği aracılığıyla halklar üzerinde kurulan denetim esasında yine her ne kadar bu çağda biyoiktidar gibi belirli tanımlamalara ve formüllendirmelere kavuşturulsa da, esasında tarih boyunca ilk önce insanı ve daha sonraları halkları, farklı kesimleri, grup ve toplulukları da egemenlik ve denetim altına almanın da en temel aracı olarak kullanılmıştır. Tarih bunun sayısız örnekleriyle de doludur. Ele geçirilen ve denetim altına alınan kadın bedeni, esasta ele geçirilip kontrol edilebilen bütün bir toplum olmaktadır. Çünkü toplumun doğuş ve yaşam kaynağı olan kadın denetim altına alındığı müddetçe toplum denetim altına alınabilir. Bu nedenle insanın ve toplumun denetim altına alınmasının ilk koşulu da, kadın bedeninin öncelikli olarak denetim altına alınmasıdır. Yine nicel olarak az bir nüfusa sahip bazı ülkelerin nüfus oranlarını yükseltmek amacıyla kadını doğumlara teşvik etmesi, kendi etnik varlıklarını daha fazla güçlendirmenin en açık göstergeleri olmaktadır. Dahası çalışan genç nüfusun az olduğu Almanya gibi kimi ülkelerde, başta ekonomisini sağlam temeller oturtabilmek ve kendisinin belirlediği elit bir uzman kesimin dışında başka ulustan insanların kendi ülkelerine çalışma amacıyla irtica etmelerini engellemek ve nüfus oranlarını yükseltmek için daha fazla çocuk doğumu yönünde toplumun ve özellikle kadının bazı ödüllendirme yöntemleriyle teşvik edilmesi de milliyetçi ve ırkçı zihniyetin bir biçimi olarak kendini göstermektedir. Özellikle ırkçı zihniyetle nüfus yoğunluğunu sağlamaya çalışma, kendi ırkından olmayan kesimleri ya sistematik olarak açık veya gizli denetim altına alma, katliam ve farklı yöntemlerle yok etmeye çalışma bütün bir tarih boyunca sıkça görülen olaylar olmaktadır. Ve bugün bu, biyoiktidar denilen yeni iktidar biçimiyle sürdürülmektedir. Tüm zamanlarda ırkların, soyların sürdürülmesi kadının doğum yapma, nüfus yoğunluğunun sağlanması yoluyla gerçekleştirilmiştir.
Yine ırkçı ve milliyetçi zihniyetle toplumu ele geçirme, Aborjinler gibi komünal yaşamda direnen halkları melezleştirme politikalarıyla yok etmeye çalışma, en temelde kadın bedeni üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Çünkü bu tahakkümcü zihniyet, kendisinden başka hiçbir kesimi, hiçbir etnik köken ve rengi kabul etmeyen ve adeta insanlığı yok etmenin bir zehiri gibi işletilmektedir.
Ayrıca Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın direkt yaşamına kastedilen zehirleme olayı da bu milliyetçi, ırkçı ve kendisinden başka hiçbir etnik kökeni, varlığı, düşünceyi tanımayan tahakkümcü geleneğin en açık ifadesi olmaktadır. Çünkü Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ötekileştirmeleri, yabancılaştırmaları ortadan kaldıran, etnik ayrımcılığa karşı çıkan, tahakkümcü ideolojilere karşı özgürlükçü ideolojisini ortaya koyarak bir alternatif oluşturan, bir ulusun, bir etnik kökenin veya bir ırkın üstünlüğüne dayalı değil, tüm kesimlerin renklerini, seslerini bulabilecekleri bir toplumsal yapılanmayı öngörmektedir. Ve öncelikli olarak da ideolojik yaklaşımını ilk ötekileştirilen varlık olan kadının özgürlüğü ilkesine dayandırarak yapmaktadır. Başta kadın olmak üzere, Kürt halkının, ezilen tüm kesimlerin ötekiliğinin aşılması için, kendisinin bir ‘öteki’ olmayı göze alması, görünen o ki, bir tehlike olarak görülmesini beraberinde getirmiştir.
İnsanlığı ve dünya coğrafyasını sınırlara bölerek, her birinin kendisinin bir diğerinden daha eski ve daha köklü olduğunu iddia ettiği ve sürekli düşman olarak bellenen ötekilere karşı ben-merkeziyetçilikle başlayan ve ırk, ulus adına biz kimliğiyle sürekli savaş açtığı ve bunu meşrulaştırdığı bir zihniyetle hemen hemen her gün karşı karşıya gelmekteyiz. Bu egemen zihniyetten kurtulmanın elbette ki şansı ve imkanları da bulunmaktadır. Kullanılabilirse bu şans oldukça da büyüktür. Sınıflı toplum tarihi esasında ötekileştirilen ile ötekileştiren arasında geçen keskin mücadelelerin bir yazımından ibarettir.
Tüm bunların en esasta komünal değerlerle, sınıflı toplum değerlerinin bir çatışması olduğunu Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan defalarca kez dile getirmiştir. Komünal değerler, kadın özünü ve kadın emeğiyle yoğrulmuş yaratımları, toplumsal dokuları, kadının duygu, düşünce dünyasıyla oluşmuş yapılanmayı ifade eder. Egemenlikli, iktidarcı, şiddeti içeren hiçbir yapılanmayı içermez ve geçit vermez. Bu nedenle de en fazla kadının bu ötekileştiren milliyetçi, ırkçı, iktidarcı zihniyetlere karşı mücadele etmesi ve en ön saflarda yer alması gerekir. Çünkü kadının özünde ayrımcılık, birbirinden koparma, yabancılaştırma ve bunun üzerinden çatıştırma yoktur. Özellikle milliyetçi ve ırkçı dalgaların yeniden yükseltmek istenildiği ve bununla birlikte halkların birbirine kırdırılmaya çalıştığı bu süreçte, bu kez mücadele ve direniş ötekilikten kurtulmak için bir ‘öteki’ olmanın mücadelesi olmalıdır.