İstanbul Sözleşmesi’ni savunma örneğinde ortaya çıktığı gibi kadınların birleşik mücadelesi, müthiş bir sinerji ve direniş gücü ortaya çıkarmış, erkek-devlet faşizmini ürkütmüştür.
Erkeği egemen yapan kadın üzerinde kurduğu hakimiyettir. Kadın üzerindeki bu hakimiyet, tüm toplum ve doğa üzerindeki hakimiyete dönüşerek, devletleşmiş ve egemen bir kültür haline gelmiştir. Erkek devletinde sınıfsal ve toplumsal baskıyla cinsel baskı ve şiddet iç içe gelişmiştir. Kadın, ilk ezilen ve egemenlik altına alınan cins ve sınıf haline getirilerek, erkek iktidarının sürekliliğini sağlayan bir nesneye/objeye dönüştürülmüştür.
Bazı eski kaynaklar, devletleşme başladığında ilk Sümer ve Mısır krallarının kadınları toplu olarak mezara gömdüklerini söyler. Yani tanrı-kralların kendi hizmetine aldığı yüzlerce kadın, ölen kral ile birlikte diri diri gömülürmüş. Kralın hizmetindeki bu kadınların, kral ile birlikte cennete gittiği rivayet edilir; kadın üzerindeki tahakküm bu biçimde meşrulaştırılarak, toplumsal köleleşmenin zihinsel ve ruhsal alt yapısı hazırlanırmış.
İçinde yaşadığımız bu çağı ve geride bıraktığımız yakın çağları, devletçi ilk uygarlıklarla karşılaştırdığımızda çok daha dehşet bir tahakkümün, çok yönlü bir şiddetin, beter bir cins kırım politikasının kadın üzerinde sürdürüldüğüne şüphe yoktur. Her gün ve her an kadına saygısızlığın, sevgisizliğin, değerden düşürülüşün, nesne haline getirilişinin, tecavüzün ve katliamın korkunç biçimlerine tanık oluruz. Kapitalist modernitenin ulus devletler çağında hayatın her alanında ve her anında, kadın zihninin, duygusunun, ruhunun ve bedeninin sistematik bir tecavüz, şiddet ve katliama maruz kaldığını; diri diri gömülmekten çok daha beter bir vahşeti yaşadığını görür ve biliriz.
Biliriz ki; insan evladı erkek, iktidara yönelerek kendisine hayat veren yaratıcı gücü inkar etmiş; kadının düşmanı, yaşamın katliamcısı, doğanın kurdu bir zalime dönüşmüştür. İnsanlık tarihindeki ilk sapma, anaya ihanetle başlamıştır. Cinsiyetçilik, bu ihanetin ideolojisi olmuştur. Ardı sıra gelen milliyetçilik, dincilik, bilimcilik ideolojileri, ilk sapmadan türemiş ideolojiler olarak toplumsal ahlakı, vicdanı ve değerleri öğütmüştür. Bu ideolojilerin özel savaş saldırıları sonucu, toplumsal ahlak ve vicdan çok derin yaralar almış, toplum sakatlanmıştır.
Irkçılığın, milliyetçiliğin, dinciliğin ve bilimciliğin şahlandığı kapitalist modernist çağ, kadını eski çağlardan daha beter bir köleliğe ve ölüme mahkum etmiştir. Kadını metalaştırmış, sermaye kaynağı haline getirmiştir. İlk tanrı-kralların kadın kıyımları, son tanrı-kralların kadın kıyımlarının yanında masumiyet abidesi olarak kalmıştır.
Kadın, erkek egemen tarihin büyük ihanetine ve lanetine uğrasa da çok büyük de direnmiştir. Mutlak köleliği, beynine ve yüreğine yedirememiş; asırlar boyu direnip mücadele etmiştir. Bu mücadele, son 200 yıldır çok daha bilinçli ve örgütlü yürütülmektedir. Giderek birleşik kadın mücadelesine dönüşmektedir.
Kadın özgürlük mücadelesi, erkek egemen sistemin tüm maskelerini düşürmekte, kralı çıplak hale getirmektedir. Günümüzün tanrı-krallarının kadına büyük öfkesinin nedeni budur. Kadın artık mülk, meta, sermaye olmayı reddediyor; kendi kaderini kendisi tayin etmek, kendi kendisinin sahibi olmak, özgür ve eşit bir biçimde insanca yaşamak istiyor. Bu istek egemeni çıldırtıyor. Kölelik yıkıldı mı egemenlik de yıkılır, bunu biliyor. İşte kadına yönelik şiddet, bir de bu derin korkudan besleniyor.
Kadın özgürlük mücadelesi, şimdi gezegenin her karış toprağında büyük bir yükseliş halindedir. Kadın özgürlük mücadelesi, 21. yüzyıla damgasını vuracaktır. Bu yüzyılda kadınların birleşik mücadelesi büyük bir gelişim sağlayacaktır. Türkiye’deki birleşik kadın mücadelesi, şimdiden bunu müjdeliyor. Kürt kadın hareketi ile Türkiye kadın hareketinin faşizme karşı verdiği birleşik mücadele şimdiden etkisini göstermektedir.
40 yılı aşkındır örgütlü mücadele veren Kürt kadını, Türkiye kadın hareketini de muazzam etkilemiştir. İstanbul Sözleşmesi’ni savunma örneğinde ortaya çıktığı gibi kadınların birleşik mücadelesi müthiş bir sinerji ve direniş gücü ortaya çıkarmış, erkek-devlet faşizmini ürkütmüştür.
Kürdistan ve Türkiye kadın hareketi, İstanbul Sözleşmesi etrafında tek yürek ve tek ses oldular. Kuşkusuz arzularız ki; aynı ortak duruş ve mücadele, Kürt kadın hareketinin ağır bedellerle ortaya çıkardığı kazanımlara karşı da geliştirilsin. Eşbaşkanlık, eşit temsiliyet başta olmak üzere Kürt kadınlarının büyük mücadeleyle yarattığı değerler, tüm kadınların ortak değerleri ve kazanımlarıdır. Bu kazanımları savunmak ve korumak İstanbul Sözleşmesi’nden çok daha öte kadın haklarını savunmak anlamına gelmektedir. Gerçek şu ki; İstanbul Sözleşmesi üzerindeki erkek-devlet faşizminin tehdidi, ancak eşbaşkanlık ve eşit temsiliyeti savunarak tamamen bertaraf edilebilecektir.
BERÇEM JIYARÊ AXPAR