Dünyanın içinde olduğu durumla kapitalist modernitenin kendini adlandırması arasındaki tezatı da görmek gerekir. Kapitalizm iddia ettiği kadar gelişmiş değildir, büyük değildir, yenilmez değildir. Evet, bir iktidar aklı, zoru kullanarak ve bir vizyon oluşturarak kendini hakim kıldığı doğrudur. Ancak gelişmişlik denilen, zannedildiği gibi değildir. Büyük yazar Eduardo Galeano’nun dediği gibi “bu sistemde herşeyi tam tersine çevirip, tepetaklak edip anlamamız gerekir.” Ancak böyle yaparsak doğru sonuçlara ulaşabiliriz.
Büyük tarihsel mirasın, direniş geleneğinin içinden yükseldiği Kürdistan gerçeği, Ortadoğu gerçeği ve bir bütün dünya gerçekliği var. Öyle bir dünya ki, bilim adına tüm bilmelerin insandan koparıldığı ve insanı yok etmeye, insanların başka insanların kolay-rahat-egemenlik sürerek varoluşunu mümkün kılan bir malzeme olmaya harcandığı bir çağ. Aslında harcanıp tüketilmeyen, fiyatı olmayan hiçbir şeyin “değer” görmediği bir çağ. Ekonominin para, paranın Allah sayıldığı bir çağdır. Kapitalizmin derinleştirilmiş hali derken kastedilen bu. İnsanın değerini tümden yitirmesi bile durumu izah edemiyor. Bu kadar abartılan teknik gelişmenin, silah modellerinin, başka gezegenleri-hatta kainatı bile ele geçirme söylemlerden geriye, baş edilemeyen bir virüs kaldı. Değil baş etmek, tanımlanamayan bir virüs kaldı geriye. Bilim, bu virüsü tanıdığı kadar gelişmiştir. Henüz tanımlanamayan, tanımlanamadığı için de karşısında nasıl durulacağı dahi bilinmeyen bir virüsün, herşeyde en önde olan ABD’nin virüsün toplumu zehirleyerek öldürmesi konusunda da en önde olması gerçeğinin bize söylediklerini doğru okumalıyız. Yine rönesansın başladığı topraklarda virüsün çılgınca bir eyleme girişmesini, orada dünya egemenliğini ilan ettikten sonra ABD’ye açıldığını da unutmamalıyız. Batı düşüncesi bir kez daha çökmüştür.
Bundan dolayı, kapitalist moderniteyi daha fazla sorgulayarak demokratik moderniteyi daha fazla tanımlamaya, değerlerini yaratan tarihsel ve güncel anlamları bilince çıkarmaya ve büyütmeye ihtiyacımız var. İnsanlık olarak bu durumu hak ettik mi sorusu sorulduğunda total ve tek parça cevap vermek zor. Evet birileri hak etti bunu, bazı sistemler bunu hak etti. Ama tüm insanlık hak etti mi diye sormaktan da kaçamıyoruz. Bunu bir kader olarak sineye çekemeyeceğimiz kesin. Gökten bir meteor düşse şüphesiz sadece kötülerin üzerine düşmeyecekti. Ancak durum bir meteor düşmesinden daha vahim, daha hegemonya mühendisliğiyle ve insan cehaletiyle alakalı olduğundan, iyilerle kötülerin aynı kadere maruz kaldığı söylemlerinden kaçınmak şarttır. Zira bu tarz söylemler, kapitalizmi derinleştirmekte, zengini ve egemeni korumaktadır.
‘Ne eskisi gibi yaşayabilirsiniz, ne de savaşabilirsiniz’
Çin’den mı çıktı, ABD’deki laboratuvarlardan mı? Yarasalardan mı çıktı, Amerikan askerlerinden mi? Yaşlıların sadece bedenleri mi hedefleniyor, yoksa o bedenlerin tanıklık ettiği tüm yaşamsal deneyimler mi hedefleniyor? Sorular çoğaltılabilir. Ancak kaynağı ya da hedefi ne olursa olsun, bugün en güçlünün en çaresiz olması, İsa peygamberi haklı çıkarmıştır. Esas olan, toprağa, insana, doğaya yönelik yanılgılı, haksız yaklaşım ve uygulamaların, liberalizmle zirve yapan sözde insan merkezli olan, ancak özde, batılı beyaz erkek egemen insan merkezli olan bu sistem çöküşe geçmiştir. Tüm doğaya bugün yapılanlar, F.Bacon’u neredeyse bir melek düzeyine çıkarmıştır. Kötülük kurumsallaşmış ve kitleselleşmiştir. İnsanlar üzerindeki deneyler bizi utandırmakta, aynı zamanda da öfkelendirmektedir. Ve kötü olan da kapitalist modernitenin belli bir yükselme seyrinden sonra adım adım gerilemeyi yaşamamış olmasıdır. Kapitalizm, hiç beklemediği bir zamanda, dünya insanlığının başına 3. büyük savaşı sarmışken ve daha da ileri gitmenin zafer naralarını atarken, hala başını yukarı kaldırmışken ve sonunu göremediği zirveleri daha çok, daha çok yaşayacağı hayallerini kurarken, birden bire bir küçük virüsle birlikte uçurumdan düşüvermiştir. Henüz uçurumun dibini görmemiştir, ancak hegemonik güçlerin tüm çabaları düştüklerinde düşecekleri yerin çok sert olmamasıdır. Belki de halkların, ezilenlerin, yine işçilerin, kadınların, çocukların… sömürülecek olanların üzerine düşerek çok incinmemeyi amaçlayan bir kapitalizmle karşı karşıyayız.
Kapitalist gelişim denilen şeyin geldiği nokta çok basittir. Çok tartışılıyor, çok değerlendiriliyor, çünkü alimin de bakkalın da, cumhurbaşkanının da bildiği eşitlendi: Ellerinizi temiz yıkayın. Annelerin öğrettiklerini unutturan kirli bir sistemin bugün aynı şeyi bilim insanlarına söyletmesi hırsızlıktan başka ne olabilir ki!
Dünyanın eskisi gibi olmayacağı söylenip içinde olunan senaryo bilinmeden yeni senaryolar ortaya atılıyor. Dünyanın eskisi gibi olmayacağını Önder Apo yıllar önce bize söylemişti; “Ne eskisi gibi yaşayabilirsiniz, ne de eskisi gibi savaşabilirsiniz.” demişti. Bugün tüm dünya bunu dillendiriyor. En fazla da egemen sistem sahipleri. Ve bu söylemlerle faşizm, baskı, insanların gözetlenmesi, kontrol altına alınması daha fazla derinleştirilmek isteniyor. Hepsinin kaynağına virüs ve ölüm korkusu yerleştiriliyor. Biyolojik veri aktarma sistemlerinin tartışılması insanların özgürlük adı altında herkesin elinde oyuncak gibi tutturulmuş olan telefonlarla takip edilmesi, beğenilerinin, görüşlerinin, koordinatlarının bilinmesinden öte, vücut ısılarının, kalp atışlarının da kontrol edilmesi hayalleri kuruluyor kapitalistlerce. İnsanlar birşeyi beğenmeyebilir, ama bunu söylemeye de bilir. Ancak kalp atışlarınız ve vücut ısınız bunu gizleyemez. İnsanın salt düşüncesini ve hareketini değil, benliğini ve hücrelerini de kontrol altına almanın hesapları yapılıyor. Kapitalizm kendisi korkup karşısında şok yaşadığı virüsü kullanarak derinleştirilmiş köleliği ultra köleliğe dönüştürmek istiyor. Ölüm korkusu yaratılarak insanlığın yeni bir kölelik biçimine razı edilme çabası yoğun olarak gündemde tutuluyor. Bu durum, emeğin özgürleşmesi kavramının işçileşmeye güzellemeler yaparak yeni bir kölelik biçimini meşrulaştırmasından çok daha kötü bir dönemin habercisi gibi tüm insanlığı tehdit ediyor.
ABD kaybetmiştir, Küba kazanmıştır
Bu kötü tabloya mahkum değiliz. Çünkü tüm bunlar çoğunluklu olarak batı dünyası için, hatta özelde kapitalizmi derinden yaşayan ülkeler için geçerli. Bugün hastalığın yayılımının metrolar, fabrikalar, maden ocakları, obezite, GDO’lu ve kanserojen besin maddelerinin en fazla olduğu yerlerdedir. ABD kötü örnek olurken, Küba’nın iyi örnek olması ve en çok ölümlerin yaşandığı İtalya’ya doktor ekipler göndermesi farkı, sistemlerin farkıdır. ABD kaybetmiştir. Küba kazanmıştır. Bu şu demektir: İnsanın insan olmaktan çıkarılarak bireycilik adıyla sürüleştirildiği ve toplumsallığın katledilerek insanların birliktelik bilinci-hissinden kopuk olarak kimi mekanlara doluşturulduğu yerlerde, artık insanlık toplu idama mahkum edilmiştir. Ve insan yoksa, sömürü sistemleri de zaten olamayacaktır.
Böyle olmayan yerler neden hiç konuşulmuyor? Örneğin New York tartışılıyor ve günde binlerce ölümden söz edilerek korku yayılıyor. Henüz gizleniyor olsa da Türkiye için İstanbul’da benzer durumdadır. Ancak Kobanê’den neden söz edilip hiç ölümün olmaması, virüsün bulaşmaması üzerinden tartışılarak örnek alınıp ders çıkarılmıyor? Dünya eskisi gibi olmayacak deniyor ancak mesele daha fazla kontrol değil, kapitalizmin buzdan çıkarlarından kurtularak insanı ölüme yönelten sistemden ve sistem araçlarından kurtulma meselesidir. Mesele ekoloji esaslı ekonominin geliştirilmesidir. Mesele organizmaların genetiğinin değiştirilmesinin en ağır cezalarla karşılanmasıdır. Mesele yapay tatlandırıcılar ya da metrolar başta olmak üzere kapitalizmin icadı olan tüm araçları yok ederek insan merkezli ve batı merkezli zihniyetten sıyrılmaktır. Mesele kır yaşamını şehre mahkum ederek köyleri boşaltan, şehirleri cazibe merkezi haline getiren kirli yasaları ortadan kaldırmak ve köyleri yeniden en güzel yaşam alanları haline getirmektir. Mesele kendine yeterliliği esas alarak mütevazi yaşamla doyabilmektir. Mesele biraz gerçek insan olmaktır.
Bundan dolayı Önder Apo’nun görüşlerine bakarak eskisi gibi yaşanmayacağı gerçeğini ve gereğini doğru anlamalıyız. Eskisi gibi yaşanmayacaktır, ancak nasıl yaşanacağı da önemlidir. Egemenlerin belirleyeceği yaşam tanımının yaşam olmadığı kesindir. Önder Apo’nun çocukluktan başlamak üzere yola çıktığı ilk günden itibaren sorduğu soru “nasıl yaşamalı” sorusudur. Bu soru, tarihsel anlamını da güncelliğini de yitirmemiştir. Bugün bu soruyu sorarak kendi özgür cevaplarını oluşturmak, bu cevapları kolektifleştirmek önemlidir. Bu olmazsa, kapitalizmin tüm toplum yerine üst sistem olarak cevap vereceğini bilmek zor değil. Önder Apo’nun çözümü nettir: Demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü yaşam. Eskisi gibi olmayacaktır, ama bundan başka bir yaşam da yaşam olmayacaktır.