Karanlıkları Yırtan Işık: SÜHREVERDİ – 1

0
537

1191 yılında tarihe iz bırakmış, ünlü komutan Selahattin Eyyubi ivedilikle yerine getirilmek üzere bir ölüm fermanı verir. Hem de muhtemelen hiç tanımadığı biri hakkında çıkarmaktadır bu fermanı. Haçlılara karşı tüm İslam aleminin kılıcı ve kalkanı konumundaki Selahattin Eyyubi’nin tanrısal bir edayla verdiği bu buyruk, o sıralar Halep’i yöneten oğlu Melik Zahir tarafından yerine getirilecektir. Karşı koyması ne kadar mümkün olabilirdi bilinemez ama oğulun hiç de istemediği bir işi yapmak zorunda kaldığını tarihçilerin tümü söyler. Bu isteksizliğin nedeni ise, hakkında ölüm fermanı verilen şahsiyetin, oğul Melik Zahir’i etkilemiş olan ve dönemin tanınmış düşün adamı Sühreverdi olmasıdır.

Kimilerine göre derisi yüzülerek, kimine göre idam edilerek, yaygın kanıya göre de -Melik Zahir’in torpiliyle ölüm biçimini kendisi seçme ayrıcalığıyla- zindanda aç kalarak, fermanın gereği yerine getirilir. Sonuç bir ermişin, bir hakikat arayışçısının, bir filozofun hem de kendi dönemini aşma başarısı göstermiş bir filozofun katledilmesidir. Özcesi gerçekleşen yeni birPrometheus, Mani, Mazdek, Hallac vakasıdır. Yitip giden büyük bir beyin, bir ışıltıdır.

Sühreverdi resmi ideolojiden farklı işleyen beyniyle, çok genç yaşta olmasına karşın geride bıraktığı elliden fazla eserle ne kadar önemli biri olduğunu göstermektedir. Zaten bu nedenledir ki, bilgeliğinden dolayı, kendisine ‘Şihab’ (kuyruklu yıldız) yıldızından esinlenilerek ‘dinin yıldızı’ anlamında ‘Şahabeddin’ denilmiştir. Asıl adı Yahya bin Habeş bin Emîrek’tir. İran’ın Zencan bölgesindeki (Tahran ile Tebriz arasında) Sührevernd kasabasında doğduğu için Sühreverdi olarak bilinir. Ruhani hayatı derin olduğu ve maneviyata önem veren felsefe çalışmalarını bu alanda yoğunlaştırdığı için ‘Ebu’l-Fütûh’ (Kapıları AçanlarınBabası) diye de anılmıştır. Diğer yandan aynı dönemde yaşayan tanınmış ve kendi ailesinden olan diğer ‘Sühreverdi’lerden ayırmak için de künyesine ‘öldürülmüş’ anlamında ‘Maktul’ eklenmiştir.

Sühreverdi İslam coğrafyasında artık miadı dolmak üzere olan felsefe dünyasında, parlak ve farklı görüşleri nedeniyle yer edinmeyi başarmıştır. Genç yaşına rağmen Işıkçılık (İşrakiyyun) adlı bir ekol yaratacak denli etkili olmuştur. Yarattığı Işıkçılık ekolü kendisinden sonraki dönemlerde Ortadoğulu ve Avrupalı pek çok filozofu etkileyecektir. H. Bergson’ın Entüisyonizm olarak bilinen sezgici felsefesini Sühreverdi’den aldığı ilham ile geliştirdiği belirtilmektedir. Sühreverdi’nin ışıkçılık ekolünü geliştirirken, çok önemli ölçüde Terzi Hermes’ten, Zerdüştlükten yararlandığı yine ‘Yeni Platonculuk’tan ve çağdaşları Meşşailerden de etkilendiği ama diğer yandan, İslami öğelere de yer verdiği görülmektedir. Bu yönüyle Sühreverdi’nin çok yetkin bir sentezci olduğunu söylemek mümkündür.

 Anahtar kavram: İşrak

Ekole adını veren ve Arapça bir kelime olan ‘işrak’ kavramı “Doğu, aydınlıkla ilgili, ışıkla ilgili” anlamlarına gelmektedir. Sühreverdi ışığı (nur), hakikatin cevheri (özü) olarak tanımlamıştır. Ona göre herhangi bir şeyi algılama, kavrama eylemi, kaynağını ışıktan alan bilincin yarattığı aydınlanma ile oluşur. Bu yönüyle içinde yaşadığımız evreni, eşyayı kavramamızı sağlayan ışıktır. Fakat doğrudan ışık ile gerçekleşen bilgi, tanrı katından geldiği için insanüstüdür. Böylece eğer birisi o bilgiye erişebilirse, keramet gösterip, varlık ve olaylara müdahale edebilir; o kişi için gizlilik perdesi kalkar. Bir yönüyle de aslında yaratıcılık özelliği kazanmış olur.İslam ile örtüşmeyen hatta çelişen bu görüşlerin kaynağı çok daha eskilerdedir. Tüm felsefesini ‘ışık’ üzerine oturtan Sühreverdi’yi daha iyi anlayabilmek için onun beslendiği temel kaynakları belli ölçüde ele almak yararlı olacaktır.

Sühreverdi’yi besleyen kaynaklar

Sühreverdi’nin eserlerinde adını en fazla zikrettiği üç filozoftan (Hermes, Zerdüşt ve Platon) biri olan ve

‘felsefenin babası ve başlatıcısı’ olarak tanımladığı Hermes, kuramsal olarak Zerdüşti gelenekle birlikte hiç kuşkusuz Sühreverdi’nin en büyük

 kaynağıdır. Sühreverdi’yi onların bir devamı biçiminde ele almak daha doğrudur. Sühreverdi Hermes’in o kadar takipçisidir ki, İbn-i Vahşiye bir rivayete istinaden İşrakî düşüncenin takipçilerini ‘Hermes’in kız kardeşinin soyundan gelen kahinler sınıfı’ olarak adlandıracaktır. O nedenle Hermes’e yer vermek bir yönüyle de Sühreverdi’ye yer vermek anlamına gelmektedir.

Günümüzden yaklaşık olarak beş bin yıl öncesine (MÖ. 3000) tarihlenen Hermes, Mısırlı bir terzi olarak bilinmektedir. Orhan Hançerlioğlu Düşünce Tarihi adlı eserinde “…Beş bin yıldan beri, gök ve yer ölçüleri içinde parlayan bütün ışıklarda, bu terzinin kıvılcımı vardır.” demektedir. Mısır yazıtlarında ‘Thoth (Tahuti)’ olarak geçen, bilgelik tanrısıdır. Dönem insan biçimli tanrılar dönemi olduğundan kastedilen bir insandır. Ona ‘Hermes’ adını Yunanlı yazarlar vermiştir. İskenderiyeli Clément ve Asklepios’un eserlerinde ondan ‘Hermes Trimegistes’ (üç kez bilge) diye söz edilir. Hermes Eski Yunan’da tanrılaştırılır. Latinler de ondan ‘Merkür Trimegistes’ olarak söz etmişlerdir. Yahudiler de kendisini Hanok olarak tanımaktadırlar. Araplar, ‘Hermes-i Heramise’ diye ondan alıntılar yapmışlardır. Kuran’a göre o, Âdem ve oğlu Şit’ten sonra gelen üçüncü peygamber İdris’tir.

Peygamber söylemleri onu şöyle anlatıyor: “Hazreti Şit’ten sonra peygamberlik İdris aleyhisselama geldi. Ve ona dahi otuz sahife nazil oldu. Kalemle yazı yazan ve elbise diken ilk insan odur. Ondan önce insanlar, hayvan derisi giyerlerdi. İdris aleyhisselama göklerin esrarı açılmıştı. Sonunda tanrı, onu diriyken göğe kaldırdı. Hazreti İdris göğe çekildikten sonra insanlar doğru yoldan ayrıldılar, putlara tapar oldular. Tanrı, onlara Nuh aleyhisselamı gönderdi.” Zaten ‘İdris’ sözcüğünün anlamı da terzi demektir. (Kürtçe’de de ‘ê dirise’ ‘ören, terzi’ anlamındadır.) Ancak burada bahsedilen terzilik sadece dışsal anlamda taşınan anlam değildir, daha çok elbise örer gibi hakikatle insan örme durumudur, yani içsel bir durumdur kastedilen. Kendini ve çevresini yapan anlamındadır. Aynı zamanda Anadolu Türkçesinde kullanılan ermiş sözcüğünün de ‘tanrıya kavuşan’ anlamında Hermes’ten geldiği değerlendirilmektedir.

Hermes’ten bu kadar bahsedilmesinin nedeni, hiç kuşkusuz felsefesinin derinliğidir. Bu felsefenin belki de en özlü ve anahtar cümlesi şudur: “İnsanlar ölümlü tanrılar, tanrılar ölümsüz insanlardır.” Bu ifade yer yer Sühreverdi’ye de mal edilir.Terzi Hermes’te ve onun şahsında Mısır düşününde de evrensel oluşum şu şekildedir: Hem Sümer dünyasında hem de Zerdüştlükte olduğu gibi, kozmik bir boşluktan bahsedilir ilkin. Kocaman boşluğun en altında ölümlülük yeri olarak dünya bulunurken, en üstünde de ölümsüzlük yeri olarak Zuhal Yıldızı vardır. Zuhal Yıldızı, evrensel aklın bütün esrarını taşımaktadır, yedinci ve son kattır, ölümsüzlüğe erişilen yerdir. Zuhal, parlak bir ‘ışık’ içindedir. Özü ışık olan ruhlar, oradan koparak dünyaya doğru düşer. (Bu bakış, hem Platon’daki ‘idealar evreni’ ile ‘nesneler evreni’ ayrımına hem de tek tanrılı dinlerdeki ahiret ile sınav dünyası ayrımına olduğu gibi yansımıştır.) Bu düşüş bir sınavdır. Düşüş, dünyaya inildikçe büyük ışıktan, yavaş yavaş koyulaşan karanlığa doğrudur. Işık ruh, karanlık maddedir. Ruh, kısa bir sınama için yeryüzüne inip maddeyle birleşecek ama maddeye boyun eğmeyecektir. Ruhun maddeye boyun eğmesi ona yenilmesi demektir. Bu da sonsuz olarak yok olması demektir. İnsan ruhu, tümel ruhun (tanrının) çocuğudur. Sınavı kazanamazsa, o ruhta bulunan tümel ışık (tanrısal nur) sönecek, ışık yalnız başına çıktığı yere dönerek ruhu karanlıkta bırakacaktır. Ruh da ışıksız kalınca karanlığın içinde eriyip tükenecektir. İşte kozmik boşluk, inen çıkan ve arada eriyip tükenen sayısız ruhların kasırgasıyla kavrulmaktadır. Sınavı kazanan ruhlar, yedi kat göğe başarıyla yükselip geldikleri yere döner ve böylece de ölümsüzlüğe kavuşurlar. Salt gerçeği (mutlak hakikat) öğrenirler, kök ve kaynak ile birleşirler, ‘bir’ olurlar.Madde ile olan mücadelesinde ona boyun eğmeyen ve hakikat arayışına çıkmayı başaran ruh, yeryüzündeki kısa sınavını verdikten sonra, ilk basamak olarak Ay’a yükselir. Ay düşünce dehasıdır. Elinde gümüş bir orak tutar. Doğumları ve ölümleri düzenler. Ruhları cesetlerden kurtararak büyük ışığa doğru çeker (cezb eder).

Göğün ikinci katını yöneten Utarit Yıldızı’dır. Utarit, soyluluk dehasıdır. Sınavını başarıyla vermiş ve birinci katta cesetlerinden ayrılmış ruhlara çıkacakları yolu gösterir. Bu kata çıkan ruhlar, soyluluklarını (asaletlerini) kanıtlamış ruhlardır.

Üçüncü katı Zühre Yıldızı yönetmektedir. Zühre, aşk dehasıdır. Elinde aşk aynasını tutar, birbirlerini unutan ruhlar aşk aynasında birbirlerini bulurlar.

Dördüncü kat gök, güneşin egemenliği altındadır. Güneş, güzellik dehasıdır. Başarı ışıkları saçmaktadır, pırıl pırıldır. Başarılı ruhlar, ölümsüzlüğe yükselebilmek için böyle bir ‘tüm güzellik’ten geçerler. Güneş, onları tatlı ışıklarıyla okşayarak ölümsüzlüğe hazırlar.

Beşinci katı Merih Yıldızı yönetir. Merih, tüzenin (adaletin) dehasıdır, elinde tüzenin keskin kılıcını tutmaktadır.

Altıncı katı yöneten Müşteri Yıldızı’dır. Müşteri, bilimin dehasıdır, elinde büyük gücün asasını tutmaktadır.Yedinci ve son katsa, ölümsüzlüğe kavuşulan büyük aydınlık, tümel aklın tüm sırrını saklayan Zuhal Yıldızı’nın katıdır.

 Ruhları ölümsüzlüğe götüren; dünyadaki sınavda madde ile olan mücadelede gösterilen irade ile ve acı çekerek elde edilen aydınlık bilinçtir. Bu bilince (şuura) kavuşabilmek için yükselmeyi istemek yeter. Yükselen ruh, aydınlık bilincine dayanarak, tüm güzellik, tüm güç, tüm akıl olacaktır. Bu ise ölümsüzlüktür.

 Hermes’in öğrencilerinden Asklepios, onun şu sözlerini de açıklamaktadır: “İnsanlar, ölümlü tanrılardır, tanrılar da ölümsüz insanlar… Eşyanın dışı içi gibidir. İçle dış arasında hiçbir ayrılık yoktur. Küçük büyük gibidir. Küçükle büyük, arasında hiçbir ayrılık yoktur. Evrende hiçbir şey ne iç ne dış ne küçük ne büyüktür. Bir tek yasa ve o yasanın gördüğü bir tek iş vardır. Bu sözlerin anlamını anlayan gerçeği görür. Kimi insanlar, bu anlayışları, olağanüstü çabaları ve yetkinlikleriyle öteki insanların görmediklerini görebilirler. Oysa nedenler nedeni daima gizlidir. Çünkü sonsuzluk, pek kısa bir son olan zaman ve gene pek kısa bir son olan mekân içinde  anlaşılamaz ve anlatılamaz. Bizler ancak öldükten sonra onu anlayabilir ve anlatabiliriz. Çünkü yaşarken zaman ve mekânla sınırlıyız. Sınırsızlık, sınırlılık içinde kavranamaz.”

Hakikate varmanın yolu

Hermes’in ancak kaynağa ulaşmakla sırrına erişilebilecek olan hakikatle bir olmak öyle kolay değildir ve çok büyük sınavların ardından gerçekleşir. Bu sır da kimseye verilemez, ancak kişi kendisi bu sınavdan geçerek ona erebilir.İstekliyi önce İsis tapınağına götürürler. Tapınak yeraltı mezarlarına giden deliklerle doludur. Tapınağın kapısında İsis heykeli vardır. İsis oturmuştur, dizlerinde kapalı bir kitap vardır, yüzü örtülüdür. Heykelin altında şu söz yazılıdır: “Yüzümdeki örtüyü hiçbir ölümlü kaldıramadı.”

 Ölümlüler o örtüyü kaldıramıyorsa o halde bu yolda yürüyebilmek için ölümsüzlüğe hazır olmak gerekir. Buysa, uzun yıllar isteyen, katlanılması pek zor bir çabadır. Arayışçı buna katlanmayı göze alırsa, tapınak hizmetçilerinin yanında kalmak, ortalığı süpürmek, bulaşık yıkamak, ayakyollarını temizlemek zorundadır. Bütün bu işleri yaparken tek söz  söylemek, konuşmak yasaktır. Bu sınavdan geçen arayışçı, isteğinde hala direniyorsa, küçük bir deliğin içinden karanlık bir labirente bırakılır ve kapı üstüne kapatılır. Arayışçı, dizleri ve dirsekleri üstünde sürüne sürüne, çamurlu ve yılanlı dehlizlerde uzun uzun dolaşacaktır. Ara sıra küçücük odalara yolu düşerek ayağa kalkabilecek, bu küçük odalarda, çeşitli iskeletlere, hayvanlara ve yılanlara rastlayacaktır. Sonra, gene küçük deliklerden karanlık yollara girerek sürüne sürüne ilerleyecektir. Bu küçük odalarda kimi zaman sessiz bir rahibe rastlayacak, rahip ona, geriye dönmek isteyip istemediğini soracaktır. Sırrı öğrenmek için direniyorsa, gene kaderiyle baş başa kalarak, karanlık yollarda sürünmeye devam edecektir. Derinlerden kulağına şöyle seslenen çığlıklar gelecektir: “Bilim ve güç isteyen deliler, burada gebermişlerdir…” Artık geriye dönülemez yollara girmiş bulunmaktadır, kimse karşısına çıkıp geriye dönmek isteyip istemediğini sormayacaktır. Buradan kurtulmak için ölmekten başka bir şey yapılamaz. Soğuk, karanlık, yılanlar, akrepler, korkunç çığlıklar, açlık, susuzluk; sürünmekten paralanmış dizler, kanayan avuçlar… Arayışçı çok dik bir yokuştan aşağıya doğru sürüklenmekte olduğunu hissetmektedir. Güçlükle sürüklendiği bu yolun sonunda da korkunç bir uçurumla karşılaşacaktır. Tutunabilir de düşmekten kurtulursa, çıldırması işten bile değildir. Çıldırmayacak kadar güçlüyse çevresine bakınabilir ve süründüğü dehlizin sol ucunda küçük bir kurtuluş kapısı bulunduğunu görebilir. Uçuruma yuvarlanmadan o kurtuluş kapısına sıçrayabilirse, uzun bir merdiveni tırmanarak masallardaki gibi renk renk döşenmiş bir odaya varacaktır. Odanın duvarlarında yirmi iki sırrı belirten nakış semboller, harfler ve sayılar vardır. Burası Osiris’in ışıklı tapınağıdır. Burada insan, gerçeği belirtmek ve tüzeyi gerçekleştirmek için tanrısal güçle birleşir.

Arayışçının çilesi henüz başlamıştır ve daha pek uzun yıllar sürecektir. Geçireceği sayısız sınavlar arasında ateş sınavı, su sınavı, şehvet sınavı vardır. Bunların her biri, daha önce geçilen sınavlardan daha ürkütücü ve yorucudur. Ateş sınavı cehennem ateşi gibi yanan kızgın bir fırından cesaretle geçmeyi gerektirmektedir. Gerçekte bu fırın, arayışçının cesaretini denemek için hazırlanmış yapma bir fırındır. Şehvet sınavı kimileri için belki de çok daha güç bir sınavdır. İstekli, günlerce aç ve susuz karanlık dehlizlerde dolaştıktan sonra çeşitli renklerle döşenmiş bir yatak odasına varacak, orada bir şehvet müziği dinleyerek kendisine içki ve yiyecek sunan çıplak, genç-güzel bir insanla karşılaşacaktır. Genç-güzel insan ona bugüne kadar çektiklerinin karşılığı olarak, kendisini ve elindekileri sunacaktır. Eğer bu gence kanar da açlığın, susuzluğun ve şehvetin gücüne boyun eğerse, o güne kadar çektiği bütün çileler boşuna harcanmış olacaktır. O zaman, artık, ömrü boyunca tapınakta tutsak olarak hizmetçilik etmek zorundadır. Yok eğer kaçmaya kalkışırsa hemen öldürülecektir. (Burada şehvet sınavından geçenin dolayısıyla arayışçının sadece erkek olması dikkat çekicidir, zira kendisiyle birlikte içecek ve yiyecek sunan kadındır. Kadınlar şehvet sınavına tabii tutulmamışlardır. Bu da hakikat arayışçıları olarak daha çok erkeklerin tasavvur edildiklerini gösterir.)

Arayışçı bu sınavların her birinin sonunda, tek başına taş bir odaya kapatılarak, aylarca kendi kendine düşünmeye bırakılmaktadır. Böylelikle hamur gibi yoğrulan insan yapısı gittikçe tanrısal bir yapıya yaklaşmaktadır.Son sınav mezar sınavıdır. Arayışçı diri diri ve özel bir törenle bir mezara gömülür. Mezarda tam bir letarjiye (yaşama işlevlerinin çok zayıfladığı, çok derin ve sürekli patolojik uyku durumu) düşerek kendi ruhuyla karşılaşır. Uzun yıllar sonunda elde ettiği bu sonuç, onu büyük sırra gereği gibi hazırlamıştır. Mezardan çıktıktan sonra kendine gelince, büyük rahiple birlikte Mısır’ın sıcak, sessiz ve derin bir gecesinde, tapınağın rasathanesine çıkacak ve orada yedi kat göğün yedi yıldızını seyrederek büyük rahibin ağzından Hermes’in sırrını öğrenecektir. Her ne kadar büyük sırrın ne olduğu saklansa da Hermes’in genel felsefesine bakıldığında bu sırrın ‘insan ölümlü tanrı, tanrı ölümsüz insandır.’ olduğu tahmin edilebilir.

Arayışçının geçirdiği sınav, tek ruhtan kopan sayısız ruhların yeryüzünde geçirmekte oldukları sınavın küçük bir örneğidir. Hermes’e göre, “insanca ölümlü olmak da tanrıca ölümsüz olmak da elimizdedir… Ancak her akıl bu gerçeği kavrayamaz… Büyük sırrı gönlümüzde saklayarak eylemlerimizle söyleyelim. Bilim gücümüz, inanç kılıcımız, sükût kalkanımız olsun. Ufaklıklar ki büyük çoğunluktur, ya aptal ya da kötüdürler. Aptalsalar, bugerçek karşısında akıllarını büsbütün yitirirler. Kötüyseler, bu gerçeği kötüye kullanarak büsbütün kötülük ederler. Gerçeği gizlemekten başka çıkar bir yol yoktur. Bilmek, bulmak, susmak gerek.”

Kaynak: Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here