Kendi uygarlığının çocuğu olmak

0
536

Doğuşu, anayı, ana-babayı, ana-evlat ilişkisini, bu kavramlarla bağlantılı pek çok kavram ve olguyu derin bir ideolojik-felsefik perspektifle okuyan Rêber Öcalan’ın doğuşunu değerlendirmek epey cesaret istiyor. Kendisi 4 Nisan kutlamaları için sürekli günün sembolik anlamını hatırlattı. Doğuşunun fiziksel yönünden çok sosyolojik anlamına dikkat çekti. Çünkü O’nun felsefesinde, hiçbir birey, hiçbir olgu toplumsallıktan soyut ele alınamaz. 4 Nisan’ın kitlesel kutlanması bunun bariz ifadesi. Kendi doğumunu 3 ayrı aşamada ele alışı yine aynı gerçeklikle bağlantılı: ‘‘Beğenmediğim anamın doğuruşuyla, ciddiyetine hiç inanmadığım modernitenin doğurma çabalarına karşı, tüm öldürmelerden sonra kendi kendimi üçüncü kez doğuruşumu çok ciddiye alıyor ve hoşlanıyordum.’’ Daha çocukken Üveyş Ana’yı “Beni doğurmakla ne kadar acıya yol açtığını biliyor musun?” diye sorgulayan Rêber Öcalan özgürlük mücadelesinde de bu sorgulayıcılığı esas aldı.

Kendi uygarlığının çocuğu olmak

Kendi doğuşunu bu denli sorgulaması, varoluşun her formunu kuşkucu-özgürlükçü ele almasıyla ilgili. Kürtlük adına yaşayan varoluşu, ana-babaların doğurup yetiştirdiği fiziksel varlıklar olarak çözümlediği kadar, kapitalist modernite çağının doğurduğu zihinsel varlıklar olarak da analiz etti. Sadece Kürtleri de değil: ‘‘Çok az istisna dışında, en büyük devrimciler dahil insanlar genellikle kendi dönemlerindeki uygarlıkların çocuklarıdır. Gerçek ana-babaları, içinde yaşadıkları çağdır.’’ Rêber Apo’ya göre bir ana-babadan dünyaya gelmek fiziksel bir doğuştur. Asıl olan sosyolojik doğuştur. O analık-babalık olgusunun psikolojik-duygu yanlarını göz ardı etmeden, bu olguyu önemli oranda sosyolojik kavram-olgu ve algılar olarak ele almaktadır. İnsanlığın uzun tarihsel macerası bunu doğrulamaktadır. Birçok toplum geçmişinde tanrılarını kızdırmamak, hoşnut etmek adına çocuklarını kurban etmeyi uzun süre bir gelenek halinde sürdürmüştür. Bugün de toplumlar onurları, toprakları ve birçok toplumsal değerleri için gençlerini savaşa göndermeye devam ediyor. Yani tüm toplumsal değerlerden soyutlanmış, salt biyolojik bir ana-babalıktan çok sosyolojik yön hala ağır basmaktadır. Bu anlamda, 4 Nisan halklar ve kadınlar için toplumsal-bireysel kimliklerini, varoluşlarını özgürlükçü temelde yeniden ele alıp anlamlandırma günüdür. Kendi öz güçleriyle yeni doğuşlar gerçekleştirmenin inanç, umut ve kararlılığını yenileme günüdür.

Ana olgusu değerler toplamıdır

Rêber Apo, ana olgusunu, toplumsallığın sembolü, değerler toplamı olarak tanımlar. Bu düşüncesini, ‘‘Toplum ağırlıklı olarak ana-kadın kimliğini taşır’’ diyerek ifade eder. Onun felsefesinde ‘‘Ana şefkati olarak anlaşılması gereken doğa’’ anadır. ‘‘15 bin yıl analık yap, insanlık için gerekli olan her şeyi yarat, sonra en çaresiz bir kul durumuna düş!’’ dediği Ortadoğu anadır. Onun tarih bilincinde Kürdistan, ‘‘Uygarlığı doğuran”dır.

Özgürlük felsefesinde kadını ‘‘O, bereketli toprakların benzeri olan, doğuran ana tanrıçadır. O bir anlamda yaşamın yaratıcı gücüdür, doğa, toprak anadır. ’’ diye tanımlar. Rêber Apo demokratik uygarlığı da ana olarak görür. ‘‘Ana çocuğa değil, çocuk anaya nasıl benzemek durumundaysa, bir nevi kendilerinden doğdukları ana uygarlığı da çocuk uygarlıklar kendilerine benzetemezler… Ana merkezin yaşadıklarını evlatlarının yaşamaması düşünülemez.’’ Nereden bakarsak bakalım Rêber Apo, anayı imgelerinde, literatüründe, yaşam-özgürlük felsefesinde, arayışında tüm toplumsal değerlerin etrafında yaratıldığı, örgütlendiği bir eksen olarak ele almış, hissetmiş, yaşamış ve anlam biçmiştir. Bunun için, Rêber Apo’nun ana, ana-oğul/ana-kız ilişki diyalektiği ve bu kapsamda Üveyş Anayı ele alışı kapsamlı bir analiz konusudur.

Kadın organik toplumun sözcüsüdür

‘‘İlk güçlü otoritenin kadın üzerinde kurulması rastlantı değildir. Kadın organik toplumun gücü ve sözcüsüdür. O aşılmadan ataerkillik zafer kazanamaz. Daha ötesine devlet kurumuna geçilemez. Ana-kadın gücünün aşılması stratejik bir anlama sahiptir.’’ Rêber Apo’nun yaşadıkça daha çok derinleştiği ve sürekli kadınlarla, toplumla paylaştığı temel hakikatlerden biri de budur. Bu nedenle ana, onun gözünde aynı zamanda haksızlıkların, sömürgeleştirilmenin, katledilişlerin ve tüm kötülüklerin ilk kurbanıydı. Evlatlarının katledilişi onun katledilişiyle başlamıştı. Ona yaşatılanlar ne kadar anlamlandırılır ve sağlam çözümlenirse toplumsal öykümüz de o denli netleşecekti. Bu nedenle Rêber Apo’nun ana-kadını okuma, tahlil etme ve onda biriken değerleri canlandırıp, güncelleyip toplumsallaştırma farkındalığı, bilinci ve mücadelesi çok güçlüdür. Anaların ve oğullarının-kızlarının O’nun etrafında bunca kilitlenmesinin temel bir sebebi de budur. Analık hakkı kadar özgür oğul ve kızların diyalektiğini geliştirmek, doğal toplumu yaratmış olan ilk toplumsal çekirdeği Ortadoğu ve Kürdistan topraklarına ekip yeniden yeşertmek onun en güzel hayallerinden biridir. Bu hayalin gerçek olması için amansız savaşıyor, bunu herkese anlatmak için sınırsız emek harcıyor.  Bunun için komplolara, ihanetlere uğradı. O, Ortadoğu ve Kürdistan anasını kurtarmadan hiçbir ananın, oğulun-kızın özgür olamayacağının bilgeliğine sahip. Ana tanrıçanın katledilişiyle bu toprakların zalim babaların ve hain-nankör oğulların, köleleştirilmiş kızların elinde inlediğini bildiği için ana eksenli bakmaktan, düşünmekten ve çalışmaktan asla vazgeçmedi.

Rêber Öcalan’ın dili, anayı, ana etrafında gelişen toplumsallığı en büyük değer olarak gören derin bir zihniyetin dilidir. O’nun yaşam felsefesinde, Üveyş Ana’yı ele alışla, anavatanı, toplumsallığı, halkı, kadını-aşkı, dostluğu-yoldaşlığı ele alış arasında müthiş paralellikler vardır. Üveyş Ana ile ilişkisi ne ise tüm bu değerlerle ilişkisi öyledir. Hepsinin realitesiyle ilkesel düzeyde kavga verir. Anada, kadında-aşkta, anavatanda, toplumsallıkta, dostlukta red ettiği özelliklerle yaşamaz. Hepsinin kaybettiği özü aramaya, yaratmaya ve alternatif arkadaşlıklarla, toplumsallıklarla yeniden yaratmaya ömrünü adar. Anayı ana olmaktan çıkaran özelliklere, evlatlarının anaya, anavatana, dostluğa ve aşka yabancılaşmalarına karşı duyarlıydı ve bununla amansız bir mücadele yürüttü.

Ana-evlat ilişkisi uygarlığı yaratan temel mayadır

Ana-oğul/ana-kız ilişkisi uygarlığı yaratan temel mayalardandır. Mitolojilerde çokça geçmesi bundandır. Ninhursak-Enlil, Tiamat-Marduk, Thetis-Aşil, Demeter-Persephone, Oedipus-Lokaste… Bu ana-evlat ikililerinin hepsi toplumsal tarihin belli süreçlerine, sorunlarına, krizlerine, çözümlerine tekabül eder. Toplumsal yaşamların zihinsel-kültürel değerlerine etkide bulunmuş pek çok ana-oğul, ana-kız öyküsü vardır. Ana-çocuk ilişkisinin toplumsal doğaya en fazla etki ettiği süreç insanlık tarihinin en uzun dönemi olan doğal toplum sürecidir. Bu süreçte tüm çocuklar tüm analarındı, tüm analar tüm çocuklarındı. Bu komünal yaşam karakterinin yıkılmasından binlerce yıl sonra bile ana-çocuk ilişkisi en sağlam bağlardan biri olarak yaşamaya devam ediyor. Ananın karakteri, özellikle 7 yaşına kadar çocuğun karakterinin ana eksenini yaratır. Bundan sonra çocuk ne yaşarsa yaşasın bu ana eksen ölümüne kadar onda sürer. Biyolojik olarak da genetik özelliklerin çok önemli bir kısmını çocuk anadan alır. Ana karnında yaşadığı 9 aylık süreç, anadan süt emdiği zaman dilimi ana-çocuk arasında doğada-toplumda başka hiçbir iki canlı arasında yaşanamayan, şekillenemeyen bir bağ oluşturur. Bunun inkâr edilmesi ya da dumura uğratılma çabaları çocuk-ana ilişkisine ağır darbeler indirebilir, onları birbirine yabancılaştırıp fiziksel olarak koparabilir. Ancak bir birey nasıl toplumsuz yaşayamazsa ruhunun derinliklerinde, duygu-his dünyasında anasız da yaşayamaz. Çünkü ana, analık, ana-çocuk ilişkisi toplumsallığı yaratan kök hücredir, eşiktir, belkemiğidir. Tüm toplumsal yaralanmalar bu kök hücreyle tedavi edilebilir, iyileşebilir.

Binlerce yıllık kalıntıların altında direnen analık

Tanrıça-kızı, erkin erkek egemen zihniyet ve kültüre geçmesiyle baba-oğul oldu. Mitolojiden, dine, felsefeden bilime kadar yerleşti. Önderliğin doğduğu coğrafya ve zaman diliminde bu figür toplumsal zihniyete çok köklü yerleşmişti. Önderliğin ‘‘bir temiz su birikintisi buldum, orada ruhumu büyüttüm’’ dediği ve onun şansı olan bu figüre aykırı bir ana-baba gerçeğini yaşayan bir ailede doğmuş olmasıdır. Üveyş Ana 20. Yüzyılda çok zayıflamış da olsa hala direnerek yaşayan tanrıça damarlarına sahipti. Kocasını kutsayıp başına koymaya, ona teslim olmaya niyeti yoktu. Annesi Havva ile Üveyş ailede etkili, güçlü kadınlardı. Kendilerini erkekten zayıf görmüyorlardı. ‘‘Arifane’’ydi, güçlü analık duygularıyla oğlunu gözlemliyor, tanıyor ve onun başına gelebilecek trajedileri öngörüyordu. İçgüdüsel analık refleksleriyle onu korumak istiyordu. Ama ana tanrıçanın hüküm sürdüğü anacıl toplum düzeni yıkılalı binlerce yıl olmuştu. Tanrıçaların ana yurdu Ortadoğu’daki her ana gibi Üveyş Ana da binlerce yıllık kalıntıların altında direniyordu. Oğluna inandığı toplumsallık değerlerini vermeye çalışıyordu. Ancak Rêber Apo’nun deyimiyle ‘‘…isteseydi de anamın bana vereceği bir toplumu yoktu. Çoktan dağıtılmıştı. Onun yapmak istediği bir yaşam tutamağıydı. Kendisi elde edemeyip bana vermek istiyordu… Anam aslında bana bir toplumsal yaşam kuralını belletmek istemişti. Ama yaşanan gerçekliği doğru ifade etme gücünde olmadığı için yanlış hedef, zamanlama ve uygulama peşindeydi.”

Üveyş Ana’nın çocuk Apo ile kavgası

Rêber Apo çocukluk dünyasına has özgür düşünüyordu, seziyordu. Kendi toplumsallığını, arkadaşlıklarını kurma hayali vardı. Üveyş Ana’nın, özünde beş bin yıllık toplumsal kalıpların yasaları cıva çocuk Apo’ya göre değildi. Çocuk ruhunun bağımsızlığında ısrar etti, kendi yolunu yaratmayı, bu yolu arkadaşlarıyla yürümeyi koymuştu kafasına. Ama analar çocuklarını iyi tanırlar. Onların ruhlarını okuduklarından yürekleri hep ağızlarındadır. Üveyş Ana’nın oğlu ile kavgası belki de bundandı. Kötülüklerden korumak amaçlıydı belki de. Tüm analar binbir emekle büyüttükleri çocuklarını dizlerinin dibinde tutmak ister. Ama anacıl toplum yerle bir edildikten sonra dünyanın yasaları çok değişmiştir. Çocuklar babanındır, aşiretindir, devletindir. Beyinleri körpecikken devlet için çalışsın diye okullarındır, kurban edilsin diye devletin ‘yüce’ amaçları uğruna ordunundur, zalim kışlanındır. Bir tek ananın değildir! Çünkü ana-kadın etrafındaki toplumsal örgü yıkılmış, yakılmıştır. Kalıntılarına bile tahammül edilmediği için izlerinin görüldüğü her anda amansız bir saldırı ile yok edilendir.

Üveyş Ana’nın öfkesi, isyanı ve yöntemsizliği, tüm kavgacılığı özünde anacıl toplumsallığın dağıtılmasınadır. Üveyş Ana’nın savunduğu değerlerin örgütlü bir toplumsallığı olsaydı güçlü olabilirdi. Çocuk Apo’yu etkileyebilir, çekici olabilirdi. Ancak bu haliyle Rêber Apo’nun çocuk dünyasına hitap etmiyor, ona sıcak gelmiyordu. Onu isyana, kaçışa ve öfkeye teşvik ediyordu. Okula başladıktan sonra karşısına çıkan dünya Türkçe dili etrafında gücünü, örgütlülüğünü hissettiriyordu. Evde konuşulan Kürtçenin yazısı yoktu, kitabı yoktu, okulu yoktu. O yüzden bu güçsüzlük çocuk dünyasına çekici gelmedi. Asimilasyonun, kapitalist modernitenin örgütlü gücü olan okulla karşılaşması ana-baba, aile, Kürtlük olgusunun güçsüzlüğünü ‘hor görmesi’’ne yol açıyordu. Ama okuldaki örgütlü güç, onun özüne yabancıydı. Rêber Apo bu güçlü ama soğuk örgütlülüğe ısınamadı.

“O benim için bir taneydi” 

Kendisinin olmak istiyordu! Kendi yolunu bulmak, beğenmediği bu toplumsallıklara alternatif, çekici, sıcak, özgür ortamlarda yaşamak istiyordu. Ama böyle ortamlar anacıl toplum şahsında yıkılalı binlerce yıl olmuş, külleri bile buz tutmuştu. Ama Rêber Apo’nun cıva karakteri, isyancı-özgürlükçü ruhu bu hakikati dinlemiyordu. O Anka Kuşu misali defalarca yanacak, kendi küllerinden kendisini yeniden yaratacak, ama özgürlüğü olmayanlara teslim olmayacaktı. İçinde doğduğu toplumsallığın katledilen, yabancılaştırılan, asimile eden gerçeğini görüyordu fakat ona teslim olup onunla yaşamak istemiyordu. Üveyş Ana ile tüm kavgasına rağmen onun ana olarak yaşamındaki anlamının farkındaydı. O, özgür sularda kulaç atacağı zamana kadar kendisini büyütüyordu. Üveyş Ana da kolay pes etmiyordu, O da kavgacıydı. Israrcıydı, isyancıydı. Yüreği, çocuğu için yanan bir anaydı. Bu yüzden onu uyarandı: “Böyle çalışmana kimse katılmayacak, herkes senden yararlanacak ve sen yalnız kalacaksın” derken tüm eksikliklerine rağmen neolitikten kalan ana-kadın bilgeliği, analık içgüdüsü ve önsezisiyle konuşuyordu. Yıllar sonra “O benim için bir taneydi, yeri ve kendisi bambaşkaydı” ifadeleri, Üvey Ana’nın çocuk Apo’da farklı bir güç gördüğünün sezgileriydi.

Hayırlı oğullar-kızlar yetiştiren analara armağan

Üveyş Ana, egemen erkek aklın inşa ettiği ana realitesinin bazı özelliklerini taşıyordu.   Ancak bu O’nun çocuk Apo’nun ruhuna özgürlük mayası çalmasına engel olamadı. Neolitiğin ana-tanrıça damarlarıyla etkileyiciydi. Ekmeğin anlamını, çaresiz-güçsüz olanın sevilmeyeceğini, arkadaşlarını sağlam seçmesi gerektiğini, realitenin istediği koca-oğul-kardeş olamayacağını Rêber Apo’nun çocuk ruhuna-aklına hissettirdi. Ortadoğulu, Kürdistanî ana-kadın hakikatinde biriken pozitif-yapıcı değerlerin Üveyş anadaki etkileri, çocuk Apo’nun ruhunu önemli oranda şekillendirdi. Bundandır O asla ruhunu satmadı! Erkek egemen uygarlığa sürekli mesafe koydu, kuşku-korku duydu, tedbirler geliştirdi. İnşa edilen erkek egemen uygarlığın vahşetinin yaratılma öyküsünü anlamlandırdıkça Rêber Apo, Üveyş Ana’daki bu etkilere daha çok anlam verecek ve onunla savaştığı yönler kadar ondan etkilendiği yönlerin de hakkını teslim edecekti. Kutsal ananın iyi bir evladı olacaktı. Ananın başına getirilenlerden intikamını kadın özgürlük ideolojisi-teorisi, örgütlülüğü ve mücadelesini geliştirerek alacaktı. ‘‘Değeri hiç ölçüme girmeyen emekçiyi doğuran ve büyüten ananın, ailenin emeği nasıl ölçülecek?’’ sorusuyla verili değer teorilerini sorgulayıp analara ana-emek değer teorisini armağan edecekti. Toplumsal Sözleşme ve Jineoloji Rêber Apo’nun Üveyş Ana şahsında tüm analara, hayırlı oğullar-kızlar yetiştirdikleri için minnetidir, armağanıdır.

Anaya ihanetin intikamını almak

Rêber Öcalan, başından beri ana-oğul ilişkisinin klasik formlarına gelmedi. Sezgileri, hisleri, duyguları Üveyş Ana’nın dayattıklarına karşı çıkarıp isyan ettiriyordu. Ancak Üveyş Ana’yla ilişkisine yaşamının değişik aşamalarında sürekli dönüp bakmış, farklı boyutlarını keşfettikçe yeniden analiz etmiş, gerektiğinde özeleştiri yapmıştır: ‘‘ …Modernitenin inşa ettiği yapay ana olgusu ondaki kutsallığı görmemi engellemişti. Herkesin yaşadığı ana-baba ilişkilerine, moderniteyi tüm zihin kalıplarında yıktıktan sonra bakmalarını tavsiye ederim. Aynı bakış açılarını neolitikten kalma ‘köyün tüm ilişkilerine’ de yansıtmalarını isterim.’’ Bu öneri, ana tanrıça kültüründen kalma Üveyş Ana’yla eksik kalan paylaşımlara özlemdir. Rêber Öcalan’da tüm ilişkiler için geçerli bir kural ana ilişkisinde de işliyor. O’nun bir ilişkiye verdiği anlam, kendi anlam gücü çoğaldıkça, değişip farklılaştıkça hep zenginleşir, yeni boyutlar kazanır. Üveyş Ana ile de böyledir. Onunla ilişkisinin, O yaşarken, vefatından sonra, İmralı öncesi ve sonrası hep yeni boyutlarını keşfetti. Rêber Apo, Üveyş Ana’yı analiz ederken, ana kavramının gücünün ‘‘toplumsal varlığın temelini oluşturması’’na dayandığının farkındaydı. Onca çözümlemesi bu sezgiyle ve bilinçle bağlantılıdır. Üveyş Ana’yı,  anaları salt bir biyolojik doğurucu olarak ele almadı. O, ana-kadının, ‘‘En büyük kültür devrimini yarattıktan sonra en çok çiğnenen varlık’’ olma tarihini bilince çıkarmıştı. Tüm kavgası, mücadelesi bu ihanetin, bu nankörlüğün intikamını almak içindir. Ana-kadın varlığını çiğneyen güçlerle ve bu çiğnenme tarihini bilince çıkaramayan analarla, oğulları ve kızlarıyla amansız bir mücadele yürüttü bu yüzden.

Özgür doğuşun temsili

Rêber Apo bu mücadeleyi ve sonucunu çarpıcı ifade ediyor: “Öfkeden başka bir özelliği yok dediğim anamın aklını kabul etmeliydim. Körleştiren tarih yüzünden birbirimize yabancılaşmıştık. Ama dönüp geriye baktığımda, onun ana tanrıça kültürünün soylu bir sesi olduğunu ve bu sesi bana ulaştırdığını büyük bir minnetle anacak ve kabul edecektim. İsyan ettiğim anam değil, kadını, anayı hiçleştiren erkek egemen toplumun zalim, yabancılaştıran, ikiyüzlü düzeniydi. Anamın iyi oğlu olduğumu, birbirimizle kutlamasak da, kanıtlamıştım.’’ Rêber Apo’nun tüm mücadele yaşamının hedefi Amargi kelimesinde saklıdır: ‘Anaya dönüş ve özgürlük!’ O ana diye tanımladığı tüm hakikatlere dönüşü özgürlükle özdeş gördü, öyle anladı-anlattı, öyle yaşadı. Doğa-toprak, ana-kadın, anavatan, anacıl toplum, demokratik uygarlık bunlara dönebilmek, özgürlüktü! Bu nedenle sosyolojik analizlerini, tarih bilincini sürekli bu eksenler etrafında geliştirdi. Yaşamının ilkelerini bu temel eksenlere göre şekillendi. İmralı’daki ağır işkence koşullarına direncini bu ana eksenlere dayalı özgürlük bilinciyle geliştirdi.

Rêber Apo bizlere, ana-baba ilişkilerimizi, doğuşlarımızı, ana-kadın etrafındaki toplumsallığı ve bu toplumsallığın bireyini yaratma mücadelesinin onurunu anlamada ufuk, bakış açısı ve derinlik kazandırdı. Kendi şahsında Kürt halkı ve tüm Ortadoğulu halklar için yürüttüğü mücadelenin özeti anaya, ana-kadın toplumsallığının öz değerlerine yani gerçek özgürlük değerlerine dönüş mücadelesidir. O şu anda yaşadığı ağır tecrit koşullarında bile tüm halklar için özgür doğuşu temsil ediyor. Bu yüzden 4 Nisan ana-kadın toplumsallığının değerlerine inanan herkesin doğum günü. ‘‘Bu topraklar insanlığın beşiğidir deyip ‘gerçekten insan olan oğul ve kızlarından yoksun bırakılamaz’ iddiasında bulunmak, çağın ölçülerinin çok dışında yetenek ve dayanma gücü gerektirir… Kendi çürümüşlüğümüze sevdalanmadan, ama insanlığın doğuş anası ve büyüten beşiği olduğumuzu da unutmadan, tanıyacağız. Taklit etmeden öğreneceğiz. Ama uygarlığın ana toprağında, onun renginden, kanından öz oğulları ve kızları olarak yeniden doğuş için, bu sefer ihtiyarlaşmış Avrupa’ya ebelik yaptırarak, bu kutsal yeniden doğuşu gerçekleştireceğiz.’’ Özgürlük sosyolojisiyle yaratılan bu ana-oğul/ana-kız diyalektiği Avesta-Barinler’in, İlan Kobanê’nin ve Polat Afrîn’in cesaretini, onurunu ve eylemini yarattı.

Tiamat ve Marduk’ların barışma zamanı

Bir yaşa gelince analarını ve anavatanlarını bir eş, bir maaş, bir meslek için arkasına bakmadan terk edip gitmeye hazır oğul ve kız gerçeği kırıldı. İlan Kobanê’nin ‘‘Nasıl ki anneler bizi çocukluğumuzda büyük bir emekle koruyup savunup yaşattılarsa, ben de bu eylemimle anaları korumak-yaşatmak istiyorum.’’  sözleri, ana-kadının trajik yenilgisiyle sonuçlanan Marduk-Tiamat hikâyesiyle yaratılan ana-oğul yabancılaşmasına ağır bir darbedir. Ters yüz edilen ana-oğul ilişkisinin, yeniden ana-kadın etrafında örülen toplumsallığın değerlere göre yaratılmasıdır. Ana ile oğulun doğru temelde barışmasıdır. Yani birey ve toplumun, insan ve anavatanın, Kürt ile Kürdistan’ın, Ortadoğu ile Ortadoğulu’nun binlerce yıllık yabancılaşmasının, düşmanlaşmasının aşılmasına dair güçlü bir umuttur. İmralı tecridine, ağır işkencesine son verecek olan ana damar da budur! Bu damarın gelişmesi ana kadının, ana tanrıçanın, anavatanın ve anaların gerçek oğulları ve kızları olunmasına, bunun aklını, örgütlülüğünü ve mücadelesini geliştirmeye bağlıdır. Uygarlığın birbirinden çaldığı ve birbirine düşman kıldığı Tiamat ve Marduk’ların barışma ve özgürce birbiriyle buluşma şansının yaratılmasında Rêber Apo’nun doğuş felsefesinin çok tarihsel bir rolü vardır. 4 Nisan’da sembolleşen bu doğuş tüm analara, anaların hayırlı bir evladı olan Rêber Apo’ya, emek ve sevgiyle arınan tüm oğul ve kızlarına ve halkımıza kutlu olsun!

Kaynak: Newaya jın

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here