Özgürlük, insanın olaylara karşı takındığı tavırda gizlidir. İnsanın analiz biçimi, düşünce şekli üslup ve hitabeti onun anlayışlarının yansımasını ifade eder. Bilinçaltının kendini yansıtması da yine bu tavırlarla ifadesini bulmaktadır. Düşünce kişinin ikinci adımının garantisidir. Yani düşünce olmadan
yeni bir şeyin gelişmesi imkansızdır. Ama özü ise her zaman aynıdır. Düşünce neyse kişi odur. Düşüncenin dışında hareket etmek diye bir şey yoktur. Sadece farklı motif ve yöntemler vardır. Bunda da öz aynı ama biçim değişken olabiliyor.
Düşüncenin oluşum seyri zaman ve mekan farkındalığıyla bağlıdır. Zaman ve mekan farkı, evrensel olarak oluşum denilen değişim ve gelişme demektir. Düşünce de buna göre değişir ve gelişir. Bazen geriye doğru evirilme hali de mümkün olmakla birlikte, özgünlük hali olumsuz sonuç doğurabilir. Yani evrende özgün olmayan gelişme ve değişim yoktur. Her değişim özgünlük anlamına gelir. Aynen tekrar ise sadece bir dogmatik inanç değeridir. Bunun için tüm hakikat arayışçılarında düşünce diyalektiği her zaman büyük önem taşımış ve bu diyalektiğe göre sonuç açığa çıkarmıştır. Sühre verdi düşünceyi (aklı) güneşin doğuşu ve batışından önceki kızıllığa benzetiyor. Yani akıl iyiliğe de, kötülüğe de aynı mesafede uzaklık ve yakınlık taşır. Bu da şu gerçekliği açığa çıkarıyor, düşüncenin örgütlenme biçimi ilerletilen mücadelenin genel seyrini belirler.
Düşünce gelişimi bu şekilde seyir alırken, bunun anlamlandırılması da yaşamı nihai yaşanır koşullara taşıyabilecektir. Düşüncenin anlam kazanması yaşamda karşılığını bulması anlamına gelir. Çünkü anlamsız bir yaşamın sadece ezelden ebede doğru bir yolculuk olduğu bu gün somut koşullar kapitalist modernite şahsında yorumlamış ve yansıtmıştır. Aslında yaşamı anlamdırmanın özü varoluştan, evrimden somut bir yorumla da anlaşılmasıdır. Ölüm bile yaşamın, dolayısıyla varoluşun anlaşılabilmesi için zorunlu görünmektedir. Ölüm olmasaydı yaşamın tüm renkliliklerini de keşfetmek belki de imkansız olurdu. Değişmeden sonsuza kadar yaşamak aslında yaşamamaktır. Çünkü sonsuza kadar aynı seyri izlemek ne anlam gerektirir ne de caba. Hiç fark etmenin olmadığı bir ortam, hiçbir şeyin olmadığı bir ortamdır.
Bu kadar yetkin ve anlamlı bir yaşamın farkında olan bizler, günümüz özgürlük mücadelesinin temsilyetini yaparken, acaba bu yetkin yaşama ne kadar sahibiz? Düşünce biçimimizin bu yaşama endekslenme oranı ne düzeydedir? Bu sorulara verilecek cevap bizi anti-kapitalist yaşam mücadelesine evirebilir. Bu yaşama bürünmek için öncellikle kişiliklerimizde gelişen ve pratiklerimize yansıyan kapitalist modernite hastalıklarını tanımlamak gerekir. Anlaşılmadan, anlayışlar açığa çıkmadan değişim ve gelişmeden bahsedilemez. Tedavinin öncesi(özellikle sosyolojide) her zaman tahlil olmalıdır. Tahlil edilir, teşhis konulur ve ona göre bir tedavi uygulamasına geçilir. Olayların çözüm seyri ancak bu şekilde sonuca ulaşır.
Öncelikle kapitalist moderniteyi ideolojik bir olgu olarak ele almak lazım. İdeoloji, düşünce, ölçü, yaratım ve amaçların bütününden oluşur. Modernite, yaratmak istediği kişiliğe ve ortama kendi ideolojik argümanlarını benimsetir. Moderniteyi ideolojik bir olgu olarak ele almak, aslında ona karşı ideolojik mücadele gereksinimini oluşturmak demektir. Burada şu açığa çıkıyor; neyi ret, neyi inşa edeceğimiz veya neyi doğru, neyi yanlış olarak tanımlayacağımızın farkındalığı oluşuyor. İdeolojik mücadelenin önceliği, modernitenin çarpıttığı yaşamı reddetmekle başlanabilir. Bunun yanı sıra ters ilerleyen zihniyet yapılanmasına karşı özgürlükte ısrarcı bir kişilik ister.
Özgürlük sadece arzulama veya istek ile gerçekleşmeyecek bir realite olduğuna göre bunun ancak yaratıcı, koparıcı, mücadeleci ve amaçta kilitlenen bir kişilik ile gerçekleşebilir. Mücadele eğer özgürlük endeksli ise öncelikle kapitalizm karakterde yarattığı tembel, kendine göre, emekten yoksun ve mücadelesiz kişilikten vazgeçmeye niyetlenmek gerekir. Değişimde ikna olmak demek, değişim ve yenilenmenin doğal seyir kazanması demektir. Her şeyin doğallığında güzel görünmesi yine bu gerçekliği doğrulamaktadır. Mücadeleye başlamanın esası da ikna hafızasından geçmektedir. Bir yerde mücadele olacaksa onun amaçtan ve sebepten yoksun olmaması nihai amaç olmalıdır. Yoksa göstermelik veya vicdan rahatlatma pasifizmi doğuracağı gibi kısa döneme tekabül eder ve süreklilik arz etmez.
İdeolojik mücadele düşünceyi doğru örgütlemek ve belirli bir sistematiğe kavuşturma ile daha gelişken bir şekil olabilir. Burada yine modernitenin yaratığı tahribat karşımıza çıkıyor. Sömürgecilik öyle bir parçalı karakter yaratmış ki şekli, şemalı beli olmayan bir durum açığa çıkarmıştır. Tabiri caizse ucube olarak nitelendirilebilinir. Pratik parçalı, düşünce parçalı bir karakter olunca nihayetinde yaşamda parçalı bir boyuta bürünüyor. Örneklendirirsek; insan karakteri tıpkı İngiliz anahtarı formatına dönüşmüş. Bir cıvata ile anahtar farklı farklı şekillere ve numaralara bürünebiliyor. Kendine has bir şekli yok. Birden fazla şekillere girme özelliğindedir. İşte sömürgeciliğin özelde Kürdistan’da genelde ise her alanda yarattığı tahribatla karakterleri bu biçimde istikrarsız ve parçalı bırakmıştır. Bütünlük özelliğini kaybetmiş ve yabancılaşmıştı. Olay ve olguları ele alış biçiminden tutalım, yaşamın her alanında parçalı bir bakış ile yorumlama biçimi gelişmiştir. Ayrıntılardan yüzeyselliğe doğru algı biçimi oluşmuş ve meselelerin özü de görünmez bir şekil almıştır. Ayrıca düşünce parçalı olunca onu örgütleme sorunu da açığa çıkıyor. Örgütlü düşünce hiçbir zaman yoldan çıkmaz. Örgütsüz düşünce ise hiçbir zaman düz yoldan çıkmaz. Ama gerçekte o düşüncenin gittiği bir yol yoktur yani burada yöntem sorunu açığa çıkmaktadır. Çok yöntemli olmak her zaman insanı amaçta ilerletmesi ile yöntem zenginliği arasında simbiyotik bir bağ vardır. Karşılıklı olarak birbirlerini beşlerler. Yöntem zenginliği dediğimiz gerçeklik ise, tarihsel diyalektiği doğru tanımlamak, olay olguları evrensel boyutta ele almak ve ideolojik doygunluk demektir. Bu gelişmeler olunca amaç doğru temelde ilerler. Amaç ise ideolojik mücadelenin kendisidir.
Yöntem sorunu yaşamak ise; hedefi tam anlamlandıramamakla ve yüzeysel mücadele tarzını geliştirmekle oluşur. Ayrıca dar yöntem tarzı çözüm gücü olamamayı hatta sorunlar karşısında ezilmeyi de doğurabilir. Bu yenilenme ve dönüşüm sorununda açığa çıkarıyor. Yenilenmeyen düşünce olguları ezbere ve materyalist bir formülle ele alır. Zaman ve mekana göre hareket etmez. Sonuç olarak ak- kara mantığına götürür. Yani siyahın içindeki beyazı veya beyazın içindeki siyahı görmez olur. Karşılaşılacak olağan dışı bir durum ile de şok etkisi oluşturmaya zemin doğurur. Eğer anlam verme gücü az olursa şok etkisinden kurtulmakta zor görünebilir. Hatta insandaki ütopyaları alt üst etme potansiyeline sahiptir.
Özgürlük adımlarının oturaklı olabilmesi için mücadele verilmesi gereken diğer bir konu ise “ben” olgusunun toplumsal evreye katılması ile gelişir. Özgürlük ancak toplumsal oluşumun birlikteliği ile sağlandığı bir hakikattir. “Ben” demenin kendisi anti-toplumsallığa bir hizmettir. Esas kaynağı ise kişinin kendine sevdalı ve kendini beğenme özelliklerinden gelmektedir. Kendisini beğenen kişilik tüm anlayışları ile barışıktır. Bu anlayışlar topluma aykırılık potansiyeli taşıyor ise tamamen modernitenin hizmetine giren bir kişiliği açığa çıkarır. Ben denildiği anda tıpkı bir farenin örgüyü kemirmesi misali toplumsal ahlakı kemire kemire bitirivermesi demektir.
Bunun için ‘biz’ çoğulculuğu toplumsal insanın vazgeçilmezidir. Yine kendine sevdalı insanın gelişim seyrini her zaman olumsuz etkiler. Çünkü sevdiğin bir şeyi geliştirme, değiştirme gereksinimi duymazsın. Bu durum tutuculuk ve dogmatik anlayış açığa çıkabilir. Evreni diyalektiğinde her şey, her zaman değişim içerisindedir. Değişmeyen hiçbir şey yoktur. Değişmemede ısrar etmek bu diyalektiğe ters düşmek anlamına gelir.
O da kişiyi varoluşun dışına iter. Yunan filozof Heraklitos’un; “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” belirlemesi bunu doğrulamaktadır. Önder APO’nun “mikro evren” diye tanımladığı insan, bu tutuculuğu aşıp değişimde ısrarcı olmalı ki hakikat gerçeği ile yüzleşebilirsin.
İdeolojik mücadelenin temeli olan cins mücadelesi belki de devrimci kimliğe kavuşmanın yegane yürüyüşü olabilir. Varolan toplumda özüne yabancılaşan birey her şeyi ile esir alınıp tüm yaşamsal güdüleri saptırılmış ve çarpık şekillerle ortaya sunulmuştur. Bu nedenle hakikat yürüyüşünde “ben kimim?” sorusu tüm mücadelelerin cevabı olma niteliğini taşımaktadır. Cins mücadelesi içinde kendini tanımak ve kendi özelliklerini bilmek önemli bir konu olmaktadır. İnsan kendisini tanıdığı oranda mücadeleyi geliştirebilir. Özellikle cinsini ve cinsinin özelliklerini tanımayan bir kişiliğin toplumsal ilişkilerde sağlıklı bir duruş sağlanması zor görünmektedir. Örgütlenmiş duygular, bilince kavuşmuş hisler ancak insanın mücadele çizgisini ilerletebilir. Klasik, geleneksel ilişkileri toplumsal ilişkilerin özünü temsil edemez. Yoldaşlık temelinde yürütülen cins mücadelesinde hakimiyet ve oto kontrol özellikleri ön planda olmalı çünkü bin yılların köleleştirdiği kadın ve erkekler var karşımızda. Eğer hakimiyet olmazsa yani nefs savaşı gelişmese doğru ilişkilenme tarzı bilince kavuşmayabilir. Esas özgürlüğün ve sevginin toplumsal hakikat olduğu ve varolan anlık güdüler olduğu bunun ise modernitenin yaratmak istediği kişiliğine hizmet ettiği unutulmamalıdır. Burada şunu sorgulamak önemlidir.
Biz düşman gerçekliğini hangi şekilde ele alıyoruz?
Yurtseverlik duygularımızdır bize düşman gerçekliğini hatırlatan. Eğer biz kapitalist modernitenin dayattığı ölçü ve yaşam biçimini yaşamaya devam ediyorsak bu demek oluyor ki düşman gerçekliğini hissetme sorumuz var. Ve ülke sevgisinin zayıflatıldığını göstermektedir. Bu temelde gelişecek ideolojik mücadele ancak sonuç doğurabilir.
Sonuç olarak ideolojik mücadele dava insanı ile yürütülecek bir mücadele olduğu kaçınılmaz bir durum haline gelmiştir. Kendini adama davasıdır. Önderlik “24 saat beynini, mideni bulandırırcasına nefret edecek ve kusarak ret edeceksin” diyor. Bu da mücadelenin an be an olmasının bir göstergesidir. Bunun için kendimizi yani varolanı aşmamız gerekiyor. Kendini aşma yeni bir yapıya dönüşmedir.