Selahattin ERDEM
TC devleti Kürtlere karşı söz konusu yasak silahları kullanarak bu hukuku dinlemiyor ve alenen suç işliyor. Ama buna karşı hiçbir devletten ve onları birleştiren BM’den çıt bile çıkmıyor.
Aslında başlığı “Bir Devlet Aranıyor” diye atsaydık belki daha doğru ve çarpıcı olurdu. Gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürt gerillalara yönelik kimyasal ve nükleer silah kullanmasına karşı çıkacak, bu durumu uluslararası kurumlara götürüp incelenmesini isteyecek bir devlet aranıyor. Günümüz dünyasında sayıları yüzlerle ifade edilen ve hemen hepsi de BM adlı kurumda birleşen devlet var. Sözde bu devletlerin ve onları birleştiren BM adlı kurumun hukuku var. Bu hukuka göre kimyasal ve nükleer silahları kullanmak yasak, kullananlar suç işlemiş oluyor. Fakat TC devleti Kürtlere karşı söz konusu yasak silahları kullanarak bu hukuku dinlemiyor ve alenen suç işliyor. Ama buna karşı hiçbir devletten ve onları birleştiren BM’den çıt bile çıkmıyor.
Durum gerçekten de günümüz dünyasının doğru anlaşılması açısından son derece aydınlatıcı. Kürt gerillasının basın bürosu olan HPG-BİM, TC devletinin Kürt gerillasına karşı kullandığı kimyasal ve diğer yasak silahlara ilişkin çok çeşitli belge sunuyor. Bu durumdan anlayan kurum ve kişiler, sunulan belgelerin önemli olduğunu ve mutlaka yetkin araştırma gerektiğini söylüyor. Bunun için ilgili kurumları ve devletleri göreve çağırıyor. AKP-MHP faşist diktatörlüğü ise, bu bilgileri haber yapan gazetecileri tutuklayıp hapse koyuyor, Şebnem Korur Fincancı örneğinde olduğu gibi bu gerçeği söyleyen bilim insanlarını derhal tutuklayıp hapse koyuyor, bu gerçeği söyleyen kurumları kapatıyor, kendi sınırları dışında bu gerçeği ifade eden kişi ve kurumları da tehdit ediyor. Fakat bu işle ilgili ve sorumlu kurumlar bunları yeterli görmeyip hiçbir işlem yapmıyor, “ancak bir devlet başvuru yaparsa bakarım” diyor.
İyi ama, Kürtlerin de devleti yok. Hewlêr’de oluşturulan yönetim, Kürtlerin haklarını savunmak yerine, PKK’ye karşı mücadele etmeyi kendine görev ve varlık gerekçesi yapıyor. Farklı davranırsa hemen yok edilecektir. Yine dünyadaki iki yüze yakın devletten hiçbiri bu görevi üslenip böyle bir sorumluluk altına girmek istemiyor. Çünkü bunu yaparsa BM’den atılabilir. Herkes insan haklarından, hukuktan, adaletten bol bol söz ediyor. Fakat Kürtlere karşı kimyasal ve nükleer silah kullanımına karşı hiçbir devlet sesini çıkarmıyor.
İşte Kürt soykırımı temelinde kurulan küresel kapitalist modernite sistemi bu. Adına BM denen ve esasta devletler birliği olan küresel devletçi sistemin Kürtlere yaklaşımı bu. Bu sisteme göre “Bu dünyada Kürtler yok, dolayısıyla Kürtlerin hakları diye bir şey de olamaz”. Birinci Dünya Savaşı içinde ve sonunda oluşturulan dünya devletçi sisteminin esası böyle. Dolayısıyla bu sistem içindeki tüm güçler bu durumu kabul etmek ve buna uymak zorunda. Eğer farklı davranırsa, o zaman sistemin dışına atılır. Bu nedenle, hiçbir devlet kendi başına Kürtler hakkında hiçbir şey yapamaz. Yüz yıldır Kürtlere dayatılan soykırım sistemi işte böyle yürütülüyor.
Amed-Bingöl, Ağrı ve Dersim direnişleri karşısında da bu dünya böyleydi. Şex Mahmut Berzenci ve Mahabad direnişleri karşısında da bu dünya böyleydi. Aslında Saddam Hüseyin Yönetimi 16 Mart 1988 tarihinde Halepçe’de kimyasal silah kullanırken de bu dünya böyleydi. Yaşayanlar hatırlarlar, gözler önünde Halepçe’de kimyasal katliam yapıldığında da hiç kimsenin çıtı çıkmamıştı. Ne zaman ki Saddam Hüseyin Yönetimi 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’e saldırdı ve ABD çıkarlarına zarar verdi ve bu temelde Körfez Krizi ve Savaşı gündeme geldi; işte o zaman Halepçe katliamı hatırlandı ve Saddam Hüseyin Yönetiminin kimyasal silah kullanıp insanlık suçu işlediğinden söz edildi. Ancak o da sadece Halepçe ile ve o anla sınırlı kaldı. Yani Kürtlere karşı daha önce kullanılan ve Kurdistan’ın diğer parçalarında kullanılmakta olan kimyasal silahlardan hiç söz edilmedi. Dahası Saddam Hüseyin Yönetiminin deldiği tankerden denize yayılan petrolün bir karabatak kuşuna yaptıkları Halepçe’de kimyasal silahla katledilen Kürtlerden daha çok önde tutuldu.
İşte Birinci Dünya Savaşının ortaya çıkardığı dünya devletçi sisteminin gerçeği bu. Kurdistan’dan bakıldığında bu sistem gerçeği böyle görünüyor. Bu sistemin demokrasisi, insan hakları, hukuku, adaleti, kendini yönetme ilkesi Kürtler için işlemiyor. Bu sistem Kürtleri yok sayıyor ve bu temelde Kürtleri yok eden her türlü söz, politika ve pratiği de makul görüyor. Kürtler üzerindeki baskı, zulüm, katliam bu sistem için hiçbir şey ifade etmiyor. Başta Türkiye Cumhuriyeti devleti olmak üzere Kurdistan üzerindeki egemen devletler de işte bu anlayış ve siyaset gereği hiç çekinmeden dört başı mamur bir soykırım uygulamasında bulunabiliyor. Yoksa AKP-MHP faşizmi Zap, Avaşîn ve Metîna’da Kürt gerillasına karşı böyle pervasızca kimyasal ve taktik nükleer silah kullanabilir mi?
Bütün bunları niçin böyle yazma gereği duyduk? Başta Kürtler olmak üzere tüm halklar ve devrimci-demokratik güçler olarak somut gerçeği böyle görelim, anlayalım ve mücadelemizi buna göre geliştirelim diye! Açık ki Kurdistan’daki durum, dünyanın başka bir yerindekine benzemiyor. Kürt sorunu benzeri bulunmayan ağırlıkta bir sorun oluyor. Başta TC olmak üzere egemen devletler kendi güçleriyle değil, böyle bir sistemden aldıkları güçle böylesi katliamlar yapabiliyor. İşte bu gerçekleri iyi görüp anlayalım ve ona göre mücadele geliştirelim.
Bu gerçekleri iyi görmek demek, ‘ona karşı mücadele edilemez’ sonucuna varmak demek değildir. Fakat başka yerlerdeki mücadeleye benzemek ve kolaylıkla sonuç almak demek de değildir. Kürt soykırımının kendine özgü yanlarını bütün açıklığıyla ve ayrıntısıyla görüp, varlık ve özgürlük mücadelesini de buna göre tüm özgünlüğü ve derinliği temelinde geliştirmeyi başarmak demektir. Açık ki Kürtler, sadece kendileri için ve Kürt özgürlüğü çerçevesinde mücadele etmiyorlar; tersine tüm insanlık için ve dünyanın demokratikleşmesi çerçevesinde mücadele ediyorlar. Kendilerini de buna göre örgütlemeliler, başta kadınlar olmak üzere tüm ezilen insanlıkla da bu temelde ilişki ve ittifak oluşturmalılar.
Başlangıçta Kürt özgürlük savaşıyla bu iş başarılır sanılıyordu. Sonrasında Kürt özgürlüğü ile Türkiye demokratikleşmesinin kopmaz bağı görüldü. Komplodan sonra ancak ‘Demokratik Ortadoğu-Özgür Kurdistan’ formülüyle mücadele edilip kazanılabileceği sonucuna varıldı. Şimdi daha açık görülüyor ki, Kürt özgürlüğü dünyanın demokratikleşmesine etle tırnak gibi bağlıdır. Bunun için Önder Apo, Kurdistan Demokratik Konfederalizmi çözüm projesini ‘Dünya Demokratik Konfederalizmi’ ile birlikte ele aldı ve bu temelde çalışılmasını gerekli gördü. Kuşkusuz bu görev çok büyüktür ve ağırdır, fakat gerçekleştirilmez de değildir. Dahası özgürlüğe ulaşmanın başka yolu da yoktur. O halde özgürlük mücadelemizi böyle bir anlayış temelinde ve büyük ufukla ele alıp yürütmemiz gerekir.
Belli ki kendilerini yok sayan bu dünyaya karşı Kürtler de mücadele ederek var ve özgür olacaklar. Şimdiye kadar büyük bir cesaret ve fedakârlıkla mücadele ederek bu düzeye ulaştılar. Şimdi de bu mücadeleyi daha zengin ve çok yönlü kılarak yürütmek durumundalar.
Ancak daha çok mücadele edip gerçekler daha çok aydınlatılarak bu soykırımcı sistem kırılabilir. Ancak böyle bir mücadele ile suçlular açığa çıkartılıp cezalandırılabilir. O halde, özellikle tarihi görev yürüten Kürt gençleri gerçekleri iyi görüp, gerekenleri başarıyla yapabilmelidir. Katledilen bir gerillanın yerine on genç gerillaya katılabilmelidir. Tutuklanan her gazetecinin yerini beş genç doldurabilmelidir. Faşist saldırganlığa karşı her yerde gençler hesap sorucu bir mücadeleyi geliştirebilmelidir. Apocu Gençlik olmak, işte bunları yapabilmekle mümkündür.
Kaynak: Yeni Özgür Politika