Kırk örgülü Samya, tarihimizin tanığıdır – İlke JIYAN

0
791

Mawa dağları. Şu dağların dili olsaydı da konuşsaydı denilen bir coğrafya. Nice isyana, nice direnişe tanıklık etmiş.

Tarih 1920’ler. Türk devleti bu tarihlere parlak bir kuruluş hikayesi cilası atsa da, Anadolu ve Mezopotamya halkları için tarih sayfaları bir başka yazılır bir başka okunur. Çerkezler, Gürcüler, Lazlar, Ermeniler, Süryaniler, Kürtler için bu tarihler katliamların, sürgünlerin, ama bir o kadar da direnmenin, isyanın, baş eğmemenin, o dönemlerin deyimiyle eşkıyalığın adıdır.

Tüm bu zamanlara kaç yaşam sığdı? Kaç insanın kaderi bir avuç zalimin elinde değişti, kaç yaşam çalındı, hangi düşler daha gün ışımadan yitti gitti o kör karanlıklarda? Kaçı bu kötülüğü yenmek için direnmeyi seçti? Kaçı işkenceler karşısında ser verip sır vermedi, kaçı silah kuşanıp dağlara çıkmayı adına yaşamak denilen bu zulme yeğ tuttu? İnsan havsalasının alamayacağı ne zulümler yaşandı? Hani her seferinde bu kadarı da olmaz derken, en son bir posta kutusunda verdiler ya bir annenin kucağına oğlundan kalanları; hangi cümle, hangi yazı anlatabilir ki ruhumuzu delip geçen o acıyı, öfkeyi.

Egemenlerin erişemeyeceği şeyler de var. Zulmünün erişemediği, tankların altında ezemediği şeyler… Neyse ki hafızamız var. Kilitli bir sandık değil elbette, anılar orada saklı kalmaz sadece; onunla unutmayız kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi, nelerin yaşandığını. Yani bir aynadır kendimize tuttuğumuz. Acımızı unutur, öfkemizi diri kılmazsak; bedeli ağır bir tekerrürün esiri olacağımıza dair bir yol göstericidir. Bunun için düne dair ne varsa bugüne ait kılabilir, geleceğe not düşebilir bir çabadır hafızayı canlı tutmak.

Samya, hisseden ait olan

İşte bu toplumsal belleğin parçası bir hayat, bir kadın, bir anne, bir halk militanı bu yazının konusu. Samya Doğan, Avrupa’daki Kürtler’in tanıdığı adıyla Yadê… Arapça’da ve Süryanice’de olan bir isim Samya (Samia). Arapça’da anlamı işiten, hisseden. Süryani halkı için de bizden olan, ait olan demek. Bu yazıda aktaracaklarımız O’nun ismiyle ne kadar bütünleştiğini, tarihin derinliklerinden gelen sese nasıl kulak verdiğini, nasıl hissettiğini, salt çocuklarının değil herkesin Yadêsi olacak kadar toprağına ait, değerlerine, köklerine bağlı bir anne olduğunun birkaç örneği olabilir ancak.

Bir yazı yeter mi anlatmaya, onca yaşanmışlık bir kalemden dökülür mü derseniz elbette ki hayır. Şimdi 81 yaşındaki Yadê’nin hayatı, son yüzyılın siyasal tarihi, Kürt isyanları, Türk devletinin zulmü, bir Kürt kadınının varoluş mücadelesi demek. Bir yandan düşman bir yandan erkek dünyasında tüm toplumsal yargılara meydan okuma, fedakarlık ve bedel ödemek demek. Trajikomik onlarca hikaye, direniş demek, acı demek.

Yadê’ye sözü getirmeden anneannesinden başlayalım. Nazilerin Yahudi soykırımını anlatan filmlerde görmüş, ya da kitaplarda okumuşsunuzdur. Birçok Yahudi ailesi, özellikle de çocuklar katliamdan kurtulmak için tavan aralarında, bodrumlarda döşemelerin altında saklanırlar. İşte Yadê’nin anneannesi Horiya Segvan da, Seyfo katliamı döneminde Türk devletinin hedefindeki Süryanileri evinin altında bir geçit yapıp orada saklar. Bu zor günlerin dayanışması Segvan aşireti ile Süryaniler

arasında kadim bir beraberliğin yolunu açar. Kaç yıl sonra Haco ayaklanmasına katılan Yadê’nin ailesi Rojava’ya geçse de bu kadim birlik devam eder. Öyle ki tam da paskalya bayramına denk gelen kaçma süreçlerinde Yadê’nin büyüğü erkek çocukları yaşamını yitirir. Yadê’nin babası “Bırakın bayramlarını kutlasınlar şimdi söylesek yas ilan edecekler. Sonra açıklarız” der. Yadê ile bir abisi ve bir ablası Rojava’da yerleştikleri Qamişlo kentinde dünyaya gelirler. Yadê 11 yaşına geldiğinde af çıkar, aile Kuzey’e köyleri Midyat’a bağlı Hermês’e geri döner.

15 yaşında dağlarda eşkıya bir kadın!

Yadê çocukluktan ergenliğe geçişte eşik dönemi olan bu süreci nasıl yaşadı, ne kadar çocukluğun tadına varabildi bilinmez ama 15 yaşına geldiğinde Segvanlılar ve Süryaniler yeni bir çatışmanın ortasında bulurlar kendilerini. Bölgede devlet yanlısı olan 8 Seyyid Köyü, Süryaniler’e saldırdığında Dersalîb ve Hermês köyleri birleşerek saldırıya karşı koyarlar. Taşlarla başlayan kavga iki günde silahlı çatışmaya dönüşür. Süryani köyü erkekleri, Segvan aşireti erkekleri ve bir de alışılmadık bir sima vardır çatışmalarda: 15’indeki Samya… Ağacın kurdu meselesi burada da devreye girer; yerelden bir ihbar sonucu arama emri çıkartılır. Segvan ailesi için ana kucağı gibidir Mawa dağları. Amcası, babası, dayısının oğlunun da içinde olduğu 15 erkek akrabasıyla birlikte yakalanmamak için Mawa dağlarının kuytuluklarına sığınan Samya yaralanmıştır. Altı ay dağda kalırlar. Köyde bir ilktir bu. “Arada bir köylere inerdik. Tencere olmadığı için çaldığımız koyunları derisinin içine koyardık. Toprağı kazar derinin içindeki koyunu yerleştirir, üstüne ateş yakıp pişirirdik. Yediğimizi yer, yemediğimizi soğutup torbalara koyardık” diye anlatır o günleri Yadê. Yarası için “Ağaçlardan sumak toplayıp süre süre iyileştirdiler” der. Yıllar sonra Mawa’yı mesken eden gerillalara “Siz daha yoktunuz bu dünyada, bu dağlarda gerillacılığı ilk ben yaptım” sözlerini vakur bir edayla söyleyip tek tek şikeftlerin yerini, gözeleri tarif eder.

Gayrı eşkıyaya çıkmıştır adları, Haco isyanı sonrası olduğu gibi yine soluğu ‘karşı yaka’da Rojava’da alır Segvanlar. Samya 3 yıl burada babasıyla kaldıktan sonra, bir Süryani’nin verdiği rüşvetle ismini arananlar listesinden sildirir ve köyüne geri döner.

Çilkezî, karanfil altın hızma

Daha kaçağa düşmeden önce deyim yerindeyse dillere destan güzelliğinden bahsederler Samya’nın. Köyden köye yaya olarak ya da at sırtında gidildiğinde, civar köydeki delikanlılar “Samo gelecek buradan geçecek” diye damlara çıkarlarmış. Çilkezî’si (kırk örgüsü), karanfil şeklindeki altın hızması, mavi gözleriyle anılırmış yörede. O’na dair konuşulanlar salt güzelliğiyle ilgili değildir elbet. Gözü karalığı, cesareti ve hatta yaşına göre saygınlığı…

Hasretle geçen 3 yılın ardından 18’ine basan Samya için köye dönüşü bir dönüm noktasıdır. Başka bir yaşama geçiştir. O zamana kadar toplumun öngördüklerine karşı duran Samya, erkek dünyasının ona reva gördüğü kalıba sığabilecek midir? Hem evet, hem hayır.

Keşke bir sevda hikayesi de kadınların yaşamını karartan, iradesini, hayallerini hiçe sayan şekilde yazılmasaydı. Ama yaşadığımız dünyada bu mümkün mü? Samya’nın hikayesinde de öyle olmuyor. Kaçakçılıkla getirdiği kumaşları köy köy dolaşarak satan Kerboran’ın Aliyo köyünden ve Segvanların çatıştığı Seyyidlerin ailesinden Xelîlê Sidqî, Samya’ya aşık olur. Duygularının karşılığı yoktur. Ama nice kadını ölümlere götüren o kara, kapkara ‘sevda’ dedikleri sahip olma hırsı gözünü bürümüştür. O dönemin parasıyla 13 bin gibi yüksek bir başlık parası teklif ederek abisinden ister Samya’yı.

Evlenmeyi hiç düşünmeyen, yaşıtlarının tersine hiç çeyizi olmayan Samya için bir sır kapısıdır evlilik. Ona ilk söylediğinde abisine tekme atarak “evlilik de neymiş” der. Sonrasında ise Rojava’da kalan babasını, annesini, ailesini düşünüp “Ailemin itibarına laf getirmem” deyip kabulleniyor. Kaç kadının ruhu, duyguları bir mengeneye sıkışmış gibidir? Kaç kadının hayatı bu ikilem üzerinde sürüp gidiyor? Hayalleri, istekleri, düşünceleri, yetenekleri, benlikleri bir tarafta, ondan beklenen roller, gereklilikler, sorumluluklar, zorunluluklar, fedakarlıklar, dayatmalar diğer tarafta.

Cennetten cehenneme geçiş…

Yadê, “Cennetten cehenneme düşmüş gibi oldum” diyerek özetler evliliğe geçiş aşamasını. Kaynana, kayınpeder, kayınlarıyla birlikte yaşamaya başlarlar. “Doyduğum bir günü hatırlamam” dediği o günler, kör bir kuyuya inmek gibidir. Peş peşe 3 kız dünyaya getirir. Kendi köyünde, çevresinde gururla anlatılan gıptayla bakılan Samya’nın evlilik öncesi yaşadıkları, burada bir lanet gibi görülür. “İçi kirli, o yüzden erkek çocuk doğurmuyor” derler. Evlilik yaşamının tümü çatışma ve şiddetin cenderesinde geçer. En son bahçe küreğiyle döver ve evden atar Samya’yı “eş”i denilen adam. En küçük kızı Kezban “Hiç unutmuyorum mavi çiçekli bir elbise vardı annemin üzerinde. O çiçeklerin hepsi kırmızıya dönmüştü kandan” diye anlatır hayatı boyunca silinmeyecek o anı. Samya, 5 çocuğuyla birlikte birkaç gün komşularında, sonrasında 18 gün boyunca ahır gibi bir yerde kalır. Babası ölmüştür, ne eşinin ailesi sahip çıkar Samya ve çocuklarına ne de kendi ailesinde bir çıkış yolu görür. Kızı Gülçin, “anne gidelim boşanma davası aç nafaka da alalım” diye yol gösterir annesine. Bu en zor anında çıkış yolunu gösterdiği içindir ki Gülçin için Yadê, “O benim avukatımdı” der. İlk kez bir kadın boşanma davası açmıştır civarda.

Anne kız mücadele arkadaşı oldu

Şiddet ayrıldıktan sonra da devam eder. ‘Dini bütün’ Seyyidlerden gelme Xelîlê Sidqî bir Kadir Gecesi’nde Samya abdest almak için evinin avlusuna çıktığında yanına aldığı bir akrabasıyla birlikte saldırır. Kaçırmak ister, direnince göğsüne saçlarına yüzüne jilet atar. Boğazını o kadar sıkarlar ki bir ay konuşamaz. Bu olaydan sonra bir daha regl olmaz Samya.

İndiği kör kuyuda hiçbir zaman ruhunu ve yüreğini tekrar gün yüzüne çıkmak için teslim etmeyen Samya kendi ayakları üzerinde durur. En büyük güç kaynağı çocukları ve bir de evliyken tanıştığı Kürt Özgürlük Mücadelesidir. Yadê kızı Gülçin ile birlikte kuryelik yapmaya başlar. Evliyken silah kaçakçılığı yapan kocası, gerillalara parayla silah satarken Yadê, kurşun ve şarjörleri gizliden bedavaya verir. Defalarca gözaltına alınır, evleri basılır. Kuryelikten sonra Midyat’ta yerel komitenin sorumluluğuna getirilen Gülçin, “Biz bir kadından emir almayız” diyen yaklaşımlara şaşırmaz, umutsuzluğa da kapılmaz, bilir mücadelenin mayasının ne olduğunu…

Ben bu davaya aşığım

1992 yılında bir itirafçının ihbarı sonucu yakalanır, 4 ay sonrasında delil yetersizliğinden bırakılır. Küçüklükten beri haksızlığa, zulme karşı durmayı öğrettiği büyük kızı Gülçin’in yönü dağlara dönüktür artık. Gerillalar “Yadê’nin izni olmadan götüremeyiz” dedikleri için “Bize hep yalan söylememeyi öğütledin. Bir gün aşık olursanız bana söyleyin. Kimi isterseniz vereceğim, derdin. Ben bu halka, bu davaya aşığım bu davayla olmak istiyorum” diyerek kararını paylaşır annesiyle Gülçin. Tek bir isteği olur; şehit düştüğünde yas tutulmaması, taziye kurulmaması… Yadê kızının tüm hazırlığını yaparak O’nu uğurlar. Gülçin (yeni yaşamındaki adıyla Mizgîn) gittikten hemen sonra evleri basılır, bu kez küçük kızı Rahime’dir düşmanın yeni hedefi. Oğlu, kızları defalarca gözaltına alınan Yadê’nin hep tek bir duası olmuştur; aman bir şey olmasın, sağ olsunlar değil, “allahım sen çocuklarımın ağzına mühür vur. Mühür vur ki tek laf çıkmasın ağızlarından. Sonra bize ne derler, kaldıramayacağınız yükü niye omuzladınız demezler mi” der her seferinde.

Gülçin (Mizgîn Hêvî), 1993 Temmuz’unda Şirnex Hezex’de şehit düştüğünde tıpkı vasiyet ettiği gibi karşılar Yadê evladının şehadetini. 10 gün boyunca tek damla gözyaşı dökmez, ağıt yakmaz. Evlerine gelen düşmana yanıtı da aciz, çaresiz değil asil, mağrur, başı dik tüm Kürt annelerinin sözleştikleri ant gibidir: “Bir Gülçin gitti, kaç Gülçin yerine geliyor, bitti mi sanıyorsunuz!”

Milyonların Yadêsi ol

Mizgîn’in şehadetinden sonra yaşam koşulları kalmayınca sürgün yollarına düşer Yadê ve çocukları. Almanya’ya vardıklarında bu kez Agirî devralır bayrağı. Daha iltica başvurusu yapmadan kahve baskınlarına katılır, cephe çalışmalarında yer alır. Bedeni bu soğuk kıtaya savrulmuştur belki ama iç yolculuğu O’nu topraklarına götürmektedir. 1995 yılı başında Özgürlük mücadelesine katılım kararı alır. Bu kez Agirî, Yadê’yi karşısına alır; “Ablamı nasıl yolculadıysan beni de yolculayacaksın” der. İşkenceden kalan rahatsızlıklarını, hastalıklarını hatırlatan annesine “Doxtorê min PKK ye, dermanê min ARGK ye” şarkısıyla cevap verir. Yadê de tek bir sözle uğurlar O’nu: “Asla teslim olmayacaksın, davaya hakkını vereceksin…”

3 yıl sonra 1998 Mayısı’nda Cudî’de 11 arkadaşıyla şehitler kervanına katıldığında Yadê, Agirî’nin de “Şehit düşersem kınamı yakın” vasiyetini yerine getirir. Kınasını alır, resminin yanına gelinliğini indirir. Gözleri uzaklara dalıp gittiğinde aklında Agirî’nin ona son mektubunda dedikleri vardır: “Sen Midyat’ta da hep Yadê’ydin. Şimdi milyonların Yadêsi olmanı istiyorum senden…”

Samya; işiten, hisseden, ait olan… Bu yazıda anlatılan anlatılamayan onlarca hikayesiyle Agirî’nin de dediği gibi milyonların Yadêsi oldu. İsminin anlamına bir gün olsun ters düşmedi. Kadınların, halkının acılarını hep hissetti, ruhu, yüreği ait olduğu köklerinden bir gün olsun kopmadı.

Yadê’nin gözleri görmüyor artık. Ama onun gönül gözü hep açık olacak. Mavi gözleriyle içinize umudu, özgürlüğe tutkuyu taşıyacak…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz