Kurdistan’da Türklük, İslamiyet ve ulusal kurtuluşçuluk-II

0
37

TC devleti özellikle 12 Eylül faşizmiyle birlikte Kürdistan’da özel savaş politikasını oldukça yaygınlaştırmıştır. Özel savaş politikasının en çok kullandığı ve en etkili olan silahı din ve dine dayalı sahte tarikatlardır. Ve gerçekten bugün Kürdistan’da din karşıdevrimin en etkili silahı haline getirilmiştir. Geçmişte de Kürdistan tarihinde dine dayalı, din görüntülü isyanlar çıkarılmıştır.

Cumhuriyet Türkiye’sinin laik bir temelde geliştirilmek istenildiği, Kemalizm’in bu konuda katı bir hüküm ifade ettiği söylenir. Bunu nasıl yorumlayalım? Kemalizm’in laikliğinin tersine 12 Eylül rejiminin dini oldukça kullanmasına, yine buna bağlı olarak tarikatçı güçlerin çığ gibi ortaya çıkmasına, büyümesine yol açmasını nasıl yorumlamalıyız? Kemalizm’in laiklik ilkesine sarılışının nedeni nedir? Kime hizmet eder? Bunlara açıklık getirmeye çalışıyoruz. Günümüzde bir de Türk İslam Sentezi temelinde oluşturulan partilerin kuruluşundan ve hatta Cumhuriyet’in köklü bir ideolojik dönüşümünden bahsediliyor.

Bu tip gelişmelere nasıl yorum getirmeliyiz? Türklüğün en temel yayılma gerekçelerinden biri olarak İslam dininin gerekleri belirtilir. Yani gaza için  bu İslam’ın gereklerinden sayılır. İslam fetihçi bir dindir  fetih gerekir.

Türkler Orta Asya’dan çıktıklarında, bazı İslamlaşma çabaları olmuşsa da İslamlaşmış değillerdir. Onlar o bilinen kıtlık, kuraklık, nüfus artışı vb. nedenlerden dolayı Orta Asya’dan İran’a doğru istila hareketine başladıklarında İslamla karşılaşırlar. İstilacı, yayılmacı emelleri için daha en başında dini bir araç olarak kullanmak isterler. Bundan dolayı eğer direkt olarak İslama karşı çıkarlarsa bu yayılma ve istila çabaları sonuçsuz kalacaktır. Çünkü İslamlık hayli gelişkin ve savaşçı bir karakterdedir. Ona karşı direnmek oldukça zordur. Hele yayılma isteklerini, emellerini gerçekleştirmek daha da zordur. Bu yüzden bir yayılma ideolojisi, olarak İslam’ı çıkarlarına çok uygun bulurlar. Daha IX. ve X. yüzyıldan itibaren Türk aşiret boyları, başta Oğuzlar olmak üzere, yoğun bir biçimde İslama yönelirler. İran içlerine doğru yayıldıkça hızla İslamlaşırlar. Yani İslamlaşmayla, yayılmacılıkları arasında sıkı ilişki vardır. Ne kadar hızlı İslamlaşırlar o kadar hızlı yayılırlar. Yayıldıkça da daha fazla İslamlaşırlar.

Görülüyor ki, Türkler’deki yayılmacı ruh, akıncı ruh, İslamcılığı bir ideolojik işlev olarak oldukça değerlendiriyor. Hemen şunu da belirtelim: Orta Asya’da kabile federasyonundan öteye gidememiş Türk boylarının ideolojik, siyasi gelişmeleri sınırlıdır. Bu dönemin Türkler’i henüz barbarlıktan tam kurtulmuş değillerdir. Yani uygarlığa henüz dönüşüm sağlanmamıştır. Sınıflı topluma güçlü bir giriş yapılmamıştır. Dolayısıyla sınıflaşmaya, uygarlaşmaya onları götürecek bir ideolojiksiyasi gelişmeleri de yoktur. İşte bunu İslam’da buluyorlar. Demek ki, İslam aynı zamanda Türkler’deki sınıflaşmayı ve dolayısıyla uygarlaşmayı da geliştiriyor. Bu önemli bir noktadır. Yani Türkler’de sınıflaşmak, uygarlaşmak, İslamlaşmak birbirleriyle sıkı sıkıya ilişkili gelişmelerdir.

Türkler Orta Asya’dan göç ettiklerinde Ortadoğu’da gelişkin uygarlıklar vardır: İran uygarlığı, Arap uygarlığı, yine Anadolu’da ki uygarlıklar sınıfsal gelişmeyi ileri bir düzeyde yaşamaktadırlar. Köleliğin ve feodalizmin ileri bir aşamasındadırlar. Oysa Türkler Ortadoğu’ya doğru açıldıklarında uygarlık dışı barbar kavim durumundadırlar. Böyle bir uygarlıkta temas onları geliştirmiştir. Uygarlık köleci topluma geçişle daha sonra sınıflı toplumun ileri düzeyindeki gelişimiyle sağlanmıştır. Türkler’in barbarlığı aşamalarını sağlamıştır. Bunlar da İran’da çok köklüdür. Bu uygarlığın kökleri millattan öncesine kadar uzanır. Anadolu’da Arap yarımadasında da bu böyledir. Dolayısıyla Türkler’in sınıflaşması bu uygarlıklarla temasa geçmeleri ve İslamı kabul etmeleriyle başlar.

Bu dönemde Ortadoğu’da egemen ideoloji İslam’dır. İslam’ın olgun dönemi uygarlığı geliştiren dönemdir. İşte Türkler’in en büyük avantajları bu uygarlıklarla temasa geçmeleri ve sınıflaşmanın taze başlangıcını yapmalarıdır. At üstünde yetişen bir kavim olmalarından dolayı savaşçı kabiliyetleri gelişmiştir. Bir de yerleşik yaşama geçmemişlerdir. At sırtında olmaları, göçebe yaşamaları, henüz uygarlığın o yorucu, yıpratıcı atmosferine girmemeleri onları müthiş akıncı bir kuvvet yapmıştır. Bu akıncı kuvvet İslam gibi yayılmacı bir ideolojiyle birleşmiştir.

Şunu da belirtmek gerekir; İslamiyet bu dönemde ilerici bir rol oynar. İlericiliğe hizmet eder. Her devrim gibi İslam Devrim’i de fethetmek zorundaydı, fakat önemli olan Türkler’in bunu ilkel bir aşamada ve ilkel bir tarzda ele almalarıdır. Bu ilkel barbarlık aşamasındaki kavim savaşçı, göçebe ve taze olmasından dolayı yayılmacı ideolojiyle birleştiğinde müthiş bir saldırı kuvveti haline gelmiştir.  İran’ı, Irak’ı, Kürdistan’ı istila ettikten sonra Anadolu’dan Orta Avrupa’ya kadar, hatta Afrika kıtasına kadar hızla yayılmaya başlar. Bu yayılmacılığın böyle nedenleri sıralabilinir. Nasıl ki bir dönemler Germen ırkı Roma İmparatorluğu’nu kuzeyden istila edip feodalizmi yeni bir toplumsal üretim biçimi olarak geliştirdiyse Türkler de buna yakın bir rol oynamıştır. Germen ırkı da böyle ilkel barbarlık aşamasında bir kesimdir. Roma ise köleliğin son dönemini yaşayan bir imparatorluk, bir uygarlıktır. Kısaca belirtmek gerekirse, tarihte bu tip geri kavimlerin istilasıyla ve bunların eski uygarlıkların son kalıntılarına karışmasından yeni toplumsal biçimler doğar. Türkler’in ki böyle olmamakla birlikte, İslamiyet’in gelişmesini veya yayılışını hızlandırıyor. Gelişmesini tam hızlandıramamışsa da yayılmasını hızlandırıyor.

Böylece Avrupa’da yeni bir üretim biçimi olarak doğan, gelişen kapitalizm karşısında İslamiyet yaydırılmaya çalışılmıştır. Bu anlamda olan şudur; İslamiyet doğuş ve olgunluk döneminin ilerici hamlelerini temsil etmekten ziyade artık gerilemeye başlar. Özellikle kapitalizmin yükselişi karşısında feodalizmin gerileme dönemi başlar. Ve artık Türklük, Selçuklu ve daha çok da Osmanlı İmparatorluğu biçiminde geri bir öncü kuvvet olarak karşımıza çıkıyor. Daha XV. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu biçiminde yönetici bir kavim veya onun içinden bir aristokratlık, bir sultanlık kesimi çıkaran Türkler Avrupa’ya karşı, bir anlamda da yeni yükselen kapitalizme karşı tutucu bir kuvvet olarak didinip dururlar. Bu önemli bir husustur. En önemlisi de Türkler’de sınıflaşmayı, İslamlaşma döneminde görüyoruz. ‘Türkmen kırımı’ bir anlamda İslamlaşma sürecindeki sınıflaşmayı ifade eder.

Aristokratlaşan kesim İslam’ın egemen ideolojik biçimi olan Emevi Abbasi ideoloji geleneğinin devam ettirilişi, biraz da sünniliği esas alarak ve bunu Selçuklu ve Osmanlılar’da çok güçlü kılan aristokratlığı oldukça geliştirir. Beypaşa dediğimiz bir üst tabaka oluşur. Batı’da feodaller sınıfı denilen bu sınıf, Osmanlılar’da ise merkezi feodal, yani sultanlık paşalık beylik sistemleridir. Ama burada sultanın gücü merkezidir. Ve bu da Asya tipi toplumların despotik özelliğini daha da güçlendirerek güçlü bir sultanlık rejimi kurar. Ezilen kesim olarak Türkmenler ise dağlık alanlara  Toroslara, Kürdistan’a  sığınmaya çalışır. Hatta bunlar Kürdistan halkıyla karışmaya koyulur. Muhalif mezhep olarak şiiliğe, aleviliğe yönelirler. Sünnilik, aristokrat kesimin ideolojik görüntüsü iken, ezilen kesimlerin dini görüntüsü ise şiilik ve aleviliktir. Ve ezilen kesim direngendir.

Selçuklu ve Osmanlı sultanlarına karşı Türkler’deki sınıflaşmayı da İslamcılık temelinde böyle değerlendirmek mümkündür. Türk İslam Sentezi tarihteki biçimiyle böyledir. Yani Türk İslam Sentezi özünde Türkler’in barbar bir kavim olma aşamasından kurtulup sınıflı bir topluma dönüşmesini, yani İslamlaşmasını ifade eder. Türk İslam Sentezi’nin başını çekenler ise hakim boy beyleri ve aşiret beyleridir. Yani Türkler’in egemen ve sömüren kesimleridir. Ve bunlar Türk İslam Sentezi’nin resmi ifadesidirler. Sunni kesim egemen ve resmi kesimdir. Altta kalanlar ise hani İslam’ın “sapık” bir mezhebi diye de değerlendirilen fakat, bize göre devrimci özü temsil eden, şii alevi geleneğini yaşatan ezilen halktır. Buna Türk İslam Sentezi denilmez. Tam tersine, bu resmi Türk İslam Sentezi’ne karşı halkın bir seçeneği olarak karşımıza çıkar. Halen de günümüzde bunun izleri vardır. Yani devlet katına ulaşmış Türk İslam gerçeğine bu ad veriliyor.

Demek ki, Türkler uygarlaştıkça, sınıfsal gelişmelerini devletleşme düzeyinde geliştirdikçe gerici İslam’ı veya İslam’ın içinde gerici bir akımı temsil etmeleri de o derece gelişiyor. Ve denilebilinir ki, Osmanlı sultanlığı bütünüyle İslam’ın gerici ve sahte bir yapılanmasıdır. Gerçek İslam bunlara denmez. Sultan II. Abdülhamit döneminde yeniden İslamcılığa dönüş ne anlama gelir? Panİslamizm, Batı karşısında zorlanan imparatorluğun müslüman halklar üzerindeki etkisini kurmaya ve Osmanlı İmparatorluğu’nu bu temelde güçlendirmeye, buna hizmet etmeye dayanan bir tutumu ifade eder.

Türkler İslam temelinde büyüdüklerini çok iyi biliyorlar. Yıkılış döneminde de İslam’a sarılarak sahte bir biçimde kurtulmak istiyorlardı. Buna karşı İttihati Terakki ve Kemalist atılım döneminde ise tam bir laiklik politikasına sarılırlar. Onlar için laiklik şudur; yüzyıllardan beri Türklüğe oldukça hizmet eden İslam’i görüntüyü, İslam’i ideolojiyi, yaşam tarzını ikinci planda ve gayri resmi  devlet dışı  bırakmaktır. Bunun yerine Batı yaşam tarzını, dinden arındırılmış, hatta bir anlamda dinsizleştirilmiş yaşam tarzını Türkiye’ye veya TC sınırları dahilinde uygulamaktır. Kemalizm’in laiklik ilkesi budur. Dini devlet, dışına resmiyet dışına atmak, onun yaşam tarzını mahkûm etmek ve bunun yerine Avrupa yaşam tarzını egemen kılmaktır. Bu aynı zamanda Batı uşaklığıdır. İslam’ı bir bütün olarak olumlu, olumsuz demeden tasfiye etmek, bunun yerine Batı’nın o dönemin emperyalist yaşam tarzını, sömürücü yaşam tarzını, bir avuç aristokratın çıkarlarına yönelik yaşam tarzını bu bin yılların Anadolu halkına, kültürüne dayatmak ve gerçekten de büyük bir tahribat yaratmaktır. Ve TC bir anlamda bu tahribatın adıdır. TC bu anlamda laiklik ilkesiyle kendi halklarına, Ortadoğu halklarına savaş açmış demektir.

Bugün “Ortadoğu Müslüman Ülkeler Birliği”, “Müslüman Ülkeler Zirvesi” biçimindeki bazı çabalar görülüyorsa da bunlar sahtekârlıktan ibarettir. TC’nin varlık nedeni bile Ortadoğu halklarına ve onların İslam geleneklerine ters düşer. Zaten laiklik ilkesi bunun resmi ifadesidir. Bugün bu temelde bir savaş yürütülüyor ve hatta “Laikler Cephesi ile İslamcılar Cephesi” diye bir ayrıma kadar gidilmek isteniyor. Bunun tarihi anlamını biz böyle ortaya koymalıyız.

Laikler cephesi, her ne kadar dinin bağnazlığına, tutuculuğuna karşı çıkıyoruz diyorlarsa da, bu yönleri eskiden sınırlı olmuşsa da çoktan bu yönüne ihanet etmiştir. Yani dinin tutucu, gerici etkilerini tasfiye edelim demişlerse de özellikle devlet kattındaki, Osmanlı resmi düzenindeki geri İslam özelliklerini tasfiye edelim demişlerse de bugün artık buna da çoktan son verilmiştir.

12 Eylül faşizminde ise durumlar çok daha değişiktir. Bunun esas aldığı laiklik ise Batı yaşam tarzının kopye edilmesi, hayranlığı ve uşaklığıdır. Dolayısıyla da tarihle çatışmadır. Özellikle Anadolu ve Ortadoğu halklarının tarihiyle çatışmadır.

Uygulanmak istenen laiklik Batı adına objektif bir ajanlıktır.

Dolayısıyla toplum 70 yıl geçmesine rağmen halen bununla çatışma halindedir. Günümüze doğru geldiğimizde özellikle 12 Eylül faşizminin tekrar dine sarıldığını görüyoruz. Türk İslam Sentezi adındaki yönelim bu temelde tarikatların çığ gibi ortaya çıkarılmasına, onlara para akıtılmasına, en gerici mihraklardan destek görmesine kadar her türlü teşviki yaratmıştır. Ve en önemlisi de Kürdistan’da bu konuda çok belirgin bir ideolojik örgütlenme biçimi olarak tarikatlar seçilmiştir.

TC tarihinde 1925 Şeyh Sait isyanında dini kurtarma amacı, İslam’ı kurtarma adı altında değişik amaçları vardır. Bu konuda tartışmalar hayli yaygındır. Bu İsyan gerici bir din isyanı mıydı, yoksa bir Kürt milli isyanı mıydı? biçimindeki tartışmalar halen de vardır. Doğrusu nedir? Doğrusu, laikliğe karşı olan dindarların bir tepkisidir. Bu isyanda yine Kürtler’in ağırlıklı rol oynaması da bir gerçektir. O halde sonuç nedir? Bir yandan dini geleneklerine, diğer yandan bununla iç içe olan milli geleneklerine bağlı Kürtler’e, TC’nin, Cumhuriyet’in o laiklik ilkesi adı altında onların tarihine saldırısı, milliyetine saldırısı ve hatta bunu gerçekten Kürtler’i bir soy kırımdan geçirmeye tabi tutmaya kadar vardırmasıdır. Bu isyan buna yönelik saldırılar karşısında din görüntülü, milli yanları da olan bir isyandır. Ve o dönemdeki toplumsal koşulları göz önüne getirdiğimizde ortaya çıkacak her isyan dini nitelikte olacaktı. Milli nitelik ile din niteliği iç içe olacaktı. Bir çok ülkede ve halkta bu böyledir ve bizde de böyle olmuştur.

TC bazı ayaklanmalardan “dinsel, gerici ayaklanmalar” diye bahseder. Bunlar o kadar tutarlı değildir ve ciddiye almamak gerekir. Kemalist tarih tezi “irtica hortladı” der. Özellikle bir kaç kişi dini savundu diye yaygara koparır. Aslında burada kendisinin savunduğu da ilericilikle ilgili değildir. Geliştirilmek istenen bir Batı uşaklığıdır. Halkın buna olan tepkisine gerici dememek gerekir. Osmanlı sultanlarına karşı da bazı ayaklanmalar ortaya çıktığında böyle denilirdi. Aslında gerici olan Osmanlı sultanlığıdır, TC gericiliğidir. Dinsel görüntülü de olsa halk hareketleri daha kutsaldır. Baskıya ve zülme karşı olma nedenlerinden dolayı haklıdır. Kürt isyanı da böyledir. Yine diğer bir çok isyanda bu temelde değerlendirilmek durumundadır.

TC günümüzde artık bu laiklik iddiasını da bir tarafa bıraktı. Laiklik kısmen din adına bir çok gerici, tutucu tutum ve davranışa karşı çıkmakla olumlu bir işlev görmüştür. Yani tümünü inkar etmek mümkün değildir. Din adına bir yığın sahtekârlık yapılıyor. Tarikat, mezhep adına korkunç bir sömürü ağı geliştirilmiştir. Laiklik ilkesi bu sömürü ağıyla halkı uyutma, feodal baskı ve sömürü tarzıdır. Karşı çıkılması yerindedir. Biz gerçek laikliğe karşı değiliz. Kaldı ki biz en çok bu temelde laikiz diyeceğiz. Biz din maskesi altında dini çeşitli mezhep ve tarikatlar biçiminde örgütleyerek halkı aldatmaya, TC’nin ajanı kılmaya getiren bu akımlara en tutarlı mücaleyi ulusal kurtuluş savaşamımızla vermekteyiz. Kaldı ki bunların dinle hiçbir alakası yoktur. Halkın geri özelliklerini, dini geleneklere bağlılıklarını kötü istismar ediyorlar. Din tüccarı, din bezirganlarıdır.

Biz laikliğin Türk Ulusal Hareketi için bu temelde oynadığı rolü olumlu görüyoruz. Fakat ağır basan yanı daha çok Batı işbirlikçi yanıdır, buna karşı duruyoruz. Halkların dinine, dini geleneklerine, İslam’i temeldeki yaşam biçimlerine saldırısını, onları hor görmesini doğru bulmuyoruz.

Kemalizm’in kendi çıkarları için laikliğe sarılmasına karşın 12 Eylül faşizmi ise dine sarıldı. Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki yaklaşımın tam tersini yaptı. Ve daha çok da sol ideolojilere, hatta liberal ideolojilere karşı tamamen dini ideolojiyi bayrak edinmeye çalıştı. Dinle alakaları olmadığı halde, dine özünde karşı oldukları halde, baştan sona Amerikancı oldukları,  Batıcı oldukları halde sahtekârca İslam’a sarıldılar. Biraz da İran İslam Devrimi’nin etkisini kırmak için bunu yaptılar. Çünkü İran İslam Devrim’i, İslamı ilerici temelde kullanmış veya değerlendirmiştir. Gerçekten devrimin antiemperyalist özünü ortaya çıkarmış ve büyük bir devrime yol açmıştır. Bundan korkuyorlar, bunu kırmak için sahtekârca ve gerici bir temelde dine sarılıyorlar. Suudi Arabistan kralından, monarşisinden destek alıyorlar. Böylece bir yandan para geliyor, bir yandan rejim rahatlıyor. Bir yandan da İran’daki devrimin etkisi kırılıyor. Bu nedenlerden dolayı bunlar 1980’lerin başından itibaren alabildiğine dine sarıldılar.

Biz MSP deneyimini, günümüzde de RP deneyimini  Erbakancılık olgusu biçiminde değerlendirdik. Tekrar ona değinmeyeceğiz. Cumhuriyet’in yetmezliğini gidermek için, aşırı Batı yanlısı Türk tutumunun zararlarını telafi etmek için, Türk ulusunu güç durumda kurtarmak için Milli Selamet ve Refah Parti’si ortaya çıkarıldı. Türk İslam Sentezi denilen senteze sarınıldı. Halkın Cumhuriyet’ten kopması için bu Parti geliştirildi ve halen de bu temelde geliştiriliyor. Yine ANAP adı altında 12  Eylül faşizmini dini daha ikiyüzlüce, riakarca ve rejimi sürdürmeye yarayan bir alet olarak kullandığını görüyoruz.

Gerçekten de liberal demokratik sosyalist ideolojilere saldırı vardır. Bir ideolojik boşluk doğacaktır. Kemalist ideoloji de fazla tutmuyor, peki bu ideolojik boşluk ne ile doldurulacak? İslam içindeki her türlü gerici tarikatlanmalar teşvik edilerek gençlik dönüştürülmek isteniliyor. Daha ilkokul çağında bu çocukların milyonlarcası pansiyonlara alınarak yoğun bir beyin yıkamadan geçiriliyor. Özellikle Kürdistan’da bu çok yaygın yapılıyor.

Şunu kısaca belirtmek gerekir; 12 Eylül faşizmi ve onun ANAP sürdürücüsü, Kürdistan’daki ulusal kurtuluşçu ideolojinin Kürt halkı üzerindeki etkisinin yol açtığı gelişmeleri ve bütünüyle dinin de devrimin hizmetinde rol oynamasını önlemek için, devlet desteğiyle çok yoğun bir hareket, bir örgütlenme geliştirilmek istendi. Öyle anlaşılıyor ki, 12 Eylül faşizmi ve onun devam ettirecisi ANAP hükümeti, Kürdistan’ın geri toplumsal yapısının ve gerici ağa, şeyh düzenin sürdürülmesi için tarikatları yoğunca devreye koydular.

Bu temelde destekledikleri bir çok tarikat vardır. Örneğin Nakşi tarikatı da bunlardan biridir. Siyasi yönden destekledikleri bir tarikattır. Bu tarikat Yavuz Sultan Selim zamanında İran’daki şii desteğini almak için ve şii ideolojisini alevi mezhebine karşı çıkarmak için Osmalı İmparatorluğu bu Nakşi tarikatını örgütledi. Bu tarikatın daha o zaman bile ajan tarikat biçiminde örgütlendirildiğini görüyoruz. Ve temsilcileri günümüzde yalnız Bitlis’te değil, Güney Kürdistan’daki Barzaniler’de görüyoruz. Hepsi bugün hükümetle içli dışlıdır.

Nakşicilik Türk ajanlığının dinsel gerçeğidir.

Bu tarikat tarihte ve günümüzde rolünü çok iyi oynuyor. Günümüzde 12 Eylül’ün daha çok da ANAP’ın temel örgütlenmesidir. Nakşi şeyhleri bugün en palazlanan, devletin gücünü bulan kesimdir. Bunların merkezi olan Bitlis tam bunların denetimindedir. Hakkari, Mardin, Batman milletvekilleri ve belediye başkanları hep Nakşi şeyleridir. Silvan, Diyarbakır, Bingöl, Urfa, Adıyaman ve hatta bunların kolları Türkiye’ye kadar yayılıyor. Şeyh Sait Nursi aynen Barzani hareketinde olduğu gibi hem Nakşidir, hem de ilkel milliyetçidir. Bir de bu geleneği temsil ediyorlar. Bunlar hükümetin, ANAP’ın hizmetindedirler. ANAP şimdi Kürdistan’da Nakşiler dışında herhangi bir tabana sahip değildir. Bir kaç gerici alevi ileri geleni kalmıştır. Dersim’de, Malatya’da şurada burada bunları da para karşılığında satın almıştır.

Mustafa Kemal’de böyle kullandı, o da şeyhlerin elini öptü, desteğini aldı, alevi seitlerinin, pirlerinin elini öptü desteğini aldı. Şimdide Evren, Özal aynı politikayı sürdürüyorlar. Cumhuriyet’in ikiyüzlü laiklik gerçeğini gösteriyor. Bunların laiklikte de ne kadar ikiyüzlü olduğunu bu örneklerle yakından görüyoruz. Şimdi mühim olan Kürdistan’daki Nakşi tarikatı ve onun nemenem devlet ajanlığı rolünü oynadığını görmektir.

İç İşleri Bakanı Aldülkadir Aksu’da bir şeyh sülalesinden gelmektedir. Ve bugün en çok da korucular bu tarikatın içinde örgütlendirildiler. Bunlar Diyarbakır’dan ayrılmıyorlar. Hepsi şimdi müthiş para alıyorlar. Kamuran İnan GAP koordinatörüdür. Yani Nakşi tarikatının önderidir. Önde gelenlerin hepsi Nakşi şeyhleridir. Çağın en gelişkin tüketim araçları bunların hizmetindedir, fakat, kimse bunu fazla bilmiyor. Özellikle Suudi’den destek geliyor. Urfa’da ALBARAKA şirketi, FAYSAL FİNANS kredi kurumu kurulmuştur. GAP erafında şimdiden büyük bir şebeke oluşturulmuş ve satın almadığı hiçbir güç yoktur. Nakşi tarikatı temelinde ve başka adlar altında tarikatlar kollara ayrılırlar. Süleymancılıktır, bilmem kadirciliktir, bunların hepsi de MİT ajanları tarafından idare edilir. Başı sarıklı olanların hepsi general, albay ve MİT ajanıdırlar. Öyle bildiğiniz gibi yalnız kara gözlüklü, Jemes Bond çantalı adamlardan teşekkül etmezler. Bildiğiniz tarikat çevreleri hep MİT elemanıdır ve çoğu Kürdistan’da örgütlüdür.

12 Eylül’le daha da dozajı arttırılan bu tarikatlar furyası, Kürdistan’da gelişen ulusal kurtuluş hareketine karşı MİT’in almış olduğu bir tedbir olarak düşüneceğiz. Özellikle Nakşi tarikatının tarihte oynadığı rolü, bugünde ajan bir tarikat olarak milleti uyuşturmak için kullanıldığını görmek gerekir. Tarihte aleviliğe karşı örgütlenen bu tarikat, günümüzde de Kürdistan ulusal kurtuluş hareketine karşı durarak rolünü oynuyor. İrili ufaklı bütün belediye başkanlarının, milletvekillerinin, devlet içinde ekonomiyi palazlandıranların burada örgütlenmesi ne anlama gelir? Bu, ideolojik tarikatlar furyası altında Kürdistan’ın boğuntuya getirildiğini gösteriyor. Bunların İslamlık’la hiçbir alakası yoktur. Tamamıyla aldatmaca, düşürme ve ajanlaştırma kurallarıdır. İslam böyle değildir, fakat bunlar İslam’ı kullanmaya çalışıyorlar. Tarihte de kullandılar. Niye aleviliğe saldırıyorlar? Niye İran’a saldırıyorlar? Olumlu, ileri değerlerine saldırıyorlar aslında. Kendileri de sömürücü oldukları için bunu yapıyorlar.

Milli Selamet Parti’si de, Refah Parti’si de aynı politikayı uyguluyor. Ama ANAP daha devletçi bir biçimde kullanıyor. Günümüzde RP bunu daha çok yoksul kesime, orta kesime dayandırarak yürütmek istiyor. ANAP’ta aynı ideolojiyi kullanıyor. Fakat ANAP devletleşmiş, devlet içinde güç kazanmış olanları, etkili, nüfuslu çevreleri bu tarikat etrafında örgütlüyor. Ve son seçimlerde ortaya çıkan nedir? ANAP ve RP oylarının neredeyse %50’si halkın yarısını aldatarak almışlardır. Yarısını etki altına düşürmüşlerdir. Dolayısıyla Kürdistan ulusal kurtuluş hareketinin önünde en büyük engel şudur; günümüzde Kemalizm’in büyük laikliği değil, 12 Eylül faşizminin ve onun ANAP sürdürücüsünün, İslam maskesi altında İslamı kullanarak geliştirmek istediği MİT ajan tarikatlaşmasıdır. MİT milyonlarca Kürt çocuğunu, Kürt gençliğini para karşılığında bu tarikatlara bağlamış. Şu son on yılda gerçekten milyonları avladılar. Ve gerçekten doğrudürüst tek bir genci bulamıyoruz. Evet, milyonlarca, tirilyonlarca masraf yapılmış, devletin tarihte de bunu yaptığını görüyoruz.

TC günümüzde de bu politikaya bel bağlayıp, ulusal kurtuluşumuzun gençlik ve kitlesel halk temelini daraltmak, mümkünse yok etmek için çok sinsi, haince bir politika içindedir. Hem de bunu halkın geleneklerini, dinine bağlılığını istismar ederek yapıyor. O halde görevimiz, daha önceki dini değerlendirmede de belirttiğimiz gibi, özellikle tehlikeli bir hal almış olan ve en çok da ideolojik olarak bu tarikatların maskelerini düşürmek, İslam’la ilgilerinin olmadığını, İslam’ı kullandıklarını, tamamen bir ajan faaliyet olarak Kürdistan ulusal kurtuluşuna dayatıldığını kapsamlı olarak göstermek, bunun için teşhir ve tecrit faaliyetlerini geliştirmek, elebaşlarını da acımasızca cezalandırmak gerekir.

Bu temelde dini kullanarak halkın dinine bağlılığını  ki aslında antiemperyalist, antisömürgecidir  doğru değerlendirerek, dinin gerçekten baskıya, sömürüye karşı olduğunu, bunun özünde devrim olduğunu ve onunda PKK’de temsil edildiğini, gerçek anlamını PKK’nin verdiğini göstermek gerekir. Yine, bunu doğru temelde halkın çıkarına uygun ele aldığını ve dolayısıyla bu tutumun doğru bir tutum olduğunu bilerek bu ajan çetelerine yönelmek gerekir.

Bir yerde eli silahlı korucu çeteleri, bir yerde de bu tarikat çeteleri vardır. Her ikisi de çetecidir. Birisi maddi silahlı çete, diğeri manevi olan yani elinde sahte kitapları olan çetedir. Fakat görevleri ulusal kurtuluşumuza karşı aynıdır. Bastırmak, kitle temelini daraltmak ve yenilgiye uğratmaktır. Bizim de görevimiz, bunların maskesini düşürmek, dinle alakalarının olmadığını, İslam’la alakalarının olmadığını göstermektir. Şimdiye kadar yürüttükleri tahribatın hesabını sormak ve elebaşlarını cezalandırmaktır. Dinin antiemperyalist, antisömürgeci bir temelde halkın tarihi geleneklerine uygun bir mücadele aracı olarak kullanılmasına ön ayak olmak gerekir. Bir İran deneyiminde olduğu gibi antiemperyalist radikal çıkışlar var. Bunların önderliğinden yararlanarak veya bu olumlu yönlerini kendi koşullarımızda göz önüne getirip değerlendirerek, daha olumlu bir karşılık vererek sonuç alacağız.

Bu sonuç, din silahını faşizm ve emperyalizme karşı kullanabileceğimizi gösterir. Kullandıkları bu silahı bunlara karşı doğrultmak, onlara hak ettikleri cevabı vermek en doğru devrimci tutum oluyor. Bu konudaki görevlerimizi her zamankinden daha iyi görmek ve şimdiye kadar yerine getiremediğimiz görevleri yerine getirmek için, halkın dini duygularına saygılı olmak, değer vermek, işleyip örgütlemek, camileri birer direniş merkezi haline getirmek, dini vaazleri antiemperyalist, antisömürgeci vaazlar haline getirmek gerekir. Yine, camileri bir ayaklanma merkezi haline getirmek,  tıpkı İran’da olduğu gibi, yine Filistin’de de bu gelişiyor  camilerden dalga dalga çevreye isyancı birlikler örgütlemek gerekiyor.

Kürdistan’da bu temelde dinin gerçek ilerici, devrimci özünü öyle değerlendirerek, bu silahla, bu gericileri, bu ajanları, emperyalizmin bu uşaklarını yerle bir etmek en büyük görevimizdir. Bunu doğru kavramak, doğru uygulamak devrime sanıldığından daha fazla bir gelişme imkanı sağlar. Ve unutmayalım ki, biz dinin olumlu, ilerici özünden devrimi yararlandırırsak veya birleştirir kaynaştırırsak bu bizi köklü bir zafere götürür. Ve Ortadoğu halklarının da geleneklerinin günün koşullarında ifade edilmesine, bir çok yanlış anlayıştan arındırılmasına, görkemli olan uygarlık değerlerinin yeniden filizlenmesine, kendilerine güvenmelerinin artmasına, bağımsız, özgür bir temelde gelişmesine yol açar. Bu da devrimin temel amacıdır. Bu amaçta Ortadoğu halkları söz konusu olduğunda ancak kendi tarihlerine ve İslami gerçeğe doğru yaklaşmak, onu devrimde işleyen bir silah haline getirmek, bu silahı halklara karşı kullanan emperyalizme ve onun ajanlarına yöneltmek ve bu temelde başarıyı zorlamak biricik doğru tutumdur.

Partimiz’in de gittikçe daha kapsamlı üzerinde durduğu husus budur. Biz, Türkiye Solu’nun işlediği inkarcı yaklaşımları aştık, hatta geleneksel komünist hareketlerinin inkarcı ve oldukça da pahalıya mâl olan tutumlarına düşmedik. Bilakis bunlarla da mücadele ederek, gerçek bir sosyalist uygulamayı başardığımızı belirtebiliriz. Gelişmemiz biraz da bu tutuma bağlıdır. Daha da geliştirici uygularsak hiç şüphesiz devrimsel gelişme yenilik kazanır, geniş kitle temeli kazanır. Ve her şeyden önce de tarihe sağlam oturur. Her temel devrimde olduğu gibi bu da biz de ifadesini bulmuş olur. Alanlara bu temelde yaklaşıldığında halkımızın en sağcı muhafazakâr denilen kesiminin devrimin temel bir kuvveti haline geldiğini göreceğiz. Örneğin Avrupa’daki kitlemizin en sağcı ve muhafazakâr denilen kesimleri, yani geleneklerine bağlı olan kesimleri devrimin en sağlam güçleri olabileceği, yozlaşmamış oldukları görülecektir. Aslında antiemperyalist bir konumda oldukları, geleneklerine sarılsalar da bunu ifade ettikleri, dine bağlı diye tabir edilenlerin aslında sağcı muhafazakâr olmadıkları, hele hele gerici hiç olmadıkları, doğru yaklaşıldığında bunların gerçekten bir devrimci kuvvet oldukları görülecektir. Ve bunların gerçekten bir devrimci haline getirilmesiyle de devrimimizin kaderi oldukça olumlu temelde daha hızlı bir gelişmeye tanık olacaktır. Bu da zaferi her zamankinden daha fazla imkan dahiline sokacaktır. Bu temelde görevlerimize yaklaşıyor, daha fazla başarı imkanını gerçekleştirebileceğimizi açıklıkla belirtiyoruz.

Parti Önderliği

Ekim 1990

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz