‘Kürtlere evet, PKK’ye hayır’ siyaseti dayatılıyor

0
357

Perwer YAŞ

Avrupa’nın Kürtlerle ve Kürt Özgürlük Hareketi ile ilişkileri, ABD ile ilişkilerinden ayrı ve bağımsız ele alınamaz. PKK karşıtlığını Türkiye ile siyasi ve ticari çıkar ilişkilerine ve pazarlık malzemesine dönüştüren Almanya, tamamen Türk devletinin arzu ve taleplerine uygun bir politika izlemektedir.

Türk devletinin yılın başından itibaren Kuzey Kürdistan’da artırdığı baskılar ile diğer parçalara yönelik yürüttüğü işgal saldırıları ile eş zamanlı olarak batılı ülkelerin Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı aldığı pozisyon dikkat çekiyor. Son günlerde ise özellikle İsveç ve Fransa’da Kürt siyasetçi ve aktivistlere yönelik ev baskınları, gözaltılar, tutuklamalar ve hatta oturum haklarının iptali gibi yöntemler yeniden devreye konuldu.

Geçtiğimiz Mart ayının son günlerinde başta Marsilya ve Paris olmak üzere Fransa’nın birçok kentinde 13 Kürt gözaltına alınmış, bunlardan 9’u tutuklanarak cezaevine konulmuştu. İsveç’te ise Stockholm hükümetinin parlamentodan geçirdiği ve geçtiğimiz yılın 1 Mart’ında yürürlüğe giren yeni terör yasaları, katliam yapan DAİŞ çeteleri yerine DAİŞ’e karşı savaşan Kürtlere uygulanmaya başlandı. Aynı şekilde salgından dolayı birçok duruşmanın iptal edildiği Almanya’da da anayasanın 129b maddesi gerekçe gösterilerek 10’a yakın Kürt siyasetçi ve aktivistin yargılanması sürüyor.

Avrupa’nın Kürt Özgürlük Hareketi’ne yaklaşımını yakından izleyen gazeteci-yazar Ferda Çetin’e göre Almanya’daki politikaya paralel olarak Fransa ve İsveç’te de son zamanlarda artış gösteren Kürtlere yönelik kriminalizasyon, gözaltı, tutuklama, banka hesaplarını dondurma ve yargılamalar, uygulanmakta olan “Master Plan”ın parçaları. Çetin, adı geçen planla neyin amaçlandığını, bu planın nasıl yürütüldüğünü ve hangi güçlerin planın başını çektiğini ANF’ye değerlendirdi.

Tarihsel bir pencereyle başlayalım: PKK önderliğindeki Kürt özgürlük mücadelesine yaklaşım ile batının son yüzyılda Kürt halkıyla kurduğu ilişki arasında nasıl bir bağ var?

Avrupa’nın ve ABD’nin geçmişten günümüze süregelen Kürt politikası, esas olarak Kürt halkıyla doğrudan geliştirmek istedikleri bir ilişki değil; Kürdistan’ı sömürgeleştiren devletlerle ve güç dengeleri üzerinden kurulan “dolaylı” ilişkilerdir. Yalta, Sevr, Sykes Picot antlaşmaları ile egemenlerin 1916, 1921 ve 1945 yılında yaptıkları Ortadoğu paylaşım haritaları, Kürtleri özne görmeyen bu “dolaylılığı” teyit etmektedir. 

1979 yılında İran’da Rıza Pehlevi, monarşisinin yıkılarak “İran İslam Devrimi”nin kurulması; 2003 yılında ABD ve İngiltere’nin öncülüğünde Irak’ın işgali; 2014 yılında DAİŞ’in Irak ve Suriye’yi işgali, Ortadoğu’daki statükoyu ve dengeleri yıkan kırılma anlarıydı. Bu krizler ve yıkımlar, statüsüz Kürtler bakımından önemli fırsatlar ve imkanlar açığa çıkardı. Irak’ta Güney Kürdistan statüsünün oluşması, Suriye’de Rojava Özerk yönetiminin ilan edilmesi, Batı-Kürt ilişkilerinde yeni bir durum yarattı.

ABD ve Avrupa devletleri, Kürtlerle “iyi ilişkiler” içinde olmalarına, Irak ve Suriye’de DAİŞ’e karşı savaşta aynı koalisyon içinde yer almalarına rağmen Kürtlerin kazanımlarını büyütmeleri ve uluslararası statüye dönüştürmeleri konusunda bir ortak gibi değil, karşıt güçler gibi davranmaya devam etmektedir. Bu durum, Güney Kürdistan’daki referandum ve Rojava’da demokratik özerklik ilanında daha görünür bir hal aldı.

Burada son yıllarda sıkça dile getirilen “iyi Kürtler” ve “kötü Kürtler” yaklaşımı ortaya çıkıyor. Sizce böyle bir ayrım nerede başlıyor?

Evet, ABD ve Avrupa devletleri Kürt halkını ve Kürt siyasi hareketlerini yekpare ve bütünlüklü bir yapı gibi de ele almamakta, kendi ideolojik-politik anlayışlarına göre tasnifler ve ayrıştırmalar da yapmaktadır. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve İsveç, uzun yıllardır bir program çerçevesinde ve her biri “kendi Kürdünü” yaratma mücadelesi vermektedir. “İyi Kürtler”, “kötü Kürtler” tanımlamaları, bu güçlerin ölçü ve beğenileri sonucu ortaya çıkmıştır.

ABD, 11 Eylül 2020 günü Doha’da El Kaide örgütü ile görüşmeye başladı. Buna paralel olarak Afganistan’da hükümet ile Talibanlar arasında görüşme süreci başlattı. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, birkaç gün önce Yemen’deki Ensarallah örgütünün “terör listesinden” çıkarıldığını açıkladı.

Ancak diğer tarafta Kürdistan’ın en büyük ve en etkili siyasi gücü olan PKK, ısrarla hem AB’nin hem de ABD’nin “terör” listelerinde tutuluyor. Bu konuda uluslararası bir işbirliği var mı?

PKK’ye yönelik yasağa dünya ölçeğinde ABD, Avrupa’da ise Almanya öncülük etmektedir fakat “terör” ve “terörist” yaftalamasının sadece bu iki devlet ile sınırlı olmadığını, uluslararası bir eşgüdüm ve işbirliği çerçevesinde geliştiği de bir gerçektir. Bu döngünün en somut kanıtlarından biri, Wikileaks belgesi sayesinde Belçika’daki PKK davası dosyasına giren yazışmalardır. Bu belge açık bir biçimde göstermektedir ki Almanya, Fransa, Danimarka ve Belçika’da açılan PKK davaları, siyasi baskı ile açılan, ABD’nin müdahil olduğu davalardır. Brüksel PKK davası sürerken ABD, Belçika ve Türkiye temsilcileri sık sık bir araya gelmiş, davaya etki yapmak için yol ve yöntem arayışı içine girmişlerdir.

ABD Ankara Büyükelçiliği’nden Nancy McEdowney, 2 Mayıs 2006 tarihinde ABD’ye gönderdiği bilgi notunda, Türkiye’nin taleplerine uygun biçimde Belçika’ya müdahale edilmesini öneriyor. 15 Şubat 2007’de gönderdiği mesajda ise Ankara’nın, Fransa ve Belçika’da PKK’lilerin yakalanmasından memnun olduğu belirtiliyor. ABD Ankara Büyükelçisi, “Biz şimdi Avrupa-Türkiye-ABD arasındaki istihbarat paylaşımını daha da derinleştirmeliyiz. PKK’nin propaganda organları olan ROJ TV ve Fırat News’in çalışmalarını engellemek için işbirliği yapmalıyız” diyor. Kopenhag’da açılan ROJ TV davasının ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Danimarka hükümetine yazdığı talimat ile açıldığı, Danimarka basınında ve parlamentoda uzun süre tartışılmış; ROJ TV’nin kapatılması karşılığında Danimarka Başbakanı Rasmussen, NATO Genel Sekreteri olarak ödüllendirilmişti.

Avrupa’nın Kürt Özgürlük Hareketi ile ilişkilerini ABD ekseninde mi ele almalıyız? Bu denklemde Alman devleti nasıl bir rol oynuyor?

Şüphesiz Avrupa’nın Kürtlerle ve Kürt Özgürlük Hareketi ile ilişkileri, ABD ile ilişkilerinden ayrı ve bağımsız ele alınamaz. PKK karşıtlığını Türkiye ile siyasi ve ticari çıkar ilişkilerine ve pazarlık malzemesine dönüştüren Almanya, tamamen Türk devletinin arzu ve taleplerine uygun bir politika izlemektedir.

Almanya Cumhuriyetçi Avukatlar Derneği Başkanı Dr. Peer Stolle, terör suçlaması ve yasaklar konusunda, “PKK yasağı Alman orijinlidir. Almanya’daki PKK yasağı, siyasi bir tutumun sonucu verilmiş bir karardır” diyor. Av. Lukas Theune ise Almanya’nın PKK yasağındaki ısrarını sistem ve rejim karşıtlığı ile ifade ediyor ve “Kürt özgürlük hareketinin antikapitalist bir çizgisi var, kapitalizmin önemli bir merkezi olan Almanya bunu kendisi açısından tehlikeli görüyor. PKK, alternatif bir toplum yaratmak istediği için Alman devleti tarafından kriminalize ediliyor” diyor.

PKK’yi kendi sistemleri için tehlike ve tehdit görenler, bir iş bölümü içinde “terör listesi” ve yasaklar geliştiriyor. Bu ithamlar, PKK’nin bu ülkelere yönelik şiddet eylemlerinden değil, Av. Lukas Theune’nin belirttiği gibi PKK’nin antikapitalist çizgisinden kaynaklanıyor. Oysa Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da, Amerika’da, İsveç’te PKK’den daha “radikal”, daha sert antikapitalist siyasi partiler, bu devletleri açıktan tehdit eden örgütler de var ve bunlar “terörizm” suçlamasıyla karşılaşmadan, listelere alınmadan rahatça faaliyetlerini de sürdürüyorlar.

Peki PKK’nin listede kalmasında neden bu kadar ısrar ediliyor? PKK’yi sözünü ettiğiniz örgüt ve hareketlerden ayıran temel özellikler neler?

PKK’nin teoride söylediklerini pratikleştirmesi, savunduğu fikirleri toplumsallaştırarak alternatif bir sistem oluşturma gücü ve yeteneği, kapitalizmin sahiplerini korkutuyor ve huzursuz ediyor. PKK sadece Kürtlerin özgürlüğü için mücadele eden bir hareket olarak kalmıyor, “imparator”un yegane idaresine ve “dünyanın sonu” hikayesine ölümcül darbeler vuruyor. Bu sistemin baskısı altındaki insanlara, kadınlara, yoksullara ve dünyanın mağdurlarına, başka bir yaşamın ve başka bir sistemin mümkün olduğunu gösteriyor.

Kapitalizmin sahipleri, mevcut dünya sistemini Hegel’in mükemmel devletinin son aşaması sayıyor, reel sosyalizmin yıkılmasından sonra da bunun alternatifsiz olduğuna inanıyor. PKK, oluşturduğu alternatif yaşam ve yönetim sistemi ile kapitalizmi sistematik bir şekilde teşhir ediyor. Devletler arasında oluşan ittifakların ve PKK’ye karşı gelişen düşmanlığın esas nedeni budur.

Son dönemlerde İsveç cephesinde de garip diyebileceğimiz gelişmeler oldu. Palme cinayetinden yıllarca suçlanan Kürtlerden özür dilemesi gereken İsveç hükümeti, yeni çıkardığı yasalarla neden Kürt aktivist ve siyasetçilerini hedef aldı?

26 Ekim 2020 tarihinde İsveç Parlamentosu’nda milletvekili Amineh Kakabaveh, Dışişleri Bakanı Ann Lind ile tartışıyor ve “PKK terör listesinden çıkarılmadıkça Türkiye, ‘terörizmle mücadele’ bahanesiyle, Rojava’daki işgalini sürdürecek ve Güney Kürdistan’ı bombalamaya devam edecektir” diyordu. Ann Lind, Avrupa Birliği ve İsveç’in 2002 yılından beri PKK’yi terör listesine aldığını, listeden çıkarılmanın gündeme getirilmeyeceğini belirtiyordu.

Olof Palme’nin 28 Şubat 1986 günü katledilmesini Kürt halkı ve PKK’nin üzerine yıkmak için olağanüstü bir faaliyet yürüten ve bu yolda “başarılı” olan İsveç devleti, yıllar sonra PKK’nin bu olayla bir ilişkisinin olmadığını ve gerçek katilin açığa çıkmasını, basit ve sıradan bir gelişme düzeyine indirgeyerek günahlarından sıyrılmayı düşünmektedir. Oysa Palme cinayeti, Almanya’daki yasakların başlangıcı olduğu gibi, Avrupa’da, daha sonraki tüm yasak ve suçlamaların temel malzemesi haline getirilmişti. Bu rolü ve misyonu, Avrupa adına zamanın İsveç hükümeti ve istihbaratı üstlendi.

Almanya’daki politikaya paralel olarak Fransa ve İsveç’te de son zamanlarda artış gösteren Kürtlere yönelik kriminalizasyon, gözaltı, tutuklama, banka hesaplarını dondurma ve yargılamalar, uygulanmakta olan “Master Plan”ın parçalarıdır. Almanya, PKK’ye ve Almanya’da yaşayan Kürtlere karşı katı ve düşmanca tutumunda ısrar ediyor. Yasak ve “terör” suçlamaları için somut olaylar, makul gerekçeler, tanık ve kanıt ihtiyacı duymaksızın Ceza yasasının 129/b maddesine sığınmakta; böylece insanları hiçbir kanıt veya somut olaya dayanmadan suçlayabilmekte; bu hukuk ve yasa çarpıtıcılığını Ortaçağ keyfiliği ile hala sürdürmektedir. ABD, Fransa ve İsveç, bir eşgüdüm ve ortaklık içinde, “Kürtlere evet, PKK’ye hayır” politikası geliştirmektedir.

Rojava, Şengal ve hatta Mexmûr’un Türk devletinin saldırılarına açık hale gelmesi, dayatılan bu politika yüzünden midir?

2014 yılında Rojava, Kobanê, Şengal ve Mexmûr’da Kürt halkı ve PKK gerillalarının DAİŞ’e karşı geliştirdiği mücadele ile birlikte Kürt halkına ve PKK’ye karşı bir ilgi ve sempati gelişti. Sempati sadece savaştaki cesaret ve başarı ile ilgili değildi. Dünya kamuoyu, PKK gerillalarını ve Kürt kadınlarını tanıdıkça Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı ve onun Kürtler için ve Ortadoğu için önerdiği sistemi tanımaya ve anlamaya başladı. Günümüzde Rojava, Şengal ve Mexmûr’un Türk devletinin saldırılarına açık hale getirilmesinin yegane nedeni, buralarda inşa edilen sistemin, görünen ve yaşayan örnekler olarak, kapitalizme alternatif olması; başka bir dünyanın, başka bir hayatın mümkün kılınıyor olmasıdır.

DAİŞ Irak ve Suriye’de yenilgiye uğratıldıktan sonra BM, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve İsveç, yeni bir planlama geliştirmektedir. Bir yandan Kürtlerle yoğun görüşme ve diplomasi trafiği içinde insani yardımlar ve ekonomik destekler sunarken, öte yandan 40 yıldır devam eden Kürdistan Özgürlük mücadelesini ve onun öncüsünü tasfiye faaliyeti yürütülmektedir. PKK’nin tasfiyesini amaçlayan bu plana Türkiye ve KDP ortak edilmiş ve bunlar belli roller de üstlenmişlerdir. Fakat bu tasfiye planı, Bakur, Başur, Rojhilat ve Rojava halkı nazarında kabul görmediği için bu kez yönetimler ve siyasi partiler üzerinden çelişki yaratarak halkın birliğini parçalama ve ayrıştırma faaliyetleri yürütülmektedir.

ABD eski Güvenlik Danışmanı John Bolton, “Olayların Yaşandığı Oda” isimli kitabında, ABD ve Rusya’nın Rojava Devrimi’ni özünden kopararak deforme etme faaliyetlerini anlatmaktadır. Bolton, Rojava’yı Türkiye eliyle baskı altına alarak tavizler koparma planı ile Kuzey’de ve Başur’da Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik tasfiye planının paralel bir şekilde yürütüldüğünü anlatıyor. ABD, AB, Rusya, Suriye ve Türkiye, aralarındaki çelişki ve anlaşmazlıklara rağmen başından beri stratejik bir ortaklık içindedir. ABD, Rusya ve AB, Türkiye’nin, Rojava’nın işgaline onay ve destek sunmuş; böylece Kürtlerin 2014 yılında ilan ettikleri Cizîr, Kobanê ve Efrîn kantonlarının birleşerek Rojava Özerk Kürt Bölgesi’nin inşası engellenmiştir.

Peki Avrupa’daki baskı ve kriminalizasyon siyaseti ile Türk devletinin son saldırıları arasında nasıl bir ilişki var?

Türkiye/DAİŞ güçleri, Güney Kürdistan’ı bir baştan bir başa işgal ederken BM’nin, Irak hükümetinin, KDP’nin işgali seyretmesi olağan ve normal değil, uluslararası koalisyonun onayını ve ortaklığını gösterir. Bu kadar pervasızlık ve bu kadar cüretkarlık, Türkiye’nin ne askeri ne de siyasi gücü ile izah edilebilir. Dolayısıyla içinden geçtiğimiz süreçte Kürt Halk Önderi Öcalan üzerindeki ağır tecrit ve bu tecride karşı Avrupa Konseyi ile CPT’nin suskunluğu; Efrîn, Serêkaniyê ve Girê Spî’nin işgali; Türkiye, KDP ve Irak ortaklığı ile Şengal’e karşı yapılan anlaşma; HDP’ye yönelik gözaltı, tutuklama ve ceza tehditleri, belediyelerin gasp edilmesi ile Almanya, Fransa ve İsveç’teki baskılar arasında doğrudan ve kuvvetli bir ilişki vardır.

Kaynak: ANF

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here