Kadın özgürlük mücadelesinin dünyanın her köşe bucağında yükseldiği bir dönemi yaşıyoruz. Yanı sıra kadın katliamları ve çocuklara yönelik her türlü şiddetin de arttığı bir dönem. Egemen zihniyet şiddeti artırarak kadınları eve kapatmaya çalışsa da, bu saldırılar kadınların mücadele azmini, inadını ve ısrarını büyütmekten öteye etki etmiyor. Ancak kadın ve çocukların can güvenliği en acil gündemlerden biri. Her güne en az bir kadın cinayetiyle uyanıyoruz. Katiller ya aileden eş, baba, abi, sevgili, yakın akraba, ya da hiç tanınmayan yabancılar. Bu artış ciddi sorgulamaları da geliştiriyor. Aile içi şiddet de kadın katliamları konusu kadar gündemi işgal eden öncelikli başlıklar arasında.
Şubat ayında da birçok kadın cinayeti işlendi. Bunlardan Ş.Y. cinayeti sosyal medya aracılığıyla toplumun gündemine taşındı. 6 Şubat akşamı Ankara’nın Çubuk ilçesinde yaşanan olayda lise öğrencisi 17 yaşındaki Ş.Y. babası H.Y. tarafından öldürüldü. Bu cinayetin gerekçesi, babanın kızının erkek arkadaşı olduğunu öğrenmesi üzerine gerçekleştiği öğrenildi. Cinayetin ardından kızının katili baba H.Y tutuklandı. Ş.Y’nin annesi ise eşinin panik atak olduğunu, o gün ilaçlarını almadığını, kızını öldürse bile katil olmadığını açıkladı. Bu ifadelere sosyal medya üzerinden yoğun tepki geldi.
H.Y.’nin “hasta” olduğu bilgisi de önemli bir konu. Okul arkadaşları ise BBC’ye verdiği demeçte Şeyma’nın erkek arkadaşı olmadığını, babasıyla ilişkilerinin iyi olduğunu, olayın gerçek sebebinin araştırılması gerektiğini ifade etti. Tüm bu tablo cevaplanmayı bekleyen birçok soru anlamına geliyor.
Ş.Y’nin babası hasta ise -ki aile öyle diyor- neden panik atak birine silah satılır?
Erkek arkadaşı olması bir baba için nasıl bir anlam ifade eder?
“Babasıyla arası çok iyiydi” tanımı bu cinayetin neresinde duruyor?
Kızını kaybetmiş anne Y. eşini böyle bir konuda bile neden koruma ihtiyacı duyar?
Kadın cinayetlerinin tavan yaptığı böyle bir dönemde tüm bu sorular, belki cinayeti hukuki anlamda aydınlatmaz -ki hukuk da bu soruları sormayacak, tekniki ve toplumsal kodlar üzerinden bakacaktır- ancak bir babanın kızını katletmesine götüren yolun nasıl döşendiğini anlatabilir. Ş.Y. cinayetinin şahsında binlerce cinayetin yollarını döşeyen sorgulamayı aile kurumu, misyonu ve ilişkileri üzerinden yapmak daha gerçekçi sonuçlar açığa çıkarabilir.
Aile devletin kök hücresidir
Kuşkusuz aile kavramı tarihsel gelişimi içerisinde oldukça geniş ve uzun bir konu. Yapılan arkeolojik ve antropolojik araştırmalarda, insanlık tarihinin gelişimi içerisinde ataerkil toplumlar öncesi, günümüz aile yapılanması ve işlevi gibi bir yapılanmanın olmadığı ortaya çıkmıştır. Kadına, yani ‘Anasoya’ dayalı yaşamın hakim olduğu, toplumun ana etrafında şekillendiği, toplumsal ihtiyaçların komünal emek, üretim ve yasalarla işlediği bir dönem tarif edilir. Hakim olan kadın otoritesi verimlilik ve doğurganlıktan kaynaklanan, toplumsal varoluşu güçlendiren bir otoritedir. Aileye ait ilk izler klan yapısı içerisinde adım adım boy vermiştir. Klan özünde büyük bir aileyi ifade eder. İnsanlığın klan aşamasına gelmesi yüzbinlerce yıllık deneyimle oluşup binlerce yıl sürmüştür. Kadın etrafında oluşan yaşam, erkeğin insanlaşması, insanlığın toplumsallaşması kadın emeği ve yaratımları etrafında gelişmiştir. Topluluğu korumak, ihtiyaçlarını karşılamak, varlığını sürdürmek, kadın emeğine dayalı olarak gelişmiştir. Yapılan araştırmalarda açığa çıkan bulgulardan hareketle bu dönem, savaş ve gaspın olmadığı bir dönem olarak tanımlanır. Ailede erkeğin hakim olması uzun ve çok yönlü bir savaşımın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönem yaklaşık 2000 yıllık çatışmalı bir dönemdir. Kadın, yarattığı değerleri elinde tutabilmek, koruyabilmek için oldukça önemli bir mücadele yürütmüştür. Aile, devletin döl yatağı olarak şekillenmiş, devlet-iktidar ilişkilerinin kurumlaştığı bir alan haline gelmiştir. Ailede geliştirilen ilişki biçimi devletli toplumların süreklileştiği kök hücre rolünü almıştır. Dolayısıyla ‘kadının kaybedişi ve kayboluşu toplum adına büyük düşüş ve kaybediştir. Cinsiyetçi toplum bu düşüşün ve kaybedişin sonucudur.’
Erkeğin küçük devleti olarak aile
M.Ö 5000’lerde erkek egemenlikli hiyerarşik otorite altında ataerkil aile dönemine geçildi. Kadın üzerindeki sahiplik ilk mülkiyet düşüncesinin temeli oldu. Erkek yani ‘babasoy’ etrafında dönüşüme uğrayan ailenin kurulları, ilişkileri, üretimi erkeğe göre şekillendi. Baba artık toplumun temel ögesi, yasa koyucusu, hak sahibidir. Kadın ise emeği ve bedeni başta olmak üzere erkeğin denetimine giren, bütün ürettikleri inkar edilerek elinden alınan bir statüye düşürülmüştür. ‘Aile bu toplumsal bağlamda erkeğin küçük devleti olarak inşa edilmiştir. Uygarlık tarihinde aile denilen kurumun mevcut tarzıyla sürekli yetkinleşmesi, iktidar ve devlet aygıtlarına verdiği büyük güç nedeniyledir. Birincisi; erkek etrafında iktidarlaştırılan aile ve devlet toplumunun hücresi kılınmaktadır. İkincisi; aile ile kadının sınırsız karşılıksız çalışması güvenceye alınmaktadır. Üçüncüsü; çocuk yetiştirip nüfus ihtiyacını karşılamaktadır. Dördüncüsü; rol modeli olarak tüm topluma kölelik ve düşkünlük yaymaktadır. Aile bu içeriğiyle aslında bir ideolojidir’. Bu dönem toplumsal cinsiyet rollerinin de kurumlaştığı bir dönemdir.
Ataerkil toplumsal rollere göre erkek; insan, yurttaş, hakim, otoriter, yasa koyucu ve yürütücü reistir. Kadın ise; insandan sayılmayan, yurttaşlık hakları olmayan, yasaların oluşumunda iradesi tanınmayan, özel alanda ise toplumsal rolü erkeğin çocuklarını doğurup büyüten, bakımını üstlenen, varlığı ve emeğiyle hizmete endeksli bir yaşamın sahibidir.
Kadın ve çocuk babanın mülkü olduğu için her türlü kullanım hakkına sahiptir. Öldürmek de dahil olmak üzere sınırsız yetki ile donanmıştır. Erkek olmak, adam olmak bu egemenliğin kullanımıyla eşdeğerdedir. Aile kurumunun en çarpıcı yanı temelinde sevgi olduğu yanılgısıdır. Oysa egemenliğin at sürdüğü bir zeminde gerçek sevgiden ziyade, zorunlu bir bağlılık olur. Bu bağlılık sadece kan bağı değildir. Aynı zamanda cinsiyetçi toplumun kadını erkeğe, erkeği devlete bağlayan cinsiyetçi kodlardır. Dolayısıyla kadın cinayetleri, çocuk tecavüzleri, savaş, şiddet bu zorunlu bağların zihniyet kodları çözülmeden aşılması mümkün değildir. Değişimin kök hücreden yani aile ilişkilerinden başlaması gereklidir.
Cinsiyetçilik iktidar ideolojisidir
Baştaki sorulara dönersek; Ş.Y’nin babasının gerçekten de sağlık sorunu olabilir. Tedavi altında olabilir. Ancak son tahlilde bir aile reisidir, babadır. Hasta da olsa silah taşıması “normal”dir. Devletin ruhsat veren kurumları, ruhsat alan kişinin cinsiyetini ve konumunu böyle gözetmiştir. Silah taşıma ehliyeti ikincil bir konudur. Diğer önemli ve çarpıcı konu, bu ve benzeri bütün cinayetlerde erkeğin hastalık düzeyi ne olursa olsun, zihin duvarında kadını öldürme kodunun hiç silinmiyor veya değişmiyor olmasıdır. Hasta olan babalar, abiler, amcalar, sevgililer veya erkeklerin hiçbirinin zihinde, öldürmek, hele de bir kadını veya çocuğu öldürmek kodunun varlığını korumasıdır. Bu kod o denli derin ve kök salmıştır ki, kısmen aşılmak, azıcık değiştirilmek istense de önce kendi topluluğunun dışına itilmesini göze alması, ‘namus’, onur, ‘şeref’, ‘adam’lık gibi olguları yaşamından uzaklaştırması gerekiyor. Ki egemen zihniyetle yoğrulmuş bir insan için ‘yok olmak’ anlamına gelir. Böyle bir durum karşısında ölmek veya cezaevine girmek daha evladır.
Baba hakimiyetinin, kurullarının bir ailede öncelikle kadınlar üzerinden kurulduğunu tekrar hatırlatmak yararlı olur. Baba ile ‘eş/anne/kadın’ arasındaki ilişki mülkiyet ilişkisidir. Kadın her bakımdan erkeğin mülküdür. Bir kadının, erkeğin ‘karısı’ olması toplumsal cinsiyet rolleriyle belirlenmiş, kadının bedeni, ruhu, duyguları, emeği ile yani her şeyi ile erkeğe ait olması demektir. (En demokrat olduğunu iddia edenleri de katarak söylüyorum; %99.9 böyledir, %1’e de değişime olan inanç babında bakıyorum). Erkeğin birincil iktidar alanını yani erkekliğini inşa ettiği bir alandır. Bütün çocuklar da aile reisinin maddi ve manevi mal varlığıdır, zürriyetidir, geleceğidir, soy sürdürenidir. İktidar alanıdır. Erkeği erkek yapan ikincil faktördür. Özellikle kız çocukları önemli faktördür. Bir yandan kadının sadakati, aileye olan bağlılığı, ailenin en zor koşullarda her zaman yanında yer alan pragmatik özellikler taşımaktadır. Öte yandan namusu olması, namusunu koruması erkekliğini koruması anlamına gelmektedir. Babanın kızıyla arasının iyi olmasında bu yanları görmek yanlış olmaz.
Tabii sapık aile reisleri de az değil (ensest ilişkisi hala toplumlarda açıkça konuşulabiliyor değil). Egemenlik ya kaba kurallar ve baskıyla inşa edilir, ya da inceltilmiş, kısmen kadına veya çocuğa söz hakkı tanıyan ama asla kendi kuralları dışına çıkmasına izin verilmeyen bir ilişki biçimi ile sağlanır. İşte baba kız ilişkisinde iyilik ve kötülük bu gerçeğe tekabül ediyor. İki özgür bireyin, ‘babalık’ ve ‘kızlık’ ilişkisi değildir. Zihinsel kodunda bir mülkiyet olgusu bulunmaktadır.
Aile ‘özel alan’dır
‘Modern aile’lerde ebeveynlerin çocuklarıyla daha paylaşımcı olduğu kabul gören bir yan olsa da gerçekte egemen zihniyetin kabul sınırlarından ibarettir. Bu ilişki biçiminde de kadınların özgür tercihleri değil ait olduğu, toplum, sınıf veya kesimin zihin duvarlarıyla sınırlıdır.
Buradaki anne faktörü de oldukça önemlidir. Ataerkil aile ile birlikte, kendine, emeğine, varlığına, cinsine yabancılaşmış bir kadın gerçeği vardı. Ailesinden ‘eti senin kemiği benim’ ilkesi ile ayrılmış, toplumda yalnız yaşama koşulları neredeyse olmayan, bütün varlığını ailesine adamış bir kadınlık gerçeği var karşımızda. Eşi, yani ‘kocası’ her şeyidir. Koruyanı, kollayanı, emek getireni, ailesine bakanı, kural koyanı, namusunu koruyanıdır. Aile ‘özel alan’dır, dolayısıyla o hane içersinde yaşananlar da özeldir ve herkesten saklanmalıdır. İyi eş olmak, sırrı dışarı vermemek ve ‘koca’sının başını aşıyana eğmektir. Eşini korumak, devletini korumaktır. İnancını korumaktır. Geçmişini ve geleceğini korumaktır. Her şeyden önce kendisini de korumaktır. Zihniyet budur. Böyle bakılmaktadır. Özel olarak kimsenin bunu söylemesine ve istemesine gerek yoktur. Binyılların edinimlerinden öğrendiği zihinsel kodlama böyle koşullamakta, davrandırmaktadır. Bu anlamda gönüllüdür. Ancak cinsiyetçi toplum içerisinde de böyle davranmaya zorunludur. Yoksa ‘anne’ ve ‘eş’ olarak kendi varlığını bitirmiş olacaktır.
İşte en yalın ve genel hatları ile aile budur, böyledir. Bu konuda uzağa bakmaya gerek yok, herkes en yakınına bakarsa günübirlik ilişkilerden ne çok şeyle karşılaşır oysa.
Bir olay üzerinden toplumsal cinsiyet kodlarına varma amacı, bir annenin, ailenin, toplumun acılarını derinleştirmek değil. Kadın cinayetlerinin sadece hukuki tedbirlerle engellenemeyeceği gerçeğini ifade etmektir. Caydırıcı yasal tedbirler önemli olmakla birlikte kalıcı değildir. Kalıcı olan başta aile kurumu olmak üzere toplumun cinsiyetçi kodlarının değişmesidir.
Cinsiyetçiliğe hiyerarşinin ortaya çıkışından beri iktidar ideolojisi olarak anlam yüklenmiştir. Tüm eşitsizlikleri, kölelikleri, despotlukları, faşizmi ve militarizmi besleyen ilişkiler ana kaynağını bu ilişki biçiminden alır. Şiddetin, katliamın, savaşın, eşitsizliğin, köleliğin hüküm sürdüğü bu devranı değiştirmek için öncelikle kadın etrafında örülen egemen ilişkiler ağını çözmek ve alternatif üretmek lazım. Aile ilişkilerinin demokratikleşmesi, toplumsal değişimi ve demokratikleşmeyi beraberinde getirecektir. Bunun için de öncelikli olarak kadın bilinçlenmesi ve örgütlenmesini büyütmek ve böylelikle toplumun değişimini sağlamak gerekiyor. Peki mümkün mü? Evet zor ama imkansız değil.
Hacer ALTUNSOY
NEWAYA JİN