Mazlum’un son gecesi

0
438

“Ölümler vardır tüy kadar hafif, ölümler vardır Tay dağı kadar büyüktür…”

FUAT KAV/Yeni Özgür Politika

Tarihte kimi anlar vardır ki kazanmakla kaybetmek, var olmakla yok olmak, yücelmekle cüceleşmek paradoksal olarak iç içe yaşanır. Bu anlarda bilinmezlik, kaygı, ürkeklik, korku had safhaya ulaşır. Duygular mecrasını kaybeder, bilinç dumura uğrar, yürek ritmini yitirir, ruh çözülür. Kendini sorgulayıp çözümleyerek duygularını doğru mecraya yönelten ve bilinç yoğunluğuyla manevi derinliği yakalayan kişiler ancak böyle doğru olana ulaşabilir ve sorumlu oldukları tarih karşısında kendi rollerini oynayabilirler…
Bunlar önder kişiliklerdir. Önderler sezgilerini bilinçle yoğurup, duygu ve düşünce güçlerini birleştiren, böylelikle olay ve olgulardaki eğilim ve uzantıları kestirerek gidişata yön veren, içinde bulundukları dönemin tüm acılarını, sevinçlerini ruhlarının derinliklerinde yaşayan, düşünce, eylem ve yaşam tarzlarıyla insanlığı etkileyen kişilerdir.
Kötü günleri iyi günlere, çirkini güzele, karanlığı aydınlığa, olumsuzluğu olumluluğa, yenilgiyi yengiye dönüştürmesini bilenlerdir. Önderliklerinin gereklerine uyarak kendilerine, bağlılarına ve davalarına yön verenlerdir. Zaten bundan dolayıdır ki onlar söz ve eylem sahibi olmuş ve tarihe damgalarını vurmuşlardır.
Yaşanan anı doğru analiz ederek bilince çıkarmak ve yaşanacakları doğru öngörerek önlem almayı başarmak önder kişiliklerin temel özelliklerindendir. Acılar içinde kıvranmak, korkunç trajediler yaşamak kaderlerinin vazgeçilmezleri arasındadır. Çünkü insanlığa yol göstermek, zifiri karanlıkta ışık olmak, çıkış kapıları açmak oldukça zordur. Eskilerin deyimiyle dertlere derman olmak, çağın, insanlığın acılarına ortaklık etmek, tüm bunları etinde kemiğinde yaşamak, onlar için daima olmazsa olmaz alın yazısı olmuştur.
O yüzden önder olmak zordur…

Mazlum, Kemal ve Hayri
Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’nde önder olmak çok daha zordu. Hele binlerce tutuklunun rotasını kaybettiği o fırtınalı günlerde önderlik yapmak, sözcüklerle ifade edilemeyecek kadar zordu. Hiç kuşkusuz ki birçok önder; fırtınalı günleri, acı dolu zamanları yaşamış, kurşuna dizilen, kılıçla biçilen, karnı deşilen arkadaşlarını görmüştür. Veya yitip giden, gidenlerin ardından bakakalan kılıç artığı ordularıyla savaşlar kaybedebilmiştir. Ama bütün bu acılardan helak olmaksızın, kendileri ve temsil ettikleri için yazılmış ölümcül kaderleri yırtmayı, yeniden yüklenerek zafer kazanmayı bilmiş olanlar müstesnadır ve tarihte pek ayrıcalıklı yerlere otururlar.
5 No’luda önder olmak; ölümle yaşamın birleştiği keskin çizgide doğru düşünmeyi, doğru anlama ve doğru yaşamayı gerektiriyordu. Sadece siyasal ve ideolojik birikime değil, aynı zamanda yüksek ahlaki değerlere, büyük vicdana, bitmez tükenmez bir manevi ve ruhsal güce de sahip olmayı kaçınılmaz kılıyordu. 5 No’lu zindanında önderlik konumunu sürdüren Mazlum, Kemal ve Hayriler tam üç yıl boyunca yoğun vahşete maruz kaldılar hem yıllarca önderlik ettikleri arkadaşlarının işkence altındaki çığlıklarını dinleyip ölümlerine şahit oldular. Kendilerine yapılan zulmü umursamadılar pek, ama arkadaşlarına yapılanları asla hazmedemediler. Her çığlığın bitmez tükenmez acısını yaşadılar, her iniltiyi yüreklerinin derinliklerinde duydular. 
Her işkence seansından sonra arayıp güç vererek kendilerini izleyen arkadaşlarının acılarına ve sevinçlerine ortak oldular, dertlerine çözüm aradılar. Bazen kızdılar, bazen hüzne ve acıya boğuldular ama asla sitem etmediler, tek milim geriye düşmediler. Hep önde, hep ilerideydiler. En zor, en çetin eyleme bizzat katılarak önde yürüdüler…
Her birisi bir Prometheus kadar yürekli, cesaretli, öfkeli, en az onun kadar direnme ruhuna sahiptiler. Propetheus gibi isyanın en ön saflarında zalimlerle savaşmayı bir yaşam biçimi olarak benimsemişlerdi. 
Mazlum Doğan bir avuç tutsağın şahsında insanlığı bir kaya parçasına bağlamış her gün biraz daha ölüme götüren zalimlere karşı çok daha öfkeli ve isyanı Prometheusçaydı. Bu nedenle önce ben olmalıyım, ben savaşmalı, ben ölmeliyim diyordu…
Mazlum direniş ruhuyla kavrulan bütün yüreklerin, partili yoldaşlarının, zulüm altında inim inim inleyen tutsakların ona odaklandıklarını biliyordu. Bu nedenle kendini çağımızın Prometheusu’nun görevini üstlenmek istiyordu. Bir Promtheus ancak yeryüzündeki tanrılara karşı savaşabilir. “Ciğerleri her gün kendisini yeniden yenileyen bir Prometheus ancak tanrılara karşı dövüşebilir”, burada, bu zindanda birçok Prometheus var ancak herkesten önce ben fiili olarak dövüşmeliyim diye” diye düşünüyordu.
Diyarbakır 5 No’lu zindanında vahşet kudurmuştu adeta.
Çıldırmıştı işkence…
Şaha kalkmıştı zulüm… 
Zehirlenmiş gerçekle düşler arasında gidip gelen tutsak ömürler, kana bulanmıştı…
Kaldırılması son derece zor bir dağ gibi ağırlaşmıştı hayat!
Duygular kırılmış,
Düşler kananmış,
Umutlar paramparça olmuştu…
Tutsakların gücü o kapkara delikte emilip gitmişti,
Zifiri karanlıktı her yer…
Bu karanlık içinde hayatı zindan eden koca bir hayalet dolaşıyordu. Tarifi mümkün olmayan bir hayalet. Hem her şeydi, hem de hiçbir şey bu hayalet. Sadece insana benzemiyordu. Onun dışında her şeydi, evet her şey…
Tanrılaşan işkencecilerin gözü dönmüştü adeta. Dar, küf kokulu koridorlarda avını süzen zehirli birer yılan haline gelmişlerdi. Ya da günde üç insan beyniyle karnını doyuran birer Dehak’a dönüşmüşlerdi… Yüzlerindeki maskelerini çıkarttığında, nadir çirkinliğine yakışır çirkinlikteydiler… Her gün birkaç gencecik yaşamı kanlı meze olarak sofralarına servis ediyorlardı. Dişleri ve tırnaklarıyla gencecik bedenleri paralama hazzını yaşarken, her gün buz gibi beton zeminine yatırılmış onlarca çırılçıplak bedenler duruyordu. 
Böyle gidemezdi…
Hayat yaşanılamazdı böyle…
İnsanlık bu kadar vahşice katledilemezdi artık…
Bedenler daha fazla katlanamazdı acıya…

* * *
Mazlum kızgındı, öfkeliydi
Mezopotamya ilklerin anayurduydu, uygarlığın beşiği, insanlığın ilk durağıydı.
Ve Mezopotamya yeni bir ilke daha gebeydi, doğum sancıları yaşıyordu. Mezopotamya yine doğumun anası, onun önder çocukları ise ebesi olacaktı…
Ve Mazlum kızgındı, öfkeliydi, intikam yeminiyle doluydu…
Ve Newroz büyük bir hüzünle isyancısını bekliyordu…
 Ve zaman su gibi akıp geçiyordu. Mazlum her şeyin bu akış içinde hızla yok olup gittiğini görüyor, bu yok oluşu ruhunun derinliklerinde büyük bir  acıyla hissediyordu. Her gün, her saat, her dakika düşünüyor, koşulları gözden geçiriyor ama daha ziyade tutsakların genel duruşunu izleyerek karara ulaşmak istiyordu. Asıl önemsediği  ise kötü gidişatı durdurmaktı…
Bıkıp usanmadan, gece gündüz demeden yoğunlaşıyordu. Birçok eylem biçimi tasarlayıp yoğunlaşarak olgunlaşan düşünce süzgecinden geçiriyordu. Açlık grevini, fiili direnişi, kurallara uymayarak tavır almayı, yüzbaşıyla kavga etmeyi, küfür edip hiç bir şeyi kabul etmemeyi, ölüm orucunu…
Düşünüyordu. Kapılar açılır açılmaz gardiyanlara saldırıp tüm tutsakları isyana kaldırmayı düşlediği çok olurdu. Her akşam, kapılar kilitlendikten sonra oturup düşünmeye başlar, bazen sabahlardı. Bir eylem türünden ötekine, o düşünceden başkasına gidip gelirdi. Olabildiğince direndikten sonra esir düşen bir komutan gibi hissediyordu kendini. Esir bir komutan da olsa tek başına ne yapabilirdi? Asıl arayışı buydu. Başka komutanlar da vardı. Onlar da onun gibi esirdiler, düşmanlarının denetimi altında yalnız ve tek başınaydılar. Tecrit edildikleri hücrelerden çıkıp bir araya gelmeleri olanaksızdı. Gidişata ilişkin görüş alışverişinde bulunmalarıysa oldukça zordu. Herkes kendinden sorumlu olsa da, sonuçta ortak sorumlulukları vardı…
Mazlum süreçten kendisini sorumlu tutuyor ve çıkış yapma görevini üstlenmeye yöneliyordu. Kafa patlattığı buydu. Öyle ki bazen beyni duruyor, ruhu donuyordu…
“Bir komutan esaret altında da komutanlık yapmalı, öncülüğün gereklerine uymalı, en dipsiz dehlizlerde mutlaka bir çıkış yolu bulmalıydı” diye düşünüyordu. Komutanlar da askerleriyle birlikte esir düşebilirlerdi. Elbette bu kötü bir kaderdi. ‘Başa gelen çekilir’ denilir, o başına geleni çekecekti ama ‘kaderinde ne varsa ona razı olmak’ kısmını asla değil. Sonuçta ortada acı bir durum vardı; düşmanlarının elinde esirdi ve eğer bunu değiştiremeze asıl o zaman yenilgi kaçınılmaz kader olacaktı. 
Mutlaka bir şeyler yapılmalıydı, mutlaka… Bir çıkış yolu olmalıydı… Bir yol bulmalıydı… Gecenin son demine kadar düşünerek yoğunlaşmıştı. Ani bir hareketle ayağa kalkmış, karşı duvarda bulunan gözetleme deliğine bakmış, ‘zula’sından çıkardığı kırık aynayla ana kapıyı dikizledikten sonra, “iyi, izlenmiyorum” demişti kendi kendine. Yavaşça hücredeki tuvalet bölümüne bakmış, izlenmediğinden iyice emin olduktan sonra yüksek sesle düşünmeye başlamıştı. Riskli olsa da kendi sesini duymak, çözümü bulmak, duyabileceği bir sesle tartışmak istiyordu.
“Evet, bir komutan komutanlığını bilmelidir. Esir düşse de, olanakları yoksa da, elinde savaşacak askeri olmasa da, yine de bir yol bulmalı, şerefini esaret altında korumasını bilmeli, onurunu ezdirmemeli” dedi duyulacak bir fısıltıyla…
Düşünüp sil baştan başlamaktan, tasarlayıp yaz-boza çevirmekten beyni zonkluyordu. Oturduğu yerde uzanmıştı bir anda  yüzlerce soru hücum etmişti. Ruhunun en hassas tellerini didikleyip duruyordu sorular. Sabah olmak üzereydi. Oturup kaldığı beton sekiden doğrularak yavaş ve sessiz voltasına başladı her zamanki gibi. Değişik şeyler düşünmek istedi. Şekere üşüşen karınca ordusu misali kıpraşan soruları söküp atmak istedi kafasından. Adımları hızlanmıştı, yavaşlatarak yatağına uzandı. Gözlerini kapattı, uyumak istedi. Başaramadı. Dinlenme düşüncesini yakıp küle çeviren ateşli kasıntı sarıp sarmaladı ruhunu. Direnme fikrine tutunup dengesini buldu ve fitilini ateşledi. İçini yakıp kavurmaya başladı sorular. Bir an önce bir şey yapmak, düşmanın üstünlüğünü kırmak, partisel duruşla doğru hakim kılmak, ayağına takılan paslı prangayı söküp atmak gerekliydi. Tamam ama bunu nasıl başaracaktı?
Mazlum artık ‘ne yapmalı’ sorusu yerine, ‘nasıl yapmalı’ sorusuna yanıt arıyordu. Ne yapacağı netti. Kurallara uymayacak; teslimiyeti, dayatılan her şeyi reddedecekti ama bunu nasıl yapacağı, hangi yol ve yöntemi izleyeceği net değildi. Birçok yol ve bu yollardan ayrılan sayısız patika vardı. Bunlardan hangisini takip edeceği bir sorundu. Çözmek, bir an önce sonuca ulaşmak için kafa yoruyordu. 

Ya bugün ya da asla
Gecenin sonu gelmişti artık. Karşı bloğun çatısından güneş ışınları yükselmiş, sabah olmuştu, ama yeniden uzanarak düşünmeye, geçmiş süreci yaşamaya, yoldaşları, dava arkadaşları, birlikte ölümlere gidebilecek kadar birbirlerine güvenen siperdaşları olan Hayri, Kemal ve Karasu ile yaptığı konuşmaları yeniden hatırlamaya başlamıştı.
Bir gün bile beklenemezdi artık: Ya bugün ya da asla… Dün erkendi, yarınsa geçti, bugün tam zamanıydı… “Evet, evet; nasıl yapmalı sorusunun cevabı bu” diye fısıldadı.
“Nasıl olmalı” sorusunun yanıtını bulmuştu. Fedai bir eyleme ihtiyaç vardı. Eylemin yakın amacı koşulları bir bütün olarak değiştirme yerine daha çok tutuklulara yol göstermek, ölümüne direnişten başka bir yolun olmadığının mesajını vermekti. “Kendimizi feda etmesek bizim şahsımızda Kürt halkı, onun şahsında da insanlık kaybedecek. Bu bir felaket olur. Bu felaketi durdurmalı, insanlığın yenilmezliğini kanıtlamalıyız. Kürdün bitmez özgürlük aşkı bu karanlık dehlizlerde, bu kör kuyuda kendi canımızla, kanımızla yeşermeli. Kürdün yenilmez zafer çığlığı için; bedenimizi ortaya koymalı, feda etmeliyiz. Kürdün bitmeyen arayışı, sönmeyen yürek ateşi olmak, derdine derman, acısına çare, yürek yarasına merhem olmaktır…”
“Bu kutsal bir görev haline gelmişti. Ve bu kutsal görevi ben yapmalıyım, direniş bayrağını dikecek olan ben olmalıyım… Görev, benim görevim. Ölümü, ben göğüslemeliyim herkesten önce. İpi göğüslemeyi başarmalıyım ki, artık ölüm bize karşı kullanılamasın. Yenilebilsin. Özgürlük için hawarlar yankılanabilsin. ‘Yeter artık!’ denilsin ki, boğulsun bu zulüm. Hem de Newroz’da. Eylemim, direnişin ilk kıvılcımı Newroz’la olacak. Eylemi Newroz günü yapmalı ki, mesaj çarpıtılamasın, doğru anlaşılsın.” 
Artık daha fazla yapacağı bir şey kalmamıştı. Düşünmüş ve yoğunlaşarak kesin bir karara ulaşmıştı. Geeceyi bekleyecekti. Bekleyecek ve zamanı geldiğinde beton sekiden tuvaletin olduğu, duvarla ayrılmış arka kısma geçecekti…

21 Mart gecesi
Kısa ama dolu geçen bir ömrün son demindeydi. 20 Mart’ı 21’e bağlayan gece hayatının da son gecesi olacaktı. Evet, yarın Mazlum’un son günüydü. Yarından sonra fiziki olarak olmayacaktı ama yarından sonra da hem bu cehennemi yaşamayacaktı, hem de gökyüzünde daima parlayacak bir yıldız olacaktı. Aslında sadece bir yıldız değil tüm yıldızların, güneş ve ayın şavkından oluşan renkler cümbüşü haline gelecek ve gökyüzünde oluşup insanlığı kollayan renkler kuşağı haline gelecekti. Yani Mazlum yarın gece, Newroz gecisi alevler içinde, alazlar arasında evrenselleşen, Newrozlaşan bir önder olarak tarihteki yerini alacaktı….
Evt yarın gece, yarınki gecenin son deminde üç kibrit çöpüyle Newroz ateşini yaktıktan sonra bedenini katık edecekti Newroz’a. Newroz’u kutlayacak ve bir daha arkadaşlarının çığlıklarını duymayacaktı.
Birilerinden duymuştu, hayatın üç perdelik bir tiyatro oyunu olduğunu. Birinci perde; doğum, ikincisi; olgunluk, üçüncüsüyse; yaşlılık ve ölüm dönemi diye ayrılıyordu. Ama bir arkadaşı bu kıyaslama gündeme geldiğinde unutamadığı kanıtlar sıralamıştı:
Yaşamın üç perdelik bir tiyatro oyununa benzediği doğru ama bu mutlak bir doğru değil. Çünkü yaşam bazen bir veya iki perdelik de olabilir. Bazen ikinci perdeye, üçüncü perdeye gelmeden de yaşama veda edilebilir. Deniz Gezmiş boşuna mı idam mektubunda “önemli olan uzun yaşamak değil, kısa ama bu yaşama birçok şeyi sığdırarak yaşamaktır” diyordu. Bu kanıtlama anlatılan hikâyeyi çürüttüğünü fark etmişti. Demek ki üç perdeye sığan yaşam da, onlarca perdeye sığmayacak yaşam da vardı. Önemli olan üç perdeyi peş peşe oynamak değil, tek bir perdeye bile üç perdelik bir yaşamı sığdırabilmekti…
Şimdi perdeyi kapatma sırası ona gelmişti. Yaşamının kaç perdeye sığacağıysa başkalarına kalmıştı, başkaları karar verecekti, o değil. Henüz oyunun birinci perdesindeydi. Fakat ne olursa olsun yarın gece, Newroz ateşini, yakacağı üç kibrit çöpüyle Newroz’u kutladıktan sonra hayatının gerçek rolünü perdeye son kez aktaracaktı…
Sabah erkenden kalktı.  Bu günün gecesi onun gecesi olacaktı. Ona göre hazırlığını yapacak, güne ve geceye layık bir duruşu sergileyecekti. Bu nedenle arka tarafta bulunan lavaboda elini yüzünü yıkadı, annesinin büyük itinayla nakışladığı beyaz havluyla silindi. Sekinin hemen yan tarafında yerde duran valizden mavi gömleğini, ardından gömleğe uyan haki renge yakın pantolonu giydi. Gömleğin üzerine yeleğini geçirdi. Sonra tuvalet kısmında metal yemek tabağının parlak tarafını ayna yerine kullanarak, uzun süreden beri taşıdığı kırık tarakla saçlarını taradı. Öyle ya bugün Newroz Bayram’ıydı. Bayramlarda yeni elbise ve temiz giyinmek gelenekti. Çok özel ve anlamlı günlerde de güzel ve temiz giyinilirdi…
Bugün ve bu gece Mazlum için hem bayram günüydü hem de çok özel bir gece olacaktı…
Mazlum o sabah kahvaltı yapmadı. Yiyecekleri olduğu gibi kaldırdı. Akşam yemeğini de yememişti. İştahı tümden kesilmişti. Epey kilo vermiş, bir deri bir kemik kalmıştı. Bir mahkeme dönüşünde Hayri sormuştu: Ne oluyor Mazlum? Her gün eriyorsun, yemek yemiyor musun? Hasta mısın yoksa? Kemal de iyi görmüyordu Mazlum’u. Mazlum her defasında değişik gerekçelerle geçiştiriyordu.
Vakit gelmişti. Güneş batmış, karanlık bastırmıştı. Kapılar teker teker kapanmış, ana kapı da kapanmak üzereydi. Blok subayları, kısacası cümle iblis takımı işlerini bitirmek üzereydi. Gecenin son küfürlerini savuruyorlardı.
Mazlum, düşüncelerinden kurtulup saate baktı, çok gecikmişti. Hızla kalktı. Hücrenin parmaklıkları arasından gökyüzüne baktı. Gökte parlayan yıldızlar mıydı, yoksa yıldızı anımsatan parlaklıklar mı, anlayabilmiş değildi ama son derece güzeldi gökyüzü bu gece, insanın ruhunu acıtacak kadar güzel…
Arkada bulunan lavaboda elini yüzünü yıkadı, havluyla kurundu. Yerde duran sürahiden bir bardak su alıp içti. Hücrelerde bulunan tutukluların çoğu ‘kaybolmuşlardı’ bile. Yüzden fazla insan vardı koca koğuşta ama çıt yoktu. Mezarlıktı sanki.  Ölüm uykusuydu bu, rüyaların yerini alan kâbuslarla sıçrayıp uyananlar çoğunluktaydılar. Zamanı gelmişti, kolundaki saate baktı, “evet tam zamanıdır. Artık gitmeliyim” dedi yavaş bir ses tonuyla. Uzun süreden beri zulasından sakladığı kibrit kutusunu çıkarttı. Kutuyu açtı, çöplere baktı. Nemli olmadıklarını anlayınca hafifçe gülümsedi. O tarihi eylemini yerine getirecek eylemgahına geçti.  “Evet, evet yarın her şey değişmeli, hiç bir şey eskisi gibi olmamalı. Yarın herkes farklı düşünmeli, kafalar meşgul olmalı, fikirler başka temelde anlam bulmalı, sabah olduğunda duygular bambaşka olmalıdır…”
Hüzünlenmişti,  ruhuna öfke kata kata devam etti konuşmasına: “Bu gece okumun ‘turik’ini geçirmeli boynuma, çıkmalıyım zulüm avına.”
“Bu gece vahşet kalbinden vurmalıyım.
 Son deminde varmalıyım Olympus’un doruklarında gününü gün eden tanrılara.
Şafağın kızıllığında dökmeliyim tanrılar tanrısı Zeus’un beynini Sonra çıkmalıyım Cudi’ye, Gbar’a, Herkol’e ve  Zagroslar’a.
Bu gece vermeliyim isyanın muştusunu Rüsteme Zal’a, Seyid Rıza’ya, Şeyh Said’e, Ali Şêr’e, Zarife’ye ve direnen cümle aleme…
Haykırmalıyım dağlara, taşa, toprağa, aya ve yıldızlara,
 Bu gece, evet bu gece isyan ateşini yakarak Demirci Kawa olmalıyım dağların doruklarında.
 Bu gece balyozumla ezmeliyim zulmün ağababası zalim Dehak’ın kellesini.
 Bu gece almalıyım binlerce Kürt kızı ve erkeğinin intikamını, Bu gece kuşatıp almalıyım zulüm kalesi Ninova’yı, Sabah olduğunda herkes yüzünü dağlara dönmeli, Dağların doruklarında bedenimden yükselen ateşi izlemeli, Ruhumun derinliklerinden harlanıp gökyüzünü yalayan alevleri görmeli…
Evet, yarın direnişin, özgürlüğün ve ateşin kutsandığı bir gün olarak tarihe geçmeli…
Yeniden saate baktı. Evet, artık zamanı gelmişti. Gecikse sorun çıkabilirdi. Her şey yerli yerinde olmalı, pürüz çıkmamalıydı. Yattığı yerle tuvalet arasındaki kapıya astığı kirli perdeyi kaldırıp öbür tarafa geçti. Ve bir daha geri dönmedi…
 Mazlum Doğan, Prometheus’tan Zerdüşt’e, Mani’den Babek’e uzanan yola cesaretle çıkmış, modern isyanın ateşini yakarak Çağdaş Kawa olmuştu. Mesajı sertti ve netti: “Yeter artık, kendinize gelin! Daha fazla bataklığa batmadan direnişe geçin! Özgürlüğü temsil ettiğinizi unutmayın! İhanete geçit vermeyin, kişilikli ve tutarlı olun! Şahsımızda Kürt onuru ayaklar altında alınmak istenmektedir, buna izin vermeyin! Teslimiyet ve ihanet içinde yaşamanın insanlıktan çıkma olduğunu artık biliyoruz, o halde insan olma çabasından asla vazgeçmeyelim. Felsefemizin temel şiarı; “Direnmek yaşamaktır!…”
Mazlum’un şehadeti gerçekten de Tay dağı kadar büyük, Everest kadar yüksek, Cudi kadar efsanevi, Ab-ı Hayat kadar berraktı. O niçin ölünmesi, nasıl yaşanması, hangi yaşamın kabul edilmesi, hangisinin reddedilmesi gerektiğini göstermişti. Yeniden tartıştırıp vahşetten çıkış yolunun netleşmesini sağlamıştı. Tutsakların özgürlük karşısındaki duruşlarını, baş aşağıya gidişe neden olan gerçeklerin görmede belirleyici rol oynamıştı.
Şehadeti, tutsaklarda deprem etkisi yaratmıştı. Sarsılma öylesine güçlü, öylesine şiddetli olmuştu ki, herkesi derin bir sorgulamaya sevk etmişti. O akıl almaz vahşet ortamında insan olarak kalmanın, kimlik ve kişiliğini koruyabilmenin tek yolunun; ne pahasına olursa olsun; direnmekten, dayatılan onursuz yaşamı reddetmekten geçtiğini kavratmıştı.
Eylemi, teslimiyet ihanete direniş zafere götürü şiarın hayat bulmasında tarihsel nitelikte bir parola olmuştu. Direnişi tutuşturan ilk kıvılcım, İhanete vurulan ilk darbe, özgürlüğe adanmış ilk fedai eylemi olmuştu. O bir çizgi, bir ışık, bir direniş filozofu, karanlığı aydınlatan bir meşaleydi artık, Kürdistan’ın dört bir yanında…
Mazlumun büyük eylemi ve direnişi zindanla sınırlı kalmamış, Diyarbakır’ın burçlarından İzmir Kadifekalesi’ne oradan Çanakkale zindanına, oradan da Almanya’ya kadar yayılan büyük bir direnişin mayası olmuştu.
1990’da Zekiye Alkan Newroz ateşi çalı çırpıyla kutlanmaz ancak insan bedeniyle gerçek anlamında kutlanır” demiş ve Diyarbakır surlarında bedenini ateşe vererek kendini Mazlumlaşmaya adayan ilk kadın fedaisi olmuştu.
1992 yılında İzmir Kadifekale’de Newroz ancak Mazlumca ve Zekiyece kutlanır” diyerek bedenini ateşe veren ikinci kadın fedai olmuştu. Çanakkale’de Sema Yüce, Almanya’da ise Ronahi ve Berivan da bedenlerini Mazlumca ateşe vermiş ve Newroz’un kutsal ateşinde Mazlum’un ölümsüzler sofrasında bağdaş kuran diğer kadın fedailer olmuştu.
Mazlum Mazlumca Newroz’u bedeniyle, canıyla ve ruhuyla kutladıktan 2 ay sonra Ferhatlar bedenlerini ateşe vermiş teslimiyet ve ihanete büyük darbe vuran diğer fedailer olmuştu. Daha sonra direniş halkası büyümüş ve sonunda işkenceci Esat Oktay Yıldıran, ardından 7.Kolordu Komutanı kontgerillacı Kemal Yamak ve diğer cuntacılar büyük bir yenilgi yaşamışlardı… Kaybeden cunta ve onun şefleri, kazanan Mazlum, Hayri, kemal ve onların şahsında PKK ve Önder Apo’un çizgisi olmuştu…   

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here