Önderlik Savunmalarından Milliyetçilik – 3 

0
438

İbrani kabile ideolojisi temelinde örgütlenmiş kapitalist modern devlet (günümüzde İsrail) kendisini ulus-devlet olarak görünür kılar. Daha da önemlisi, ırksal değil ideolojik anlamda her ulus-devletin çekirdeği Siyonist (Yahudi ulus-devletçiliği) karaktere sahiptir. Ulus-devlet Yahudiliğin kapitalist modernitede model olarak aldığı devlet formudur. Werner Sombart’ın kapitalizmi Yahudiciliğin eseri sayması belki de abartılıdır. Büyük İngiliz tarih felsefecisi Collingwood, ulus-devlet milliyetçiliğini tanımlarken, “Yahudi evrenselciliği zafer kazanmıştır, ama kendi soykırımcısı şahsında” derken kanımca bu gerçeği ifade etmek istemiştir. Ulus-devlet zafer kazanmıştır; bu zaferin temelinde Yahudi ideolojisi (kabileciliği, milliyetçiliği, Siyonizm) yatmaktadır. Ama ulus-devletle birlikte sonuçta kendi soykırımcısını da yaratmıştır. Aslında bu tespit önemlidir; milliyetçiliğin genel bir özelliğini açıklamaktadır. Her milliyetçilik Siyonist’tir. Bu durumda Arap milliyetçiliği de Siyonist’tir. Filistin, Türk, Kürt ve İran-Şii milliyetçiliğini özü bakımından Yahudi ideolojisinin öncelikle ulusalcı tekellerce uygulanan biçimi olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Zaten İngiliz ve Flaman ulus-devlet milliyetçiliği araştırıldığında, ulus-devlet milliyetçiliğinin gelişiminde Yahudi tekellerinin sadece teorik olarak değil somut olarak da para-sermayenin gücü sayesinde büyük rol oynadığı çarpıcı biçimde görülecektir.

Bunu komplo veya art niyet olarak görmemek gerekir. Tüccar ve banker olarak sermayeyi en çok ellerinde yoğunlaştıran Yahudiler, her ulus-devletin teşkilinde muazzam bir yatırım yapıyor ve böylece barınma alanı kazanmış oluyorlardı. Ulus-devlet Yahudi sermayesinin çığ gibi büyümesine yol açıyordu. Werner Sombart Yahudilerin kapitalizmin gelişimindeki rolünü bu şekilde açıklasaydı daha gerçekçi olabilirdi. Yahudi sermayesi dünya çapında büyürken elbette kendi zıddını da üretecekti. Ulusal tekellerle ulus-üstü tekelin günümüzdeki çelişkileri de kaynağını bu gerçeklikten alır. Açıkça anlaşılıyor ki, tarihteki sıkışıklıklarını daima göz önünde bulunduran Yahudi sermaye birikimcileri, geleneksel ideolojik çizgileri temelinde ulus-devlet oluşumuna tarihsel bir hizmette bulunurken, bundan habersiz olan ve sorumlu tutulmaması gereken Yahudi toplulukları üzerinde geliştirilecek soykırımın temellerini de objektif olarak atmış oluyorlardı. Bu durum biraz Hz. İsa ile kendisini ihbar eden Yehuda İskaryot örneğini hatırlatıyor. Yaklaşık üç yüz yıl boyunca Alman ulus-devletinin inşası için maddi ve manevi kültürlerini seferber eden (Alman ideolojisi ile Yahudi ideolojisi arasında benzerlik olduğu boşuna söylenmemiştir) Yahudiler, Hitler dönemine kadar en sıkı Alman milliyetçileriydiler. En güçlü Siyonist milliyetçiler birçok bakımdan Alman milliyetçiliğinin de güçlü temsilcisiydiler. Özellikle Rusya ve Osmanlı-Türkiye somutunda görüldüğü gibi benzer birçok örnek sunmak mümkündür. Collingwood’un sözünü ettiği Yahudi evrenselciliği (milliyetçiliği, pozitivizmi, dinciliği) zafer kazanmıştır; ama sadece Yahudi soykırımını gerçekleştirenleri değil, dünyadaki tüm fiziki ve kültürel soykırımcıları da beraberinde yaratarak.

Öneminden ötürü konuyu daha yakından görmek gerekir.

Yahudilik ideolojik olarak etnik ve dinî özelliğin iç içe geçtiği tarihsel-toplum kimliklerinin belki de ilk örneklerindendir. Hz. İbrahim’den günümüze kadar bu özelliğini korumaktadır. ‘Seçilmiş kavim’ inancı da eklenince, Yahudilerin kendilerini tüm toplumların üstünde görmeleri ideolojilerinin üçüncü önemli özelliği olarak belirmektedir. Bu üstünlük anlayışı tarih boyunca kendilerini öteki toplumlarla karşı karşıya getirme potansiyelini hep taşımış, çoğunlukla soykırıma dek varan çatışmalara yol açmıştır.

Yahudilik bu çelişkiyle bağlantılı olarak gelişen bir ideolojik toplum olma özelliğini hep korumuştur. Yahudiler ‘seçilmiş kavim’ anlayışının doğal sonucu olarak kendini koruma stratejileri ve taktik araçları geliştirmek zorunda kalmışlardır. Kendini koruma stratejisi yapısı gereği teorik-ideolojik olarak geliştirilmek durumundadır. Taktik araçlar ise daha çok maddi güçle ilgilidir. Bunların başında da para ve silah gücü gelmektedir. Para ticaret ve bankerlik yoluyla kazanılırken, silah daha çok teknik yeniliklerle geliştirilmektedir. Her iki alanda Yahudilerin gücü bilinmektedir ve kanıtlanmıştır. Bu konuda ilk ve ortaçağlardaki etkilerini bir yana bırakalım, yeniçağ (modern çağımız) gelişirken ve bu çağdaki gelişmeler şüphesiz dünya çapında en örgütlü ve tecrübeli halk olarak Yahudilerin yakın ilgisi ve ilişkisi içinde olacaktır. 16. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa, özellikle Amsterdam-Hollanda ve Londra-İngiltere merkezli kapitalist dünya-sistemi hegemonik yükselişe geçerken, stratejik olarak güçlü konumda bulunan Yahudi finansal ve ideolojik gücü bunda önemli rol oynayacaktır. O dönemi yakından inceleyenler bu gerçeği rahatlıkla tespit edebilirler.

Yahudilerin kapitalizmi icat ettiklerini belirtmek (W. Sombart) abartıya kaçabilir, ama kapitalizmin sistem haline gelmesinde ve hegemonik güç kazanmasında Yahudilerin çok önemli bir rol oynadığı inkâr edilemez. Londra ve Amsterdam başta olmak üzere, tüm önemli kentlerin pazar, borsa ve fuarlarında Yahudi tüccarlar ve bankerlerin cirit attığı konuya ilişkin tüm araştırmalarda görülebilecek bir olgudur. Ekonomi-politikçilerin bu konuda suskun kalmaları ve bu gerçeği görmezden gelmeleri ideolojinin körleştirici rolüyle ilgilidir. Marks’ın Kapital’i dahil olmak üzere, ekonomi-politik konusundaki değerlendirmelerde sermaye birikiminin etnik ve ulus menşeinin pek işlenmemesi hem çok önemli bir eksikliktir hem de oldukça düşündürücüdür. “Sermayenin dini, imanı, milliyeti yoktur” tekerlemesi de yanlıştır. Sermayenin din, iman ve milliyetle çok sıkı bir bağı vardır. Tabii bazı din, iman ve milliyet sahipleri birçok sermaye ve iktidar tekelleri oluştururken, buna mukabil çoğunluğu sömürgeleştirir. Günümüzde bunun en çıplak örneği ABD’dir. Hem din, hem iman, hem de milliyet olarak en çok sermayedarın oradan olduğu inkâr edilemez.

Yahudiliğin kapitalist modernitenin diğer iki ayağı olan endüstriyalizm ve ulus-devlet inşacılığındaki rolü de tartışmasızdır. Avrupa’daki birinci kent devriminden beri (M.S. 1050-1350) gelişimini sürdüren Yahudi tüccar ve bankerleri, 15.-18. yüzyıllar arasındaki ticari kapitalizm döneminde daha da palazlanmış olarak çıkış yapmışlardır. Doğu’nun kentlerinde de (Kahire, Halep, Şam, İzmir, Tebriz, Antakya, Bağdat, İstanbul vb.) benzer gelişme sağlamışlardır. Endüstri Devrimi en kârlı alan olarak belirlenince, ellerindeki büyük sermayeyi endüstriyel alana aktarmakta gecikmemişlerdir. Bunun nedenini açıklamaya pek gerek yoktur. Kârın yüksek olduğu her yer sermayenin hücuma geçtiği yerdir. Kâr kanunu denen ilke de bu değil midir?

O halde hem kapitalizm damgalı hem de endüstriyel kapitalizmin modernitesi olarak modernitede Yahudi sermaye tekelciliğinin önde gelen rolü nasıl hafife alınabilir, önemi nasıl vurgulanmayabilir? Bunun bilinçli bir çarpıtma olduğu söylenmese de, ideolojik körlüğün sonucu olduğu rahatlıkla belirtilebilir. Kaldı ki, bu rol Yahudilik açısından bir suç da değildir. Her ulusal, dinsel ve etnik toplulukta ticari ve sınaî tekeller oluşabilir. Burada önemli olan, Yahudi ticari ve sınaî tekellerinin stratejik rolleridir. Finans zaten ebed-ezel Yahudi tekelinde varlık bulmuştur. Ekonomi-politiğin ticari, sınaî ve finansal tekelciliğinin genelde ideolojiyle (Liberalizm ancak propaganda değerinde söz konusu olabilir), özelde milliyetçi, dinci, bilimci ve cinsiyetçi ideolojilerle bağını çözümlemekten kaçınması idea ettiği gibi ‘nesnel’ olma endişesinden ileri gelmiyor. Tersine iktidar tekelleri de dahil tüm tekellerin dinci, cinsiyetçi, milliyetçi ve bilimci kimliklerini gizleyen ekonomi-politik, bununla objektif bir bilim olmadığını, yaşanan somut gerçekliği can alıcı noktalarda gizlediğini ve önemsiz kıldığını, böylece bilim değil ideolojik propaganda aracı olarak işlev gördüğünü ortaya koyuyor.

Dört yüz yıllık hegemonik dünya sisteminde Yahudilerin stratejik konumları hâlâ ticari, sınaî, finansal, medya ve entelektüel sermaye tekellerinde önemini daha da arttırmış olarak devam etmektedir. Bu olguyu tespit etmeden ne küresel ne de yerel hiçbir sorunu çözümleme (teorik) ve hakkıyla çözme (pratik) mümkün değildir.

Yahudiliğin hem stratejik ideolojik hem de stratejik maddi güç olarak modernitenin, ulus-devletin inşasındaki rolü çok daha belirgindir. Yadudilik ulus-devlet aracılığıyla modernitenin kapitalist niteliğini açığa çıkarır. Moderniteyi ticaret, finans, endüstri ve iktidar tekellerinin birleşmiş hali olan ulus-devlet biçiminde somutlaştırıp kesinleştirir. Elbette Yahudiler ulus-devletin tanrısı değildir. Ama kabile çağından günümüze, ruşeym halinden bugünkü kocamış ve çürümüş yaşına kadar onu kendi sahasında ustalıkla geliştirmiştir.

Komplo teorilerine hiç itibar etmiyorum. Sıkça bazı iddialar ortaya atılır; dünyayı yöneten gizli Mason Cemiyetleri, Bilderberg ve Davos Toplantıları, 12 Kişilik Dünyayı Yöneten Daimi Konsey, ‘Yahudi aleti’ BM vb. oluşumlarla komplo teorilerine haklılık kazandırılmaya çalışılır. Bunlarda gerçeklik payı taşıyan idealar bulunsa da, abartıya kaçmaları, dogmatizme düşmeleri ve bilimsel olmamaları bu teorilerin ortak özelliğidir. Ama gerçek ortadadır. Mızrak çuvala sığmıyor. Yahudilerin kapitalist modernitenin her üç ayağındaki üstünlükleri tartışma götürmez. Her üç alanda da stratejik olarak ideolojik ve maddi güç anlamında etkili ve hatta çokça belirleyici konumdadır. Sözümün kapsamına dikkat edilmelidir: Yahudilerin kapitalist modernite sahasındaki etkinliğinden bahsediyorum, yoksa daha kapsayıcı olan tarihsel toplum gerçeği olarak demokratik modernitelerdeki yerlerinden değil. Yahudiler bu modernitelerde de vardır. Ama stratejik gücünden çok şey yitirmiş olarak.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here