Önderlik Savunmalarından Milliyetçilik – 4

0
477

Jön Türkler ve İttihat ve Terakki Cemiyeti denen oluşumlar (1840’taki Tanzimat’tan günümüze kadar etkili olan modern milliyetçi ideolojiler ve iktidar yapılanmaları) ancak kapitalist modernitenin hegemonik hesaplarıyla olan bağları temelinde doğru çözümlenebilir. İzah edildiği gibi, can çekişen Osmanlı ve İran İmparatorlukları hegemonik denge hesapları nedeniyle yaşamalarına müsaade edilen fosil oluşumlar durumuna düşmüşlerdi. İmparatorluk bürokrasileri açısından iktidarda kalmanın tek yolu, bir veya birkaç hegemon güce dayanarak varlıklarını sürdürmekti. Dolayısıyla adı geçen bölgeler üzerinde İngiltere, Almanya, Rusya ve kısmen Fransa’ya bağlı yeni iktidar elitleri ayrışmaya başladı. Elitlerin kapitalist moderniteyi taklit etmeleri kaçınılmazdı. Bunların eski imparatorluk kültürleriyle yaşama şansları olmadığı gibi (Kapitalist modernite kültürü onları çoktan fethetmişti), demokratik halk seçenekleri de söz konusu olamazdı. Varlıkları halk kültürünü gasp etme üzerinde inşa edilen bürokrasilerden ve onlara vücut veren üst tabakadan (istisnalar dışında) demokratik çıkış beklenemezdi. Bu kesimlerin yeni hegemonik güçlere eklemlenmekten başka şansları yoktu. Geriye bürokratik aydınlanmayla modernite taklidinin olduğu gibi aktarımı kalıyordu. Dünya genelinde (daha önceleri Fransa Devrimi sonrası Avrupa’da) olduğu gibi, Osmanlı bürokrasisi de bu yola girdi. Tanzimatçı paşalardan sonra Genç Osmanlılar ve ardından 1890’lardan itibaren İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne dönüşmüş Jön Türk Hareketi bu yolda atılmış kritik adımlardı. İdeolojik olarak önce Osmanlıcılıkla başlayan ve Panislamizm’le devam eden dönüşüm Türkçülükle sonuçlanmıştı. Osmanlıcılıkla imparatorluğun tüm bakiyelerinden bir ulus-devlet yaratmak amaçlanmışken, Hıristiyan uyrukların ayrılık eğiliminde olmaları karşısında, Panislamizm ile Müslüman halklardan (özellikle Arapları da kapsayan) bir oluşum yaratma temelinde imparatorluk sürdürülmek istendi. Araplarda ayrılma eğiliminin güçlenmesiyle birlikte Türkçülük eğilimi öne çıktı. Birinci Meşrutiyet Genç Osmanlılar’ın arzusu sonucunda ilan edilirken, İkinci Meşrutiyet’te İslâmcı ve Türkçü ideolojiler daha baskın durumdaydı.

1913’ten günümüze kadar Türkçülük zihniyeti, devlet ve devlet odaklı partilerin resmi ideolojisine dönüştü. Bu eğilimlerin hepsinde hegemonik güçlerin az veya çok etkisi vardır. Daha da önemlisi, ciddi bir Masonik sızma vardır. Fransız Devrimi’nden beri Masonlar tüm genç ulusçu laik hareketleri desteklemiştir; bir nevi burjuva sivil toplumculuğunun teolojik iktidar yanlılarıyla hesaplaşmasını ifade eder. Tanzimat’la başlayan süreçte her üç akımda da son derece etkili olmuş, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin oluşumunda ve iktidarında asıl yönetici elidi teşkil etmiştir. Bu akımlarda Siyonizm’in de etkisi olmuştur. 1896’da kendilerini resmen Yahudi burjuva milliyetçiliğinin temsilcileri olarak ilan eden Siyonistler, Kudüs merkezli eski Yahudi-İsrail devletinin yeniden inşası peşindeydiler. Bunun yolu Osmanlı İmparatorluğu’nda etkili olmalarından geçmekteydi. Bunun için elverişli aygıt ise İttihat ve Terakki Cemiyeti’ydi. Her ne kadar 1913 Ocak darbesiyle ideoloji olarak resmen Türkçülükte karar kıldıysa da, İttihat ve Terakki Cemiyeti içerik olarak hayli karmaşık bir ideolojik ve politik yapılanmaydı. İttihatçıların Türklüğü sosyolojik bir olguya dayanmaktan ziyade, Türklerden daha çok her türlü milliyetin tortusal öğelerinden oluşan karmaşık bir yapıyı ifade ediyordu. Başta ordu olmak üzere bürokratik kurumların yöneticilerinin kendilerine bir gelecek arama hesabının ağır bastığı bu süreçte, söz konusu oluşumun herhangi bir sınıfsal veya etnik temeli bulunmuyordu. Türkçülük başlangıçta bu yönüyle yapay ve tortusaldı. İktidarı ele geçirmesiyle birlikte kendine bir sosyal temel hazırlamak istedi. Bürokrasiden bir burjuva sınıf oluşturulmaya çalışıldı. Cumhuriyet iktidarları bu programı daha da geliştirerek günümüze kadar sürdürmeye çalıştılar. Süreç içinde merkeziyetçi ve ademi merkeziyetçi olarak bölünseler de, ideolojik ilkeleri hep aynı kaldı.

Çıkışta toplumsal ve sınıfsal temeli bulunmayan bu iktidarcı ve ideolojik elitin geliştireceği burjuvazi ancak devlet kapitalizmiyle oluşabilirdi. Devlet kapitalizmi kapitalizmin yaratıcılıktan yoksun en gerici biçimidir. Ya dıştan beslenerek gelişecek ya da içte toplum üzerinde amansız terörle artık-değer elde ederek varlık bulacaktır. Dış destek ihtiyacı Yahudi sermayesinin sızmasına hep elverişli bir ortam yarattı. Kaldı ki, Selçuklulardan beri, özellikle 1550’lerden sonra kapitalist hegemonyanın yükselme çağında Yahudiler çok etkiliydiler. İspanya’dan atılmalarından sonra (1492) bir kolları Hollanda-Amsterdam, ikinci önemli kolları ise İzmir-Selanik-İstanbul merkezli olarak üslendi. Anadolu’da geleneksel olarak da Yahudi sermayesi hep var olageldi. Dıştan ve içten en örgütlü sermaye kesimi Yahudilerdi. Bu sermayenin Yahudilere yurt edinme hesabı önceleri Rusya, Polonya, Almanya, Hollanda ve Britanya Adasında yoğunlaştı. Almanya üzerinde en çok hesap yapılan ülkeydi. Burjuvazisinin oluşumunda Yahudilerin ideolojik, politik ve ekonomik rolleri yoğundu. En ideal Almanlığa öncülük ettiler. Kraldan daha kralcı bir yaklaşımla Alman milliyetçiliğini ve devlet eliyle kapitalizmini geliştirmede yaratıcı rol oynadılar. Rusya, Fransa ve İngiltere hegemonyacılığına karşı Alman hegemonyacılığını öne çıkardılar. Siyonizm daha çok Alman-Avusturya Yahudi burjuvazisinin eğilimiydi. İngiltere ve Rusya Yahudileri de faaldi. Fakat 1918’lere, Alman İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar, Alman Yahudi burjuvazisi hep öndeydi.

Osmanlı İmparatorluğu’nda İkinci Abdülhamit’le gelişen denge hesapları sonucunda Alman devlet sermayesine bağlılık öne çıktı. İttihat ve Terakki’de zaten güçlü olan Alman etkisi, özünde Yahudi sermayesinin etkisiydi. Buna Masonların ve yerel Yahudi sermayesinin etkisi de eklenince, Yahudi milliyetçiliği İsrail Siyonizm’inden önce Anadolu-Türkiye Siyonizm’ini güçlü bir biçimde konumlandırdı. Meşrutiyet’in ilanı, 23 Ocak 1913 darbesi, 1919-1922 Ulusal Kurtuluş süreci ve Cumhuriyet’in inşasında asıl rol sahibiydi. İşte tam da bu nedenle Türkçülük ideolojisi kendini maskelemesinde ideal bir örtü rolünü oynadı, kullanıldı. Türkiye kapitalizminin oluşumu konusundaki genel geçer soyut tahliller açıklayıcı olmaktan çok, somut gelişmeyi olduğu gibi açıklamaktan uzaklaştırır ve körleştirici bir rol oynar, anlam saptırmasını gerçekleştirir. Alman kapitalizminde Yahudi sermayesinin tüm ideolojik, kültürel ve iktidar aygıtlarındaki konumundan daha yoğun ve hükmedici bir etki gücü Türkiye kapitalizminde, özellikle onun dış politikasında, ordu yapılanmasında, ideolojik ve kültürel kurumlarında geçerlidir. Ortada bir Türk burjuvazisi yoktur. Gerçek Türklük olarak yoksul Türkmen ve reaya, köylü yığınları vardır. Türk burjuvazisi rolünde değme ‘Yeşilçam Filmleri’ne taş çıkartacak bir Yahudi sermayesi ve burjuvazisi vardır. Cumhuriyet burjuvazisinin bir numarası Vehbi Koç ve holdinginin hikâyesine bakıldığında, tüm Türkiye burjuvazisinin hikâyesi okunmuş olacaktır. Türk burjuvazisi oluşmadı, hiç olmadı denilmiyor; nasıl oluşturulduğuna somut olarak bakılıp çözümlenmesi gerekir deniliyor.

Kapitalist modernite döneminde temel inşacı güç olarak Yahudi sermayesinin gücünden kimse kuşku duyamaz. Entelektüel ve kültürel gücünden de kuşku duyulamaz. Aynı zamanda Yahudi aydınları ve emekçilerinin ezilenlerin ideolojik ve pratik hareketlerindeki öncü rolünden de kuşku duyulamaz. Burada amacımız anti-Semitik duygular geliştirmek olmayıp, kapitalizmin ve ona karşıt hareketlerin tarihsel-toplumsal konumlanışını doğru belirlemektir.

1918’de Alman İmparatorluğu’nun yenik düşmesiyle İngiltere ve Hollanda’da merkezileşmiş Yahudi sermayesi öne çıktı. Daha doğrusu, 16. yüzyıldan beri birbirleriyle ulusal rekabet halinde olan her iki taraftaki hegemonik güç mücadelesinden (önce İspanya İmparatorluğu, sonra Fransa İmparatorluğu, en son Alman, Rus ve Osmanlı İmparatorlukları) nihai olarak hep İngiltere galip çıktı. Yahudi sermayesinin bu galibiyetteki rolü çok önemlidir: Tıpkı daha önceleri İngiltere’nin sömürgesi olan ABD’nin inşa edilmesinde ve hegemonik güç haline getirilmesinde olduğu gibi. Hitler’in ve Nazilerin ortaya çıkış nedenlerini bu gerçeklikte aramak gerekir. Âdeta Alman kılığına girerek şoven tekelci bir devlet kapitalizminin inşa edilmesinde stratejik rol oynayan Yahudi sermayesi, Almanya’nın 1918’deki yenilgisinden sorumlu tutuldu. Hitler’in partisi dar görüşlü ve ufuksuz küçük burjuvalardan oluşuyordu. Büyütüldükleri şoven ideoloji, onlarda Alman kılıklı (maskeli) Yahudilere karşı muazzam bir nefret oluşturdu. Bu nefret soykırımla sonuçlandı. Çünkü onlar İngiltere’nin hegemonyasından ve Sovyet Rusya’nın kuruluşundan da Yahudileri sorumlu tutuyorlardı. Ayrıca Rosa Luxemburg gibi Yahudi kökenli çok sayıda sosyalist de içteki savaşta öncü rol oynamıştı. K. Marks da Yahudi kökenliydi. Tüm bu etkenler bir araya getirildiğinde, kapitalizm ve soykırım gerçeği daha iyi açıklanmış olur.

İlave edilmesi gereken diğer önemli bir gerçek, Yahudi milliyetçiliği (Siyonizm) ile Yahudi evrenselciliği arasındaki ayrımdır. Her ne kadar İsrail ve dolayısıyla Yahudi milliyetçiliği etkili bir konumdaysa da, evrenselci Yahudiler hem uluslararası sermaye hem de emekçiler kampında her zaman etkide bulunmuşlardır. Milliyetçi Yahudilerin dikkat merkezleri İsrail iken, uluslararası (küresel şirketler yoluyla) Yahudilerin dikkati yerel ulus-devletlerin ekonomi ve iktidar tekellerine, buralarda güçlü konumlanmaya, uluslararası şirketlerin, medyanın ve kültürel faaliyetlerin içinde güçlü rol oynamaya yöneliktir.

Her ulus-devletçi milliyetçi ideoloji ve kültür, az veya çok bu sermayenin sadece rengine değil, özüne de bağlıdır. Her ulus-devlet tekelciliğinde tıpkı ekonomik tekelcilikte olduğu gibi evrensel Yahudi sermayesinin eli vardır: Tıpkı ezilenlerin özgürlük ve eşitlik hareketlerinde sosyalist Yahudilerin oynadıkları evrensel rolde olduğu gibi.

Stratejik nedenlerle (Filistin’de bir İsrail inşa etmek) gerek çıkışta, gerek girişte Anadolu toprakları Yahudilik için tarihî bir role sahiptir. Babilliler, Asurlar, Araplar, Roma ve Bizans’tan beri bu stratejik rol hep geçerlidir. Kudüs’ten (kısmen Mezopotamya’dan) çıkışın yolu gibi, girişin yolu da Anadolu’dan geçer. Dolayısıyla Siyonistler açısından Anadolu, İsrail için en önemli atlama taşı ve stratejik duraktır. Kaldı ki, İzmir-Manisa, Selanik-Edirne hattı bir grup Yahudi tarafından uzun süre anayurt konumunda değerlendirildi. Bunun için buraları geliştirdiler, kalkındırdılar.

Alman modelini kendine örnek alan Enver Paşa’nın düzenlediği 23 Ocak 1913 darbesi (Daha öncesinde Meşrutiyet ilanı için de benzer bir hamlesi vardır) bu bağlamda değer taşır. O dönemde Yahudi kadrolar Almanya’da en güçlü konumlarını yaşamaktadır. Enver ve grubunu eğiten de Liman von Sanders ve Colmar von der Goltz Paşa gibi subaylar bu tür kadrolardır. Alman ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı, öncülüğü İngiltere yanlısı Yahudi kadrolarına geçirdi. Kurtuluş Savaşındaki büyük önderlik çekişmesi öncülüğün bu el değiştirmesiyle bağlantılıdır. M. Kemal Paşa’nın İngiltere’nin onayıyla Samsun’a çıktığı bir gerçekse de, Anadolu başkaldırısındaki rolü bağımsızlık ve yurtseverlik temelindedir. Bu durumu kavrayan İngiltere iki tedbir geliştirdi: Dıştan Yunan işgalini destekleyip isyanı bastırmak; bu mümkün olmazsa, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak üzerinden içte Mustafa Kemal’i kontrol altında tutmak. Yunanlıların (İşbirlikçi Yunan burjuvazisi geleneksel olarak İngiliz-ABD yanlısıdır) yenilgisiyle birlikte, tüm ağırlık İsmet ve Fevzi Paşaların güçlü kılınmasına hasredildi. İsyanın başında ve isyan kararında İsmet ve Fevzi Paşaların rolü olmadığı gibi, her ikisi de İstanbul’da İngiltere ve müttefiklerinin denetiminde kalan orduda kendilerine verilen görevlerin başındaydılar. İngilizler haklarında herhangi bir önlem almadığı için daha sonra harekete katıldılar, daha doğrusu gönderildiler. Bu temelde isyana öncülük eden beş paşadan dördü (Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay ve Refet Bele) çeşitli gerekçelerle tasfiye edildi. Geriye kalan Mustafa Kemal Paşa, gerek stratejik konumu gerekse oynadığı denge politikası nedeniyle yerini korudu. Şeyh Sait’e karşı komplo ile başlatılan 1925’teki komplo zinciriyle siyasi program halinde hayata geçirilen Beyaz Türk faşizmi diyebileceğimiz rejim, kendisini katı laik Türkçü bir sistem olarak tanımlasa da, özünde metafizik olan, çok daha dogmatik ve terörist yeni bir dindir; bu konuda tarihsel tecrübeye sahip olan Yahudi ideolojisinin güncel Türkiye Cumhuriyeti’ne biçtiği yeni dindir. Mustafa Kemal’in tanrılaştırılması, İnönü’nün peygamberleştirilmesi, Fevzi Çakmak’ın komutanlaştırılması (Yeşua ve Davut örneği) Yahudi mitolojisinin bir gereğidir. Türk toplumunun ezici çoğunluğuna rağmen, ilan edilen ve siyasi programa dönüştürülen yeni dinin ideolojisi olan Türkçülük, günümüze kadar devam eden terörün, soykırımların ve sömürünün gerçekleşmesindeki genetik kodu oluşturmaktadır.

Mustafa Kemal İzmir suikastıyla sindirilmek istendi. Kürt isyanlarıyla provokasyona getirildi. Kendi yakın arkadaşı Fethi Okyar bu nedenle (Kürt isyanını kanlı bastırmadan yana değildi) başbakanlıktan alınıp yerine İsmet Paşa getirildi. Ordu da tümüyle Fevzi Paşa’nın denetimine bırakıldı. Mustafa Kemal’in konumu artık sembolik cumhurbaşkanı unvanıyla Çankaya’da bir nevi tutsaklıktır. İngiltere’nin de Ulusal Kurtuluş Savaşında yenildiği söylenir. Bu düpedüz yalandır. 1922’den itibaren İngiltere’nin olası kurtuluştaki rolü kesinleşmiş gibidir. Desteğini Yunanlılardan çoktan çekmiş (Sultan Vahdettin’i de İngiltere çekti), kendi has kadrolarıyla ulus-devlet inşasına girişmiş, kocaman bir imparatorluktan Anadolu’ya sıkıştırılmış Türkiye Cumhuriyeti’yle amacına ulaşmıştır. Bunun diğer bir kanıtı, Cumhuriyet’in Sovyet Rusya’nın önünde hep bir baraj duvarı gibi tutulmasıdır. Bunun için Mustafa Suphi’lerle başlayan sosyalistlere yönelik soykırım günümüze kadar sürdürüldü. Ermeni soykırımı sadece bir başlangıçtı. Kürtler üzerindeki kültürel soykırım ise halen devam etmektedir. Diğer azınlıklar, kültürler, Süryaniler ve Türkmenler de Türkçülüğün dehşeti ve uyguladığı karmaşık küçük soykırımlarla kendiliklerinden, kendilerinden vazgeçirildiler.

Bütün bunların evrensel ve milliyetçi Yahudiler ve Yahudi sermayesiyle ne ilişkisi vardır sorusu boş bir soru değil, son yüz yıllık Türklük tarihini anlamanın temel kritik sorusudur. İçinde Türk olmayan Türklük tarihi bir ideolojik inşadır; hem kuram hem de uygulama olarak yarı yarıya Filistin’de kurulacak İsrail devleti öncesi bir Ön İsrail hazırlığıdır. Mustafa Kemal’in dengeleyici (Dışta Sovyetler Birliği ve İngiltere, içte çeşitli sınıf ve tabakalar arasında) politikaları olmasaydı, hiçbir güç Anadolu’daki yeni oluşumları İttihat ve Terakki kadroları ile Enver Paşa’nın denetiminden çıkaramaz, Türkçülüğü Alman faşizmine taş çıkartacak bir şoven faşist tırmanışa geçmekten alıkoyamazdı. Bu da Cumhuriyet’in (Cumhuriyet kurulur muydu? Bu da ayrı bir sorudur) daha İkinci Dünya Savaşına varmadan yıkılışı olurdu. İkinci Dünya Savaşının hemen öncesinde Mustafa Kemal’in ölümü, 1938-‘45 yılları arasında İngiltere ile Almanya’nın Türkiye-Anadolu üzerinde rekabeti, 1945 sonrasında ABD hegemonyasının kesinleşmesi, Türkiye’nin sistem tercihini NATO’ya girerek resmileştirmesi 1922’nin devamı niteliğindedir. Cumhuriyet’in partisi olan CHP sistemin sigortası niteliğindeydi. 2000’li yılların başına kadar darbe ve komplolarla yürütülen sistemin diğer bir adı ‘Beyaz Türk faşizmi’dir. Bundan kasıt, yapay Türklük ve toplumun bu Türklüğe göre terörle homojenleştirilmesidir; bu tanım dışında kalan hiç kimseye ve hiçbir kültüre yaşam hakkı tanınmamasıdır.

ABD hegemonyasının ‘Yeşil Kuşak’ teorisine bağlı olarak beyazdan yeşile kayan Türkiye kapitalizminin Anadolucu geçinen ve İslami örtüye sarılan kesimi baştan beri çıkış yapma peşindeydi. Ona bu fırsatı Türkiye Solu ve Kürdistan Özgürlük Hareketi verdi. Beyaz Türk faşizminin Sol’a ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı yürüttüğü savaşta yıpranması ve tecrit olması Anadolucu kanadı güçlendirdi. ABD’nin hem bölge halklarına hem de Sovyet Rusya’nın yayılmasına karşı harekete geçirdiği İslami milliyetçi hareket Türkiye somutunda önce koalisyonlarla, 2000’lerden sonra ise tek başına iktidara yerleşti. Beyaz Türk faşizminde Yahudi Siyonist milliyetçiliği ne denli etkiliyse, Yeşil Türk faşizminde de evrensel Yahudi sermayesi o denli etkilidir. Bunların en son karar kıldıkları sigorta partisi AKP oluyor. Türkiye bürokratik burjuvazisinin doğuşunda Siyonist Yahudi milliyetçiliği ne denli etkiliyse, Anadolu burjuvazisinin (Liberal, özel sermaye de denilmektedir) gelişiminde ve iktidara yerleşmesinde de küresel Yahudi sermayesi (Karaimler) o denli etkilidir. Hitler türü faşizmi Enver Paşa, Nihal Atsız, Alparslan Türkeş ve MHP (Milliyetçi Hareket Partisi, kuruluşunu Fevzi Çakmak’ın Millet Partisi’ne dayandırır) temsil etmek istedi. Almanya’nın yenilgisi Kara Türk faşizmi diyebileceğimiz bu kanadın iktidar şansını düşük kıldı. Faşizmin bu her üç kanadı da dış hegemonik güçlerin uzantısı olup, hangi güç sisteme egemen olursa onun devamı olarak iç iktidara yerleşir.

Türkiye’nin son iki yüz yıllık tarihi dış hegemonik güçlerden bağımsız değildir; TC ulus-devleti sıkı bağlılık içinde özenle oluşturulmuş ‘özel valilik’ statüsündedir. Türkiye’nin kritik kavşak noktasındaki konumu, uluslararası hegemonik dengenin özgün bir yansımasını gerekli kılmaktadır. Keskin bağımsızlık idealarına rağmen, hegemonik sistemin en çok tahkim edilen ve sarsılmamasına özen gösterilen bağımlı ülkesi, ulusu ve ulus-devletidir. Kapitalist hegemonik sistem doğru çözümlenmeden Türkiye doğru çözümlenemez. Tersi de geçerlidir. Sistemin evrensel çözümü Türkiye çözümüdür. Böylelikle soykırım gerçekleri de doğru çözümlenebilir.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here