Örnekleriyle -olması gereken- aykırı

0
626

Temel DEMİRER

“Bağımsız ve özgür ol! Bir asi ol!
Bir asi kimseye bağımlı değildir.
O kendi eşsizliğine saygı duyar.”

 
Çok önceleri Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin, “Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı;
duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir.
Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç
dikse herkes gülüyor: ‘Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?’ (…) İnsanları birbirine
bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi
yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan,
soğuktan ölsün, vız geliyor,” [2] diye tarif ettiği hâli -çok sonraları- bugün(ümüz)de yaş(atıl)ıyoruz.
Ütopyalara sırt dönüp, başkaldırıya “Elveda” diyerek aykırıya düşmanlaş(tır)ılmış (rezalet) bir tablo
bu.
“Olağan” (denilene) teslim olmuş -ütopyasız, başkaldırısız!- bu bataklıkta insan olmak (ve kalmak)
fiilinin büyük hüneri, aykırı yaşamayı göze almaktır.
 “Olağan” (denilenin) ahlâki varsaydıkları, kendi ayıp ve kusurlarını ortaya koyan teslimiyetten
başka bir şey değilken; sadece “Hayır” diyerek, gerçekten aykırı olabilirsiniz. [3]
Kolay mı? Yalan (ile yanlış)ın orta yerinde doğru, her zaman aykırıdır.
Aykırı olmak, “olağan” (denilenin) yüklerinden kurtulmaktır; küçük başlasa da büyük düşünüp,
davranmaktır.
Doğrularından ödün vermeyenlerin beli bükülse de başı dik durur. Malum aykırı farklı olmak, farklı
düşünmek cüretidir.
Aykırı, “olağan” (denilenin) binlerce hâline “Hayır” demekken; duruşunuzda aykırıya mündemiç
tutku yoksa daha baştan yeniksiniz, hemen pes edersiniz.
Daha yaşanılabilir bir dünya için hayatta dik durmayı başarmak, egemene kafa tutmak devrimci
olmaktır; “Ütopya neden bütün devrimci hareketlerin bir koşuludur? Çünkü az çok toplumsal bilincin içinde
gömülü olan çokça tarihsel deneyim bize, şimdi erişilemez olan amaçlara, henüz erişilemez durumdayken
telaffuz edilmedikleri hâlde, asla ulaşılamayacağını söyler. Belirli bir anda olanaksız olan şey, ancak
olanaksız olduğu bir zamanda ifade edilerek olanaklı hâle gelebilir… Bir ütopyanın varlığı, onun sonunda bir
ütopya olmaktan çıkmasının gerekli bir şartıdır,” diyen Leszek Kolakowski’nin saptamasına ekler Yaşar
Kemal:
“İnsanlar her şeye, her şeye başkaldırmalı… İnsanlar böyle uyudukça, böyle zulüm altında inlemeyi
kabul ettikçe insanlığın bir sinekten ne farkı olur, eğer en küçük bir haksızlığa, bir zulme başkaldırmayı akıl
etmezlerse, insanlık bundan böyle daha da beter hâle düşecektir… İnsan soyu başkaldırmayı yemek, içmek,
yaşamak, uyumak, çocuk yapmak gibi bir yaşama biçimi yapmazsa bugünden de bin beter olacak, içi
boşalacak, duymayı, düşünmeyi, sevmeyi, sevişmeyi, dostluğu, arkadaşlığı, göğün, yerin, kurdun, kuşun,
akarsuyun, tanyerindeki ışığın, yürekteki sıcaklığını unutacak…” [4]
Tam da bunun için Şêrko Bêkes’in, “Çok şeyler var ki çürürler, unutulur, ölürler./ Saltanat tahtı, tacı,
asası gibi./ Oysa bazı şeyler var ne çürürler, ne unutulur ne de ölürler,/ Charlie Chaplin’in şapkası, bastonu,
ayakkabısı gibi,” dizelerindeki aykırıya daha fazla muhtacız bugünlerde.
Hani Yılmaz Güney’in, “Ne kemik uğruna köpek olduk, nede menfaat uğruna çakal. Biz hayatımız
boyunca hep dik durduk…”
Charles Bukowski’nin, “Kalabalığa karışmak için hiçbir özellik gerekmez. Ama yalnız ve dik
durmak için, gerçekten çok şey gerekir…”
Stefano E. d’Anna’nın, “Dik dur ve hiç bir yere yaslanma! Kesinlikle kimsenin seni yorgun, ya da
bitkin görmesine izin verme!”
Marcus Aurelius’ün, “Dimdik durmalısın, başkaları seni ayakta tutmasın,” diye tarif ettiği türden ve
bunu yaşama geçirenlerden mülhem…
 
TESLİM ALINAMAYAN CÜRET

2

 
Aykırı diz çök(ertile)meyen, teslim alın(a)mayan cürettir: Hallac-ı Mansur, Giordano Bruno, Metin
Kurt gibi…
Görüşleri dönemin iktidarını ve (iktidar ile dirsek temasındaki) ilahiyat çevrelerini zorlayan Hallac-ı
Mansur; mahkeme sözünde, davasından -asılsa, çarmıha gerilse, eli ayağı kesilse de- asla ve asla
dönmeyeceğini haykıran bir cürettir.
“İnsanlar neden bu cennet dünyayı önce cehenneme çevirir ve sonra cennete gitmek için uğraşır?”
sorunu dillendiren Hallac-ı Mansur, “Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin
duymadığı yerdir,” uyarısıyla boyun eğdirilemeyenlerdendir.
Tıpkı İtalyan düşünür, matematikçi, ozan Giordano Bruno (1548-1600) gibi…
17 Şubat 1600’da Engizisyon’un “kararı” ile bilimsel düşüncelerinden ötürü Roma’daki meydanda –
dili koparıldıktan sonra- yakılarak katledilen O, döneminin en cesur felsefe insanı ve özgürlük
savunucusuydu.
Sekiz yıl boyunca işkence görmesine karşın görüşlerinden vazgeçmeyen Giordano Bruno’nun
yakılıp, yok edildiği sanılan o yerde bugün anıtı yükselir ve meydanın adı da ‘Çiçek Tarlası/ Campo de
Fiori’dir
Kolay mı?
“Evren sonsuzdur…”
“Zaman her şeyi alır ve her şeyi verir…”
“Halkın çoğunluğu ona inansın inanmasın, gerçek değişmez…”
“Yaşamı ben de çok seviyorum; fakat gerçeklerim bunun üstündedir…”
“Ne gördüğüm gerçeği gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım…”
“Bilgisizliğin azgınlığına karşı savaştım. İnanın ki dünya ihtiyaçları ya da öz saygı için bu acıya
katlanmıyorum…”
“Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz,” diye haykıran bir cüretti, meydan
okumaydı O…
“Meydan okuma” deyince Metin Kurt’u hatırlamamak mümkün mü?
“… ‘Atılan her gol emekçinin kalesine atılan goldür,’ diyen Onu dinlerken, ardında 20 senelik bir
inceleme, düşünmenin yattığını bilmek lazım. ‘Maç esnasında, sahadayken, tribündeki herkesin duyacağı tek
bir cümle söyle’ denseydi ona, tüm taraftarlara ‘gelmeyin buraya’ derdi,” sözleriyle anıyor onu, Metin
Kurt’un yakın arkadaşlarından Veysel Atayman. [5]
Galatasaray’dan ayrılma kararını verip, başka bir takıma daha büyük paralara transfer olabilecekken
Kayserispor’u neden seçtiğini soran ‘Milliyet Gazetesi’nden Nezih Alkış’a, “Maddi koşullar ötesinde beni
fikirlerimle beraber istediler,” yanıtını veren Metin Kurt ekler:
“Haklı bir davada tükürdüğümü yalayarak, Galatasaray’daki egemen olan çevrelere yaranarak
Galatasaray’da kalmak, Galatasaray’a ve boğazımdaki lokmanın sahibi sayın sporseverlere ihanetten başka
bir şey değildir.”
Metin Kurt denince akla ilk gelen, “Futbol borsada değil arsada güzel”, “Atılan her gol emekçinin
kalesine” sözleriyken; “Oyunla spor aynı şey değildir. Örneğin, günümüzde sporların kralı (!) olarak bilinen
futbolu ele alacak olursak; puan verme, gol averajı, kümeden düşme, kümeden çıkma vb. kurallar, futbol
oyununda bulunmayan dış kurallardır. İşte futbol oyununun bu dış kurallar içine girerek kurumsallaşması
futbol sporunu yani rantı oluşturur,” derdi.
Paranın, şöhretin egemenliğince teslim alınamayan bir cüretti Onun ki…
 
DİK DURAN POLİTİKA
 
11 Eylül 1973 sabahı Şili’de “Akbabaların Günü”ydü.
Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger’in, ABD Başkanı Richard Nixon’a notunda, “Eğer
Şili’deki kaynakların yeniden dağılımı konusunda başarılı olursa, diğer ülkeler de aynı şeyi yapar,”
uyarısının devreye soktuğu darbeyle Şili’nin en karanlık dönemini başlatıyordu.
Karşılarında sosyalist Başkan Salvador Allende vardı.
Hani “Bu koşullarda, sözlerim sadece işçilere: Teslim olmayacağım! Bu tarihi dönemeçte, halka olan
sadakatimin bedelini hayatımla ödeyeceğim. Ve onlara, binlerce Şililinin tertemiz vicdanına serptiğimiz

3

tohumların kuruyup gitmeyeceğinden şüphem olmadığını söyleyeceğim. Güçleri var, bizi ezebilirler. Ancak
toplumsal dönüşümler ne suçla ne de güçle bastırılabilir. Tarih bizimdir, tarihi toplumlar yapar.”
“Bunlar benim son sözlerim. Fedakârlığımın boşuna olmadığından eminim. Sonunda, en azından,
suçu, alçaklığı ve ihaneti cezalandıracak bir ahlâk dersi olacak.”
En son cümleleri buydu onun. José Martí’nin dizelerini hatırlatıyor bize hep: “Varsın hainleri
gizlesinler soğuk bir taş altında/ Dürüstçe yaşadım ben, karşılığında/ Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim.
Elinde Fidel’in hediyesi Klaşinkof ile son radyo konuşmasında halka seslenen Salvador Allende,
başkanlık sarayı bombalanarak darbeciler tarafından işgal edildiğinde, canlı ele geçirilemedi.
Son anda bile düşmanlarına büyük bir ahlâki ders veren Onun ölümü, kendisine bildirildiğinde cunta
şefi Pinochet’nin tepkisi, “Cesedini bir tabuta koyun ve ailesiyle beraber Küba’ya gönderin, herifin ölüsü
bile bize problem çıkarıyor,” olmuştu.
Gerçekten de öyle. Ölüsü bile ‘problem’ oldu dünyadaki bütün faşistler için…
Çünkü O, yoksulların başkanıydı; aykırıydı…
Nelson Mandela gibi…
“Ben, tüm insanların uyum ve eşit fırsatlara sahip şekilde beraberce yaşadığı, demokratik ve özgür
bir toplum idealini benimsedim. Bu, uğrunda yaşamak ve ulaşmak istediğim idealdir ama gerektiğinde
bunun uğrunda ölürüm de,” diyen O, tarihe damgasını vuranlardandı.
“Mücadele”, “Barış”, “Özgürlük”, “Eşitlik”, “Adalet” deyince hemencecik anımsananlardandı.
Yaşama, insanlığa kattığı değerlerle yerkürenin onurlarından, yani umuda can suyu olanlardı.
Mücadeleyle, zorluk, yoksulluk ve hapislerle geçen bir ömür onunki…
27 yılını demir parmaklıklar arasında geçirdikten sonra artan dış baskılar sonucu 11 Şubat 1990’da
serbest bırakıldı.
Güney Afrika’da Madiba ismiyle anılan Mandela, anti-sömürgeci ve ırkçılıkla mücadelenin
sembollerinden olurken; hepimize şunları öğretti:
“Ben bir komünist değilim ama söylemeliyim ki; bizi onlardan başka da anlayan olmadı…”
“Mücadele benim hayatımdır…”
“Büyük bir tepeyi aştığında insanın bulacağı şey; daha aşılacak çok tepenin olduğudur…”
“Cesur insan korku hissetmeyen değil, korkusunu fetheden insandır…”
“Tercihleriniz umutlarınızı yansıtsın, korkularınızı değil…”
“Hayattaki en büyük zafer hiçbir zaman düşmemekte değil, her düştüğünde ayağa kalkmakta
yatar…”
“Yapılana dek, her zaman imkânsız gözükür…”
“Kadınlar bütün baskı ve zulüm zincirlerinden kurtulmadıkça özgürlükten bahsedilemez…”
“Önemli olan teninin rengi değil, değerlerinin rengidir…”
“Hiç kimse ten renginden, geçmişinden ya da dininden dolayı bir diğerinden nefret ederek dünyaya
gelmez…”
“Biz beyazlara karşı değiliz, beyazların üstünlüğüne karşıyız…”
“Özgür olmak, sadece birisinin zincirlerini kırması değildir. Ancak başkalarının özgürlüğünü
artırmak ve başkalarının özgürlüğüne saygı duyacak şekilde yaşamaktır…”
“Özgürlüğün kolay yolu yoktur. Çoğumuz arzularımıza ulaşmak için ölümün gölgesindeki vadiden
tekrar tekrar geçmek zorundayız…”
“Özgürlüğün amacı onu başkaları için yaratmaktır…”
“Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Vicdanınızı satmayın yeter…”
Ve ısrarın, vazgeçmeyişin Türkçesi yani “İnsanın her davranışı ve düşüncesi, toplum içinde,
toplumla birlikte, toplum için ve toplum olarak yaşamaktır,” diyen Dr. Hikmet Kıvılcımlı…
 O, “Tarafsızlık bizim harcımız değil,” vurgusuyla komünistler için bir düşünce davranış
öğretmenidir.
Kolay mı?
“Kimseden proletarya doğruluğu ve yoldaşlığı dışında hiçbir şey beklemedik. Kimsenin de bizden
başka şey istemesine göz yummadık…”
“Görev başında ömür merdiveninin son basamaklarına geldik. Kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil,
elâ gözü için yaşamadık…”
“Yeryüzünde en çok tartışılan bir sözcük varsa, o da sosyalizmdir…”

4

“Tarihin yörüngesi, en ufak ikircikliğe yer bırakmayacak ölçüde işçi sınıfının yörüngesine
girmiştir…”
“İnsanlık bir adım geri, iki adım ileri de olsa, izafî olarak, her seferinde azıcık daha yol alarak,
modern medeniyet basamağına doğru yükselir…”
 “Düşündüğü gibi yaşamak için güreşmeyen aydın, uşaktır…”
 “Parti kurmak turşu kurmaya benzemez,” uyarıları güncelliğini taşıyan O; dik durmanın
abidelerindendir…
Tıpkı Mihri Belli gibi…
Marksist-Leninist düşünce ve devrimci eylemlerle 1936’da iktisat okumaya gittiği Amerika’da
tanıştı; Yunanistan iç savaşında, partizanların safında tabur komutanlığına kadar yükseldi “Kapetan Kemal”.
İki kez ağır şekilde yaralandı.
Mücadele dolu yıllarda, 12 Mart 1971 muhtırasının ardından yakalanmamak için yurt dışına çıktı.
Bir süre Filistin Kurtuluş Örgütü’nün konuğu oldu.
7 Nisan 1979’da bir faşistin suikast girişiminde maruz kaldı.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra, yine yurt dışına çıktı. Bir süre Ortadoğu’da kaldı.
Toplam 11 sene hapis, 18 sene zorunlu sürgün yaşayan Belli’yi 16 Ağustos 2011’de yitirdik. [6]
El özet O, “Dare a Cesare quel che è di Cesare/ Sezar’ın hakkı Sezar’a” dedirten hakikâtiyle
“Devrimin Gezgin Şövalyesi”ydi. [7]
Sonra “Kişiler hakkında nasıl mı karar vereceksin? Hayatlarına bakarak. Bir insan, yaşadığı hayatın
insanıdır.” “Eğer bir şey yapılacaksa, onu iyi yapmak gerekir.” “Sosyalist doğulmaz sosyalist yaşanır,”
diyen Behice Boran…
77 yıllık yaşamında O, “Hafızanın Onuru”, [8] “İşçi Sınıfının Sosyoloğuydu”, [9] örgütlü mücadeleydi…
“Boran toplumunu aydınlatmak ve değiştirmek için nasıl bir yol izlenmesi gerektiği sorusunun
yanıtını sosyolojide değil Marksizm’de bulmuştu. Kazanmaya başladığı sınıfsal bakış açısı onu neyin nasıl
yapılması gerektiği konusunda aydınlatmıştı. Sonraları Lenin’i okuduğunda fikirle eylem arasındaki ilişkiyi,
pratikte neyin nasıl yapılması gerektiğini kavramaya başladı. Artık Boran’a göre bir fikir sahibi olmak
demek, o fikri hayata geçirmek demekti.” [10]
Şu uyarıların takipçisi oldu her daim:
“İşçi sınıfı bu bilgileri, mücadele deneyimlerini, iktidar için gerekli yetenekleri ancak politik
düzeyde örgütlenerek, partileşerek kazanabilir. Kendi bağımsız partisi aracılığıyla ancak iktidar olabilir ve
iktidarda kalıp işleri yürütebilir…” [11]
“Toplumlar, tarihlerindeki gelişme ve ilerleme atılışlarının doruk noktalarından geçerek, bu doruk
noktaları birbirine katışıp birikerek sosyalist çizgiye ve sosyalizm aşamasına gelirler…”
“Kurtuluş mücadele ile sağlanır boyun eğerek değil. Kurtuluş tek tek olmayacaktır. Hep birlikte
kurtulacağız. Hep birlikte mücadele edeceğiz. Hep birlikte kazanacağız…”
“Kadın hareketi sınıf mücadelesiyle bütünleştirilmelidir…”
“İşçilerin kaybedeceği hiçbir şey yok, kazanacağı çok şey vardır. Dünyanın her memleketinde işçi
sınıfı ileriliğin ve gelişmenin savunucusu olmuştur…”
“İşçi sınıfının mücadele ufku, ücret, ikramiye, kıdem tazminatı, referandum gibi ekonomik sorunlarla
sınırlanmamalıdır…”
“İktidar şu partiye değil de, bu partiye sadece oy vermekle gerçekleşmez. İşçi sınıfımızın kendisi
iktidar hazırlanmalıdır…”
Özetle “O yüzünü salt Türkiye’ye dönmemiş, ‘Selam Türkiye’nin ve dünyanın aydınlık geleceğine’
söylemiyle politik yaklaşımına evrensel bir boyut getirmişti.” [12]
 
AYDIN(LATAN)LAR
 
“Farklı okumalara” [13] açık İbn-i Haldun yapıtlarıyla özellikle de ‘Mukaddime’siyle önemlidir.
“İnsan, alışkanlıklarının çocuğudur,” diyen İbn-i Haldun’un sosyolojiye, siyaset bilimine “asabiye
teorisi”yle [14] katkıları ile Karl Marx arasında “paralellik” kurulurken; ‘Mukaddime’ çevirmeni Zakir Kadiri
Oğan, önsözde “Onun mülke ve sermayeye saygılı bir sosyalist olduğu iddiasını yazıya geçiriyor”ken; [15]
gerçekten de önemli bir âlimdir İbn-i Haldun.
“Siyasal İslâm emperyalizmin baş işbirlikçisidir,” diyen Samir Amin de çağının “İbn-i
Haldun”larındandı…

5

O, “geleceğin her zaman açık olduğunu” savunanlardandı; “Analizimi ve önermelerimi üzerine
kurduğum çelişki diyalektiği, ‘geleceğin her zaman açık’ olduğu, ‘tarihin kendisinden önce tarihin
yasalarının’ olmadığı ve geleceğin henüz yaşanmamış olduğu anlamına gelir,” [16] derdi.
Karl Marx’ın, “Dünyayı anlamak yeterli değildir asıl olan onu değiştirmektir” tezine sahip çıkarken
de “inşa etmek” için yola çıkanların yanı sıra, hepimize görev düştüğünü vurguluyor, “daha mütevazı
biçimde bilincimiz elverdiği ölçüde kendisine katkı sunmak istediğimiz bir gelecek hayalini” savunuyordu.
Hepimizi hayata çağıran bu iyimserliğin kaynağında kapitalizmin geldiği aşamayı iyi bilmek
yatıyordu. “Çağdaş kapitalizm, artık yalnızca bir sömürü ve emeğin bastırılması rejimi değildir, insanlığın
düşmanı hâline gelmiş durumdadır,” diyen Samir Amin, olumlu hiçbir yanı kalmayan, çürümüşlüğü
birikimin yıkıcı boyutları tarafından belirlenen kapitalizmin gününü doldurmuş olduğunun kabul
edilmesinin gerektiğini savundu hep. [17]
Gerçekten de “6 yaşında, annemle arabadaydım, arabadan inince benim yaşımda yoksul giyimli,
neredeyse ayakları çıplak bir çocuk gördüm, çöpü karıştırıyordu.
Anne bu çocuk ne arıyor, diye sordum. Yiyecek, diye karşılık verdi. Neden, yiyecek bir şeyi yok
mu? Hayır, onlar yoksul ve yiyecek bir şeyleri yok…
Neden böyle, diye sordum (…) Çünkü dünya kötü şekilde kurulmuş, dedi. Dünyayı değiştirmeliyiz,
diye cevap verdim,” diyen Samir Amin sosyalizme daha lise yıllarında tanışıp, Mısır Komünist Partisi’yle
temasa geçerek, “Sosyal realitenin Marksist tahliline, çok erken, lise ve üniversite öğrenim yıllarında
katıldım ve sosyalizmin kapitalizmin her türlü kötülüklerine, iğrençliklerine karşı yegâne kabul edilebilir ve
gerekli cevap olduğunda daha o zaman inandım,” demişti… [18]
‘Tricontinental Enstitüsü Direktörü Marksist Tarihçi Vijay Prashad’ın, “Zekâsıyla büyüleyen bir
adamdı, gençlere karşı cömertti ve azimli bir rehberdi…
Firoze Manji’nin, “İnsanın kurtuluş mücadelesine katkısı, özellikle de o zaman Üçüncü Dünya
dediğimiz şey konusunda, çok büyüktü… Kendi yapıtları konusunda çok üretkendi ve Marks’ı anlamaya
kendini adamıştı, özellikle sermaye konusunda. Marksizme dogma muamelesi yapmayan, fikirleri ve
Marks’ın yöntemine dayalı dünya anlayışımızı zenginleştirmeye, evrimleştirmeye, geliştirmeye çalışan çok
az kişiden biriydi…”
‘The Global University for Sustainability/ Sürdürülebilirlik için Küresel Üniversite’den Lau Kin Chi,
“Dünyanın krizlerine her zaman bilge ve isabetli analizler yapardı, aynı zamanda zorlukları hesaplar ve
hareketlere öngörü ve stratejiler önerirdi. İyimserliği bulaşıcıydı, her zaman eylem ve umut fırsatlarına işaret
ederdi…”
Fikret Başkaya’nın, “Kelimeler Samir Amin’i anlatmak için kifayetsizdir… O sadece bir Marksist
teorisyen, yorulmaz bir militan değildi… Harika bir insandı… Tüm yaşamını ezilen ve sömürülen halkların
kurtuluşuna adamıştı… Müthiş bir örgütçüydü,” [19] diye betimlediği, bir itirazın aykırısıydı O…
Ve coğrafyamızdan “Sarsılmaz bir aydınlığın çığlığıydı,” [20] diye betimlenen Server Tanilli…
Kolay mı?
“Faşizm, hiçbir toplum için kader değildir. Yarınlar, ilerici devrimci güçlerin olacaktır. Yani
bağımsızlığın, yani gerçek demokrasinin, yani sosyalizmin… Selam o yarınlara,” [21] diye haykıran O,
1402’lik olmuştu…
Çıkarıldığı mahkemede, “Emperyalizme ve faşizme karşıyım. Tam bağımsız ve gerçekten
demokratik bir Türkiye’den yanayım.
Kapitalizme karşıyım. İnsanların insanlıklarını bütün boyutlarıyla duyarak ve tadarak yaşayacakları,
sömürüsü, nihayet yabancılaşması olmayan bir düzenden yanayım.
Bugünkü ‘geri ve bağımlı’ kapitalizmin devamında yarar gören güçlere karşıyım. Tam bağımsız,
gerçekten demokratik, sömürüsü olmayan, ileri ve uygar bir Türkiye’yi yaratacak olan güçlerden yanayım.
Tarihe, içinde yaşadığımız çağa ve topluma bu görüş açısından bakıyorum.
Doğrudur veya yanlıştır, taraftar olunur veya olunmaz, bir bilim adamı olarak kabul ettiğim metot,
görüş ve düşüncelerimden dolayı kime karşı sorumluyum? Yaşadığım çağa ve topluma karşı… Ya
mahkemelere? Asla!”
Nisan 1978 günü ders çıkışı, Göztepe’deki evine dönerken uğradığı silahlı faşist saldırı nedeniyle 80
yıllık ömrünün yarıya yakınını tekerlekli sandalyede geçirmişti…
Büyük bir dirençle yaşama tutundu. Fransa’ya gidip uzun yıllar Strazburg Üniversitesi’nde çalıştı,
2000 yılında yurda dönüş yaptı.
Ve “Tarih fotoğrafınızı bir kere çeker, dikkat edin gözleriniz kapalı çıkmasın…”

6

“Var olmayı öğrenmek, büyük bir özerklik ve yargılama yeteneğine bağlıdır…”
“Doğruya inançlar değil bilgi götürür…”
“Din, felsefeye karşı daima dişlerini göstermiştir…”
“İnsanlığın ilerlemesini belirleyen din değil, bilimdir!..”
“Ne var ki insan ekmekle yaşar önce…”
“Bir bölük insanın milyonlarca insanın yiyecek-içeceğini yiyip yutabildiği bir ülkede, hangi erdem,
hangi mutluluk olabilir ki…”
“Emperyalist eğilim, yalnız otoriterliği değil, saldırganlığı da beraberinde taşıyor…”
“Savaşların olmadığı, halkların ve kültürel kimliklerin saygı gördüğü, gerçekten barışçı bir dünya
kuramaz mıyız…”
“Kapitalist toplumda eğitim, pek doğal olarak, egemen sınıf olan burjuvazinin gereksinme ve
isteklerine uygun olarak düzenlenmiştir…”
“Emeğin ve alın terinin sömürülmediği, kadının erkeğe oranla geri sayılıp ezilmediği, insanların tüm
yeteneklerinin özgürce serpilip gelişebileceği, insanın kendini insan olarak gerçekleştirebileceği bir toplum
düzenine kavuşamaz mıyız…”
“Kapitalizm yıkılacak ve yerine ‘sosyalist düzen’ geçecektir,” diye haykıran, O 29 Kasım 2011 günü
yaşama veda ettiğinde ardında bir külliyat bıraktı.
Nihat Behram da Onun için şu dizeleri yazdı: “Sen insanlık katında yücelirken/ Seni düşleyenler
cüce kaldılar/ Sende bilgi sende direnç bilendi/ Bilmem ki sana saldıranlar nice kaldılar/ Gövdende çağlar
uğulduyor/ Yenilmez dağlar uğulduyor/ Milyarların katliam silahlarına harcandığı dünyada/ Senin
varlığında insancıl şarkılar uğulduyor…”
Ve Salih Bolat’ın, “İyi bir entelektüel olmanın ötesindeydi,” [22] derken; Mahmut Temizyürek’in de,
“Türkiye’deki evrensel sosyalizm kültürünün ikinci kuşak büyük okulunun bin bir emekle yaşatılan
kütüphanesinin kurucusu, yöneticisi, işçisi, düşünürü, yazarı ve savaşçısıydı. İkinci Yeni’nin isim babası,
şiirsel meclislerin örgütçüsü şair, ressam ve düşünürdü. Malum iktidar zalimleri onurlu devrimci yaşamının
bedelini çok ağır ödettiler ona. Boğun eğmedi hiç, yılmadı, durmadı, düşmedi. Ayakta öldü,” [23] diye eklediği
Muzaffer İlhan Erdost, her daim bıkıp, usanmadan bildiği işi yaptı: Yanıbaşında öldürülmüş kardeşinin
acısını kalbine gömüp -ama adına da bir İlhan ekleyip-, kitaplar, dergiler, şiirler yazdı, bizim gibi -hiç
tanımadığı- binlerce insana yazma, düşünme ve üretme umudunu zerketmeye devam etti.
Nihayet 20 Eylül 1992’de kontrgerilla güçlerince Diyarbakır’da katledilen Kürtlerin sembol ismi,
bilgesi ve “Tam bir Kürt beyefendisi idi, aksilikleri de vardı ama bir o kadar da sevimli bir ihtiyardı,” [24]
sözleriyle anılan Apê Musa…
Remzi Kartal’ın, “Yaşamını tamamen Kürt halkının özgürlüğüne vakfetmişti,” [25] notunu düştüğü
“Musa Amca bir ekoldü… Örneği olmayan ve olmayacak olan… Sevgi dolu, her zaman delikanlı,
heyecanlı, korkusuz, ölüme bile ‘kafa tutan’ bir Apê Musa’ydı,” [26] diye ekliyor Eren Keskin de…
Menderes hükümetinin son döneminde, Kürtlerden bin kişiyi 50’şer kişilik gruplar hâlinde idam
etmeyi öngören plan uygulamaya konulunca 17 Aralık 1959’a tutuklanan 50 aydın arasında Musa Anter de
vardı. Diyarbakır’dan İstanbul’a getirildi ve kendileri için hazırlanan kör hücrelere atıldılar. Tutukluluk
esnasında Emin Batu öldüğü için dava, 49’lar davası olarak tarihe geçti. Tutuklananlar 27 Aralık 1959’dan
10 Mart 1960’a kadar hücrede kaldılar ve daha sonra genişçe bir odaya alındılar. Ankara Genelkurmay
Mahkemesi’nde idamla yargılanan sanıklar, yargılama sonunda serbest kaldılar.
Musa Anter, 3 Haziran 1963’de bir kez daha tutuklandı. Bu kez, İstanbul’a gelen ve Müslüman
Kardeşler için İsrail’den yardım almak isteyen birinin verdiği 23 isimle birlikte Balmumcu cezaevine
konuldular. İstanbul’daki üç ayrı askeri mahkemenin davayı kabul etmemesi üzerine, sanıklar bu kez
Ankara’ya -Mamak Cezaevi’ne- gönderildiler. Tekrar İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaları
yönünde karar çıktı. Ancak İstanbul’un teslim almak istememesi üzerine sanıklar bir süre Orhaneli
Cezaevi’nde tutuldular ve sonunda İstanbul Sultanahmet Cezaevi’ne götürüldüler. Mahkeme başlayınca
önce tahliye oldular ve sonra da beraat ettiler. [27]
O Kürt Aydınlanmasının en ön safındaki organik aydınıydı…
 
DEVRİMCİ MİLİTAN(LAR)
 
Açlık grevinde öl(dürül)en İrlanda Cumhuriyet Ordusu’ndan (IRA) “Tarla Kuşu” Bobby Sands için
“Baskının ve zulmün olduğu her yerde insanlığın onuru oldu” derdi Denis O’Hearn… [28]

7

“Sıradan bir insandı ama aynı zamanda çok sıradışıydı. Onun hayatı ile ilgili en önemli nokta bu
olağanüstü koşullarda kendine bir izlek bulması ve bir yol çizebilmesiydi. Siyaseti ve yazdığı şiirler arasında
bir ayrışma ve kopukluk görmüyordu. Bütün şarkıları ve şiirleri özgürlük üzerineydi. [29] Kendi şarkı ve
şiirlerini kullanarak mahpuslar arasındaki morali yüksek tuttu. Bobby bütün bu insanlara içeride özgür
olduğunu düşündürdü.” [30]
Kolay mı? Long Kesh Hapishanesi’nde tek tip kıyafet giymeyi reddettikleri için H tipi hücrelerde
çırılçıplak bırakılan IRA tutsaklarının battaniyelerinden başka hiçbir şeyleri yoktur. Siyasi mahkûm statüleri
ve tüm hakları ellerinden alınan tutsaklar beş yıl boyunca bu insanlık dışı şartlarla mücadele ettikten sonra
Bobby Sands öncülüğünde açlık grevine başlarlar. [31]
Bobby Sands, baskının ve zulmün olduğu her yerde insanlığın onuru oldu. Ölüm orucunun altmış
altıncı gününde öldü(rüldü)ğünde 27 yaşındaydı; tarih 5 Mayıs 1981’i gösteriyordu… [32]
Onu, IRA’lılardan Francis Hughes, Raymond McCreesh, Joe McDonnell, Martin Hurson, Kieran
Doherty, Thomas McElwee; INLA’lılardan (İrlanda Ulusal Kurtuluş Ordusu) Patsy O’Hara, Kevin Lynch ve
Micky Devine takip etti. 1981 Ekiminde ölüm oruçları son buldu; İrlanda’nın özgürlük mücadelesi için… [33]
Teslim alınamadı IRA’lı “Tarla Kuşu” Bobby Sands ile yoldaşları…
Sonra da 21 Şubat 1965’te, konuşma yaptığı kürsüde uğradığı suikast ile katledilen Malcolm X…
“Beyaz adam savaştı, biz öldük”…
“İyi siyah veya iyi beyaz olmak gibi bir durum yoktur. İyi veya kötü insanlar vardır”…
“Müslümanlara göre fazla dünyeviyim; diğerlerine göre fazla dindarım…”
“Bir insanın düşünmeye ihtiyacı varsa, gidebileceği en iyi yer, bana sorulursa, üniversiteden sonra,
hapishanedir…”
“Eğitimli değilim, herhangi bir alanda da uzmanlığım yok… Ama samimiyim ve samimiyetim benim
kimliğimdir”…
“Eğer, dikkatli olmazsanız, gazeteler mazlumlardan nefret etmenizi, zalimleri ise çok sevmenizi
sağlar”…
“Bana bir kapitalist gösterin, ben de size bir kan emici göstereyim”…
“Bütün uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter”…
“Eğer uğrunda ölmeye hazır değilseniz, ‘özgürlük’ kelimesini lûgatınızdan çıkarın”…
“Kimse sana özgürlüğünü vermez. Kimse sana eşitliği, adaleti ve başka hiçbir şeyi vermez. Bunları
kendin alırsın!”
“Özgürlüğü elde etmenin tek yolu dünyadaki diğer tüm ezilmiş halkları tanımaktan geçer: Brezilya,
Venezüella, Haiti, Küba ve evet Küba halkının kan kardeşleriyiz bizler,” derdi O…
Müslüman bir siyasetçi olarak adlandırılmayı her zaman reddeden Malcolm X; soyut bir “insan
hakları savunucusu” da değildi. O, Amerikan toplumunda siyah nüfusun beyazlarla eşit haklara sahip olma,
yani ezilen bir halkın ezen kimliğe başkaldırarak özgürleşme mücadelesi anlamında “sivil haklar
hareketinin” iki ana kanadından birinin önderiydi.
Örneğin, hareketin pasif direniş kanadının önderi rahip Matin Luther King’e yönelttiği eleştirinin
dinsel inançla ilgisi olmadığını, söz konusu olanın farklı mücadele stratejileri olduğunu sürekli vurguladı.
ABD müesses nizamı tarafından “beyaz düşmanlığı”, “zenci ırkçılığı” ve “şiddet tutkunluğu” yaftalarıyla
sürekli karalanmasına rağmen bu farkı tanımlarken oldukça dikkatliydi: “Ben şiddeti savunmuyorum ama
öz-savunma durumunda kullanılan şiddeti şiddet değil zekâ diye adlandırıyorum.”
Malcolm X, 1965’e siyasal suikastla yok edildi. Katli ardından ABD’nin her yanında günlerce süren
siyah ayaklanmalar polis saldırısı ile bastırıldı.
O, bir savaş karşıtıydı. Daha 1945 askere çağrıldığında, “Askere alınırsam siyah askerleri örgütler,
biraz silah çalar ve beyaz adamları öldürürüm” beyanında bulunarak akli dengesinin askerliğe uygun
olmadığı raporu almıştı. Siyah özgürlük hareketinin sembol isimlerindendi… [34]
 
DEVRİMCİ KADIN(LAR)
 
“Daha çocukken, insanın inancı uğruna ölmeye hazır olması gerektiğini öğrendim”…
“Yaşamın olduğu her yerde savaşmak istiyorum”…
“Eğer erkekler öldürüyorsa kadınların görevi yaşamı savunmaktır”…

8

“Kadının özgürlüğü tüm insanoğlunun özgürlüğü gibi yalnızca emeğin sermayenin
boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır. Sadece sosyalist toplumda kadınların işçiler gibi haklarının tam
sahibi olması mümkündür”…
“Kadın emeği konusunda gerici unsurların, gerici düşüncelere sahip olmaları şaşılacak bir durum
değildir. Ancak son derece şaşırtıcı olan, sosyalist cephede de kadın emeğine karşı çıkmak gibi yanıltıcı bir
görüşe rastlanmasıdır. Sosyalistler şunu bilmelidir ki mevcut ekonomik gelişmede kadının çalışması bir
zorunluluktur. Sosyal kölelik ve özgürlük, ekonomik bağımlılığa veya bağımsızlığa bağlıdır”…
“Kanlı zulümle, terörle, açlık ve savaşla birleşmiş faşizm, paramparça edilip yere serilmeden,
aramızdan hiç kimse dinlenme hakkına sahip değildir,” diye haykıran Clara Zetkin, dönemindeki pek çok
feminist burjuva kadın gibi kadınların oy hakkı için mücadele etti.
Mücadelesinde ilkelerinden taviz vermeyen Clara Zetkin her zaman, sosyalistlerin oy hakkını
destekleyen burjuva kadınlar ile “birlikte mücadele edip, ayrı yürümesi gerektiğini” ileri sürdü.
Onun liderliği, Alman sosyal demokrasisinin programında kadınların oy hakkına yer veren ilk
Avrupalı siyasi parti olmasını sağladı. 8 Mart’ın Uluslararası Kadın Günü olmasını teklif eden kişi de Clara
Zetkin’den başkası değildi.
Clara Zetkin, kapitalizmde kadın işçilere yönelik baskıları kınadı ve eşit işe eşit ücret hakkından
başlayarak kadın işçilerin bütün hakları için mücadele etti.
Clara Zetkin, komünistlere, sadece kadınlara dönük propagandayla yetinmeme ve kadınları devrimci
militanlar olarak görme konusunda uyararak şunları söyleyecekti: “Kadınlar arasında faaliyet gösteren
birimler, işlerinin sadece sözlü ve yazılı propaganda ve ajitasyondan fazlasını içerdiğini akıllarında tutmak
zorundadır. Bu birimlerin temel meselesi -ellerinin altındaki en etkili yöntem olan- eylem yoluyla ajitasyon
yapmak ve bütün kapitalist ülkelerde, kadınları devrimci proletaryanın bütün eylemlerinde ve
mücadelelerinde, grevlerde, sokak gösterilerinde ve silahlı ayaklanmalarda etkin biçimde yer almaya teşvik
etmektir.” [35]
Clara Zetkin’in yolunda ilerleyen Küba Devrimi savunucuları Mirabal Kardeşler’e gelince…
BM tarafından tüm dünyada ‘Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’ ilan edilen 25 Kasım’ı
Onlara borçluyuz.
Dominik Cumhuriyeti’nin en karanlık yıllarıdır 1950’ler. Faşist diktator Rafael Trujillo’nun
yurttaşlarına kan kusturduğu korkunç bir dönem.
Diktatör gerçek bir canavardı. Gizli polisiyle, geniş ihbarcı ağıyla muhaliflerini katleden…
Trujillo’nun baskıları cinsel arzularına karşılık vermediği bir diktatörün hayatını zindana çevirdiği
Minerva ile Patria, Maria Teresa, Dede Mirabal kız kardeşleri yanında eşlerini artık birer muhalif eylemciye
dönüştürmüştür. Miraballar, diktatörlüğe karşı mücadelenin her alanında yer almaya başlamışlardır. Broşür,
bildiri dağıtırlar, evde silah imal ederler.
Bir fuar ziyaretinde Trujillo’ya yönelik bir suikast girişimi nedeniyle Mirabal kardeşler de tutuklanır.
Sonrası özgürlük savaşçıları için kapkaradır…
Dominik kentlerinde Mirabal kız kardeşlerin (Üç Kelebek olarak anılıyorlar) adının bulunduğu
birçok sokak, kültür merkezi, okul var. Kendi doğdukları kentin adı da Herman’s Mirabal olarak
değiştirilmişti. [36]
Sonra da 22 yaşında katledilen Leyla Qasım…
Kürtlerin mücadele tarihinde önemli isimlerden biri Leyla Qasım. Irak diktatörlüğüne karşı direndiği
için idam edilen ilk Kürt kadını olan Qasım, herkesten bir parça oldu: ‘Leyla kî ye? Leyla jin e. Leyla min e’
1974 baharında Baas rejimi Kürtlere karşı savaş açtı, yoğun tutuklama ve katliamlar gerçekleştirdi,
birçok Kürt ailesini Bağdat’tan çıkardı. Irak rejimi Qeledize kentini bombaladı ve bombalama sonucunda 3
sivil yaşamını yitirdi. Daha sonra Halepçe’yi bombalayan rejim, birçok sivilin yaşamını yitirmesine neden
oldu.
Bu süreçte Leyla Qasım ve arkadaşları, Kürtlerin sesini dünyaya duyuracak bir eylem hazırlığına
girdi. Biraz da Filistinli direnişçi Leyla Halid’in uçak kaçırmasından esinlenerek, uçak kaçırma eylemi
gerçekleştirmek istediler. Ancak bu eylem başarılı olamadı. Eylem girişiminin başında arkadaşlarıyla
birlikte 24 Nisan 1974’te Baas rejimi tarafından esir alındı. Rejimin bütün baskıları ve dayatmalarına karşı
Leyla Qasım ve arkadaşları geri adım atmadı.
Leyla Qasım, ağır işkencelerden geçirildi. Kısa süren düzmece bir yargılama sonrasında, idama
mahkûm edildi. Ağır işkencelere rağmen teslim olmayan Qasım, diktatör Saddam Hüseyin’in emriyle Cevad

9

Hemevendî, Nerîman Fuad Mestî, Hesen Heme Reşîd ve Azad Suleyman Mîran adlı 4 arkadaşı ile birlikte,
12 Mayıs 1974’te saat 07.00’da idam edildi.
İdam edilmeden önce annesiyle kısa bir görüşme fırsatı bulan Leyla Qasım, annesine “Güzel annem;
tasalanma, ben bir dava insanıyım artık. Kürt halkı ve Kürdistan için savaşıyorum. Anne bizim ölümümüzle
binlerce Kürt insanı uyanacak, özgürlük bayrağımız dalgalanacak. Ben öldüğümde üzülmeyin, saç
örgülerimden bayrak yapsınlar” şeklinde vasiyette bulundu.
İdam sehpasına cesur adımlarla yürüyen Leyla Qasım’ın son sözleri, hâlâ Kürtlerin kulaklarında:
“Beni öldürerek yok edebilirsiniz ama benim ölümüm binlerce Kürd’ün uyanışı olacaktır.” Irak
işkencehanelerinde direnişin sembolü olan Leyla Qasım’ın idam sehpasına giderken Kürt ulusal marşı ‘Ey
Reqib’i okuduğu dilden dile dolaşır hâlâ. [37]
 
ÖZGÜR BASIN
 
Sertel’leri bilmeyen var mı?
Önceside dahil, onlarla birlikte coğrafyamızda gerçek anlamda hakkı verilen gazetecilik, hep suç
sayıldı. Gazeteciler katledildi, cezaevlerine konuldu. Baskı hiç değişmedi. Sertel’lerin diğer onurlu basın
emekçilerince devralınan tutumu da: “Haber suç konusu olamaz, gazetecilik suç değildir!”
“Boyun eğmez kalem” Sertel’in basın tarihine damga vuran mücadelesi, biz gazetecilerin hâlâ
sürdürdüğü mücadeledir: “Gazetecilik suç değildir!”
1923’ün ortalarında “mesai ve hayat arkadaşı” Sabiha Sertel’le birlikte Resimli Ay dergisini
çıkarmaya başlayan Zekeriya Sertel’in, “Gazetecilik hayatımın en önemli ve ilginç dönemi” olarak
bahsettiği Resimli Ay’ın yazarları arasında Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali gibi muhalif isimler de yer alır.
Zekeriya Sertel, dergideki yazıları nedeniyle Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanır ve üç yıl
sürgünlüğe mahkûm edilir. Sonrasında ise derginin yönetimini, Sabiha Sertel devralır. Serteller’in kızı
Yıldız Sertel, “Annem onu [Resimli Ay] çok büyük zorluklarla çıkarıyor. Babıâli’de tek başına bir kadın…”
yorumunu dillendiriyordu. [38]
1931’e dek ayakta kalmayı başaran Resimli Ay yanında 1930’da da Son Posta gazetesini çıkaran
Zekeriya Sertel, burada yayımlanan yolsuzluk haberi nedeniyle tekrar hapse girer.
Aftan yararlanıp çıkar ve 1936’ya Ahmet Emin Yalman ve Halil Lütfi ile birlikte Tan’ın yönetimine
geçerken, dönemin önemli yayın organlarından biri hâline gelir Tan.
Sertel’lerin yönetiminde Tan, yükselen ırkçılıkla mücadele ettiği gibi faşizme karşı mücadelesinden
de bir adım geri atmaz ve Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler kurulmasını savunur.
Bu dönemde tek partiye karşı, ikinci bir parti kurmak için hazırlık yapan Adnan Menderes, Celal
Bayar ve Tevfik Rüştü Aras’ın da aralarında olduğu bir grup, Sabiha ve Zekeriya Sertel ile “parti yayını
yapacak” bir dergi çıkarmak konusunda mutabakata varır. Derginin adı, “Görüşler” olarak belirlenir.
Dergide, Menderes ve Köprülü de yazılar kaleme alacaktı. (Tan Baskını’ndan sonra Menderes ile Bayar söz
konusu dergiyle ilişkisinin olmadığını söylemiştir.) Görüşler’in yayımlanmasının ardından ırkçı-sağcı basın,
Tan gazetesine saldırıda vites büyütür. Zekeriya Sertel’den çok, Sabiha Sertel hedef gösterilir.
3 Aralık 1945’te, Tanin gazetesinde Hüseyin Cahit Yalçın imzasıyla, ‘Kalkın Ey Ehl-i Vatan’
başlıklı bir yazı yayımlanır. Söz konusu yazıda Yalçın, adeta bir hücum emri vermişti. Memleketi sevenleri
komünistlere karşı mücadele etmeye çağıran Yalçın’nın hedefindeki isimler, Sertel’lerdir..
4 Aralık 1945’de kalabalık bir faşist güruh, matbaayı basar ve matbaa makineleri balyozlarla tahrip
edilir. Zekeriya Sertel, anılarını kaleme aldığı kitapta, Tan Baskını’na dair şunları ifade eder: “4 Aralık 1945
gününün sabahı üniversiteli faşist gençler ellerinde önceden hazırladıkları baltalar, balyozlar ve kırmızı
mürekkep şişeleriyle matbaaya saldırdılar. Orada bekleyen polisler olup bitene seyirci kaldılar. Görevlerini
yapmaya kalkmadılar. Göstericiler, baltalarla matbaa kapısını kırıp içeri girdiler. Makineleri balyozlarla
kırdılar. Binanın camlarını indirdiler. İçindeki eşyayı kırıp döktüler. Sonra ellerinde kırmızı boya şişeleriyle
‘Sertel’ler nerede?’ naralarıyla bizleri aramaya koyuldular. Amaçları, bizi çırılçıplak soyup üzerimize
kırmızı boya dökmek ve akabinde önlerine katıp sokaklarda ‘İşte kızıllar’ diye sergilemekti.”
 “Kanun adına, hükümet adına, memleket adına yüz kızartıcı bir rezalet sayılabilecek olan bu 4
Aralık olayından ötürü sonunda kim tutuklandı, bilir misiniz? Biz. Yani, ben, eşim Sabiha Sertel ve Cami
Baykurt.”
Tan Baskını’nın göz ardı edilmemesi gereken bir detayı vardır: Yaşananlar, güç kullanılarak
medyayı susturmaya yönelik girişimlerin ilk örneğidir. (Yıllar sonra saldırgan grubun içinde 8.

10

Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de olduğu iddia edilmiş, Demirel
daha sonra saldırılarda yer aldığını itiraf etmişti.) [39]
Özetle Kaleme aldığı anısında, “Geri kalmış memleketlerde gazetecilik zevkli ama tehlikelidir…
Ölüm, hapis her türlü işkence sizi bekler. Ben böyle bir dönemde gazetecilik yaptım. Dört kez hapse girdim.
Yüzlerce kez gazetem kapandı, sonsuz kayıplara katlandım. Tehdit gördüm, tahkir gördüm,” [40] diyerek tüm
baskıları göğüsleyen Zekeriya Sertel haksız mıydı?
Bir de Metin Göktepe davasının ısrarlı takipçisi Nail Güreli…
“Güreli’nin mücadeleci tutumuyla TGC için ortaya koyduğu çıta örnek”ken; [41] O, Göktepe’nin
katledildiği dönemde Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) başkanıydı. Eğer Göktepe davasında, devlet
yetkililerinin “duvardan düştü” açıklamasından “gözaltında dövülerek öldürüldü” noktasına gelindiyse,
bunda TGC Başkanı olarak Nail Güreli gösterdiği dik duruşun ve tutarlı tavrın rolü büyüktü. Göktepe davası
boyunca katedilen yol, dünyanın etrafından 1.5 tur atmış olmak anlamına geliyorken; bu yolculuklarda Nail
Güreli hep öndeydi. [42]
“Bir emekçi ailenin çocuğu olarak doğdu, bir emekçi olarak yaşadı ve hayatının büyük bölümünü
emek mücadelesine adadı,” [43] betimlemesiyle müsemma Nail Güreli yıllar boyu kendisi için hiçbir şey
istemeden üst düzey ilişkiyi yürüttü. Patronu sormadı. O da söylemedi. Bu yüzden Nail Güreli’nin gazete
patronu sırtından edinilmiş villası, yalısı, çiftliği, lüks otomobilleri, atı, katı, yatı olmadı.
Köşe yazıları, dizi röportajları, kitapları, öğrencileriyle herkese kısmet olmayacak bir paha biçilmez
bir servetin sahibi oldu: Toplumsal itibar!
Onun seçtiği bu onurlu yol, pek çok gazeteciye nasip olmaz!
Dik durmanın öteki adıydı Nail Güreli! [44]
Nihayet “ustaların ustası” gazeteci Varlık Özmenek…
O, Ankara’da yaklaşık dokuz yıl boyunca çıkmış olan Bilim ve Sanat Dergisi’nin kurucusu ve genel
yayın yönetmeniydi. 12 Eylül darbesinden sonra çıkan ilk sivil kültür dergisiydi Bilim ve Sanat. İlk sayısı
1981 Ocak ayında çıkan dergi -yaşanmakta olan amansız siyasal koşullara karşın- hiç aksamadan sürerek
99’uncu sayısına ulaştı.
Bu Kürtleri dar günlerinde terk etmeyip, yanı başlarında duran Onun ısrarlı aykırılığıyla mümkün
olmuştu…
 
“ÖZET”LE
 
Umut olmadan, başkaldırmadan umut edilen ele geçirilemez. Bunun için de doğrularından ödün
vermeyenlerin, dik duranların, aykırı farklılığı belirleyicidir.
Çünkü “Bir yaşamın ‘anlamı’ bu yaşamdan başka şeyde bulunmaz, bu yaşamın içindedir; daha da
öteye gitmez. ‘Yön’ varlığı aşamaz; o yalnızca yönelimdir, harekettir.” [45]
“Her şey değişir, her şey gelip geçer, yalnızca bütün kalır. Dünya, durmadan başlar ve biter; her an
başlangıcında ve sonundadır.” [46]
Bu kapsamda aykırı, “olağan” (denilenin) binlerce hâline “Hayır” demektir ve bu güzergâhta
“Başlangıç sonda bulunurken, son da başlangıçta kendini gösterir.” [47]
Başkaldıran aykırı insan düşünen ve yapandır. Yani nesne değil, özne olabilme cüretidir.
Bilindiği gibi nesne hâli güdülme, yani başkaları tarafından yönetilmenin kölelik durumudur; özne
hâli ise yapabilme gücü ve özgürlüğüdür.
Yani “Bu neden yapılmıyor, şu şöyle yapılmalı…” vb. türden yakınmaları aşan düşünce ve
davranışın değiştirip dönüştüren iradesidir.
Bu elbette risklidir. Ancak risksiz yaşam yoktur. Değiştirip, dönüştüren irade açısından risk almak
“olmazsa olmaz”dır. Kaldı ki cüret risk alma hâlidir. Cüret edebilmek, zorluk ve riskleri göğüsleme
gücüdür. (Korku da onları göze alamama hâlidir ve alt edilebilir.)
Unutulmamalıdır ki tarihi biçimlendiren korkaklar değil, cüretkârlardır.
Evet Gılgamış ölümsüzlük arayışında başarıya ulaşmamış da olsa, zihinlerde ve gönüllerde bu arayışı
sürdürenler kuşkusuz aykırılardır.
Malûm; Antikçağda “mitos”tan “logos”a, yani söylenceden akıl yürütmeye, yani hurafe ve
safsatadan felsefeye ve bilime yönelme sürecindeki mimarları cüret eden aykırılardı. Bunun bir örneği
Anadolu’da Miletos’ta gerçekleşmiştir. Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes gibi doğa filozofları, evreni
ve doğayı, doğaüstü güçlerle değil, doğanın kendi içinde açıklamışlardır.

11

Aklın, emeğin yeryüzünü aşkın yüzü kılma etkinliği olarak da tarif edilmesi mümkün olan aykırı
düşünce, duyumsama, eyleme becerisi insana özgüyken; Euripides’e göre duyarlık, aklın kılavuzluğunda
etkisini gösterir.
Evet aykırı insan(lık)ın var oluşunda en büyük gücü aklını kullanma iradesidir. Akıl, aykırılık
gelişiminin dinamosuyken; aklın kılavuzu dünyayı değiştirme, karşı koyma bilgisidir.
Aykırının “kaba” özeti de budur.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz