Ortadoğu’da yeni kutsallıklar nasıl yaratılır?

0
691

Bilmek, kişiye yeni kapılar, yeni yollar açarken bilmemek kapıları yüzümüze kapatan, yolları çıkmaz sokaklarda kilitleyen bir son oluşturur

İnsan yeteneğinin sınırları, bir anlamda evrensel gelişimin en üst düzeyidir. Bu öyle büyük ve sınırlı aklın duvarlarını zorlayacak düzeydedir ki, tüm kutsal kitapları yazdıran, kaleme alan ve ona inanan, tapınan ve uğruna ölümlere yürüyen insan gerçeği bunun sadece görünür bir örneğidir. Evrendeki oluşun bütünlüğüne bir anlam vermek, her oluşta bir anlam bulunduğunu ve bunun insana uzak ya da ters olmadığını bilmek, insan olmaktır. Kendinden gayri bütün oluşu, yenilgi saymadan kabullenmek ve kendi varlığına saldırı olarak görmemek, insanda dile gelen ve evren yaşamının yüceltilmesi olan evrensel mükemmeliyetin farkında olmaktır. Farkında olmayan sevemez, gönül veremez, evrenin zerrelere yerleşen anlamına erişemez. Bundandır, her sevmekte biraz kendini sevmek vardır. Bunu her ifade edişte insan olmanın farkındalığının beyanı vardır. Bu farkındalık kim olduğu arayışına bir cevap olabilir. O her aşkta aranan, her yorulmada özlenen, her yürek susuzluğunda akla gelen sırrı kim bilebilir ki. Kelebek bilse kozadan çıkışını, belki insan da çözebilir o soluğun sırrını. Kozadan çıktıktan sonra kelebek olarak yaşamak ve yaşamı bu pencereden algılamak, zamanın ve mekânın kesişmesi olan şimdiyi yaşamaktır.  Koza, kelebeğin şimdide yaşamasının oluşturucusudur. Onun ilk zamanının oluşturucusudur. İnsan için ise kanatlı düşünebilmek ve benliğini kozanın duvarları arasına sıkıştırmamak anlamlı yaşamanın bir gereğidir. Aynı zamanda kendi kozasını bilmek kadar bir insan olarak uçmaya meyletmek, varoluşunu evrenin bütünlüğü içinde görebilmek, kim olduğu sorusuna verilecek en anlamlı cevaptır.

İnsan, toplumsallaşmayla kozasından çıkmıştır ama bugün kelebek olmanın farkındalığını gerektiği kadar yaşayamamaktadır. Kendi farkına varamayan insan, büyük bir yanılgıyla yaşamakta, hiçbir varlığın farkına, gerçek manada varamamaktadır. Örneğin kuşların dilini bilmek, onların mizahi benzeşmesi gibi kuşdili taklidi yapmak değil, kuşların dilini anlamaktır. Kuş taklidi yapıp başka bir insana bunu anlatabilmek, insan dilinin yeni bir formudur. Anlamak için, anlamak istenilen şeyin ruhuna girmek, empati kurma adına onun gibi olmak, ondan olmak vesaire zorunlu değildir. Böyle başlayan anlamaklar homojenleştiren aynılaştırmalardır. Anlamak istediğin şeyi hissetmek ve duyumsayabilmektir anlamak. Hem de kendin olarak. Zaten empati deyince, genellikle ilgiye muhtaç olan, zayıf bir insanın ya da nesneleşen herhangi bir şeyin çağrışım yapması, başlı başına yanlış bir hayat algısıdır. Oysa en başta, cansız dediğimiz oluşlarla kendimiz arasında ve onları kendi tasarrufumuza alma amacı gütmeden empati kurabilmemiz gerekir. Bir insanın derdini diliyle bize söylüyor olması, bizim onu anladığımız anlamına gelmeyecektir. Yaprağın sonbahardaki hüznünü hissedemeyen, başka bir insanın hüznünü nasıl hissedebilir ki! Bir gülün dikenleriyle birlikte yıllarca sürüp giden anlatımını duyamıyorsak, aynı çağı paylaştığımız insanların binyıllara sığdırarak bugüne getirdikleri direnişleri nasıl bilebiliriz ki!

İnsan olmanın evrensel varoluştaki yüce ve en gelişmiş anlamının bilincinde olmak, uygar insanın kaprislerinden de kurtulmayı getirecektir. Anlamın insanla yeni bir izaha ulaşması ve kendi duvarlarından sıyrılması, evrensel varoluştaki farkı görünür kılmaktadır. Fark, benzerlikten kurtulmakla ortaya çıkar. Sıradan denen aleladelikten kurtulmak, evrendeki gerçek uyumu yakalamaktır. Ve bu uyumu yakalamak, yüceliğin kökenindeki toplumsallaşma gerçeğini bilince çıkarmakla olasılık dâhiline girebilecektir. Belki de evrenin en büyük adımlarından diyebileceğimiz toplumsal yaşamın özünü korumak, öze uygun yaşamak, özü bozmadan geliştirmek bir anlamda da evrensel varoluştaki anlamını daha yücelere ulaştırmak demektir.

Rüzgârın ritmine ayak uydurarak salınan bir çiçeğin ya da ‘taş gibi’ dediğimizde kendini ele veren ve taşları kımıltısız sanan zihniyetimize yerleşen imgesiyle taşların da sevebileceğine kim inanır ki! Mor kuşaklı bir esrikliği yüklenmiş dağların, göklerde olmanın özgürlüğüyle süzülüp duran bulutların ya da yaşamda en belirgin dediğimiz özelliklerini salt sıfat ya da uygunsuz yakıştırmalar olarak dile getirdiğimiz hayvanların da sevebileceğine inanmak çok mu zordur? Doğal varoluşumuzdan, kadının canlı ve renkli dünyasından uzak kılınmışlığımızdandır, bizlere cansız olduğu öğretilen maddelerin duygulanımlarını henüz anlayabilmiş değiliz. Bunu modernist bir romantiklikle bilmekten öte hissedebilen kişi, kendi varoluşuna da bir anlam katmaktadır.

Tüm bunlara rağmen kalbi, bilinci ve düşüncesiyle sevebilen ve sevgisini sevdiğinden başka şeylere yansıtabilen, bir şiirin dizelerine, bir ezginin ruhuna ya da bir tuvalin bedenine yüreğini yerleştirebilen, yüreğine dolan sevgiyle yeni bir eser yaratabilen tek varlığın insan olduğunu biliriz. Papağanlar insanları taklit etmeyi bıraksa ve işi daha da büyütüp aşk şiirleri söylemeye başlasaydı ya da kediler mutluluğun resmini çizebilseydi, bu sözün anlamı olmazdı belki. Ama bunları yapabilme kabiliyeti sadece insana has olduğundan, bunun evrenin insanda ulaştığı gelişimin zirvesi olduğunun derin bilgisine erişmek ve buna göre yaşamak, anlamın kendisi olmaktır. 

Bilmek, kişiye yeni kapılar, yeni yollar açarken bilmemek kapıları yüzümüze kapatan, yolları çıkmaz sokaklarda kilitleyen bir son oluşturur. Ve bizler, yorucu yolculukların sonunda bilmediklerimizin bizim çıkmazımız olduğunu ümitsizce anlarız. Bilmenin yeni bir boyutu olan bu anlama zamanları, bir yaban hissi uyandırır içimizde. Yaban denilen ve kiminde vahşi doğa addedilen algı, uygar insandan uzak kılınmış olanı, uygarlığa yabancı oluşu anlattığından yaban, yaban değildir aslında. En tanıdık, en bize yakın, en temiz olandır yaban dedikleri. Ve bu yaban denilen yaşamı bilmeyenler, film kahramanları gibi, yabana doğru yol alışta, yaşama yaban olurlar. Yabanda yaşayabilmek için ilk şart, insana evrene olan yabanlığını, insanın bunca yıllık tecrübesinin kıymetini iyi bilmek ve inkâr etmemektir.

Önce kendi yabanlığını bilmek gerek. Doğaya, evrene, toprağa, rüzgâra, yeşile olan yabanlığını itiraf etmek gerek önce. Yaban denileni bilebilmek, doğayı doğru okuyabilmek, varlığın deryasındaki oluşu ve içindeki bizi görebilmek, kâinatın aynası olabilmektir.

Sözle ifadeye kavuşmasa da tüm insanların yaşama gerekçelerini ortaklaştıran bir şey vardır. O da, her insanın kendinde evreni, evrende kendini görme özlemi ve umududur. Yaban denilen özün anaç yüreğinde, varlığını evreninkiyle bütünleştiren anları yaşama özlemidir. Yüreğimizdeki ışığı çoğaltarak uygarlığın yürekleri paslandıran gerçeğine rağmen içimizdeki aynayı daha da parlatmak ve umudu gerçekleştirmek herkesin hakkıdır. İşte o zaman korkmadan ve utanmadan, her insan tüm aynaların karşısına çıkabilecek, o zaman toplum yaşamının ortaklığında özgürce bir buluşma sağlanacaktır.

Konunun başından itibaren aktardığımız yaşam tanımlarımızın tamamı, toplumsal yaşamı anlatan tanımlardır. Çünkü insan gerçeğinden sözdilirken yaşam demek, toplumla var olması gerçeğinden dolayı, toplumsal yaşamı anlatmaktadır. Toplum, esnek bir zekâya sahip olan insanın ilk en büyük yaratımıdır. Öyle ki yarattığı ile var olmuştur insanlık. Toplumsal yaşamın yaratıldığı zamanlarda toplumun varlığını süreklileştirmede temel rol kadının olduğundan, erkek cinsine oranla kadınlar daha etkili, belirleyici ve yaşam düzenleyici bir konumda olmuşlardır. Kadının çocuk doğurması ve kendi bedeninde gerçekleştirdiği üretimle çocuğu beslemesi, toplumun sürekliliğini sağlayacak bireyleri yaratması, bu rolün oluşumunun temelidir ve ilk oluşum bundan dolayı kadın renginde olmuştur. Uygarlıkla birlikte toplumsal hakikat yitirilmiş, onun yerini sınıflı uygarlıkların hükümranlığı almıştır. Bütün uygarlık sistemlerinde yaratılan tanrısallıkların kökeninde toplumla-toplumsallıkla ilgili oluşumlar, yaşam anlayışları ve ihtiyaçlar vardır. Müslümanlıkta tanrının koruyan, her şeyi gören, cezalandıran ya da bağışlayan olması, insanı insan yapan toplumun, ahlaki ve politik özelliklerinin tanrıya atfedilmesiyle oluşturulmuş kutsallıklardır.

Ortadoğu’da tanrısallığın her şeyin içine girmesi, Ortadoğu topraklarının ve toplumlarının ihtiyaçlarından kaynağını almaktadır. Her şeyin içinde yer alması gereken bir insanlar üstü gerçeğe, toplumu yönlendirebilecek bir hakikate ihtiyaç vardır ve bu ihtiyaç zamanında Allah’la giderilmiş, bununla yetinilmemiş bugüne kadar getirilmiştir. Erkek çocuklara Allah’la biten isimlerin konularak ataerkil sistemi kutsallaştırma çabaları, en yüceltilene ilahi sıfatlar yüklenmesi ve benzer isimlendirmelerin kullanılması da bu ihtiyaçlara bir örnek olabilir. Bugün yaşanan allahsızlıklara ve son derece yükselen manevi ihtiyaçlara rağmen toplumsal içerik taşıyan çağrıların dinsel biçimler altında dile gelmesi kökten bir sorgulamayı zorunlu kılan apayrı bir konudur. Önderliğimiz bu konu için allahın partisi anlamına gelen Hizbullah’ı örnek göstermektedir. Bir bütün allahsızlık ve kitapsızlık, iflah olmaz bir durumdur. Kutsal kitap hala Ortadoğu insanının elindedir ama içten ve derinden bir kitapsızlık yaşanmaktadır. Yüreğin derinlerinde, kuytuda kalan bir yerde, elifba harf harf silinip gitmektedir Kuran sayfalarından.  Buna rağmen İslam’a bu kadar çok sarılmanın olması, Ortadoğu insanları olarak korkunç bir gerçeğimizdir. Korkunçtur ama Allah korkusundan ve yitip gidenlerin yerine yenisini koyamamaktandır korkunçluğu. Korkudan oluşan bir korkunçluktur aslında ortaya çıkan. Ortadoğu, elinde tuttuğu, sığındığı ve kendini her şeyiyle ifade ettiği manevi dünyasının yıkılacağı korkusuyla, kandırıldığını bilse de ve içine bir şüphe düşse de giderek daha çok sarılmaktadır kutsal kitaba. Çünkü yerine neyi koyacağını bilememektedir. Yerine koymak için Allahlın kutsallığından daha anlamlı bir yaratım bulması gerekmektedir ki, mevcut yaşam içinde bunu ortaya çıkaramamaktadır. Ortaya çıkarılacak yeninin temelinde toplumsal hakikatin anlaşılması temelinde zihniyet yenilenmesi vardır.

Kaynak: https://www.komunar.net/tr/

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz