Toplum kavramı, hakkında çokça tartışma yürütülen bir kavram olmakla birlikte, üzerinde önemle durulması gereken bir kavramdır. Toplum kavramının doğru tanımlanması, toplumsal sorunların da daha erken çözülmesine olanak sağlar. Sosyolojik bir olgu olarak toplumu çözümlemeye çalışırken, kadın ve özgürlük, erkek ve iktidar, sömürü ve kölelik kavramlarının da ele alınıp çözümlenmesi şarttır. Çünkü toplumda obje ve subje yani öznel ve nesnel gerçeklikler vardır. Bu noktada erkek kendisini özne olarak görür ve her şeyi kendisine hak bilir. Yıllar boyunca zihniyetini bu tarzda şekillendiren erkek, hakikati yansıtmayan bu düşünceye kendisini oldukça inandırmıştır. Kendisini bu kadar üstün ve her şeyin sahibi olarak görürken, kadını sömürülebilen, ezilebilen ve her türlü çıkar için kullanılabilen bir nesne olarak görmektedir. Bugün kadın en derin köleliği yaşamakta ve bu yaşama razı kılınmaktadır. Çünkü sistem kadını umutsuzluğa sürüklemiştir. Öyle ki her gün katledilirken, ezilirken, ruhu dirhem dirhem parçalanırken bu duruma isyan edemez hale getirilmiştir.
Erkek zalim olmanın ötesinde bir yaklaşımla kadını kendisine muhtaç hale getirmeyi başarmıştır. Özellikle din adı altında kadını tamamen kara çarşafın arkasında bırakmıştır. Geliştirilen kurallar tamamen kadını köleleştirmeye dönük kurallardır. Sistem bugün kadınları karılaştırmış ve kendi çıkarı için kullanmaktadır. Kadının karılaştırılmasıyla aslında erkek ve toplum da karılaştırılmıştır. Sözde evlilik adı altında kadını genelevden özel eve yani tek bir erkeğin mülkiyetine sokmuş, bunu da kadına bir lütuf gibi sunmuştur.
Bu durum dünyanın her yerinde yaşanan ve kadınların ortak kaderi haline gelen bir durumdur. Özelde Ortadoğu’da ise kadın tam bir inançsızlık dünyasıyla iç içedir. Sözde Ortadoğu inançların merkezidir ama bunun kadın için hiçbir faydası olmamış tam tersine inançlar adına -inançlar adına olmadığı binlerce defa kanıtlanmıştır- kadınlar öldürülmüş, recmedilmiş, yaşamın kenarına atılmış, değersiz kılınmıştır. Binlerce yıl sömürülen Ortadoğu şimdi takatsiz kalmış, hiçbir saldırıya cevap veremeyecek hale getirilmiştir. Oysa eskiden Ortadoğu en bereketli topraklara sahipti. Bereket ve refah yaşanıyordu. Çünkü kadın özgürdü ve özgür olan kadının yaşadığı toplum da özgürdü. Bu durum neolitik dönemden sonra değişmiş ve her şey kadın ve toplum lehine dönüşmüştür. Ortadoğu topraklarında kadın kadar bu acı kaderi yaşayan halk Kürtlerdir. Kürtler de tıpkı kadınlar gibi yaşamın kıyısına atılmış, elindeki tüm değerler çalınmış ve yok hükmünde sayılmıştır. Bundan dolayı kadınları ve Kürtleri birbirine benzetmek hiç de yanlış bir benzetme olmayacaktır. Kürtler de tıpkı kadınlar gibi değerlerinden, özgürlüklerinden, topraklarından koparılmış, hiçlikle yüz yüze bırakılmıştır. Öyle ki özgürlüğüne en bağlı olan halk birdenbire egemen güçlere bağımlı bir halk haline gelmiştir.
Kadını Kürtlere benzetirken ya da Kürtleri kadınlara benzetirken bu bakımdan bir bağ kurmaktayız. Yani sistemli kölelik öyle bir anda, ansızın ortaya çıkmamıştır. Uzun bir zaman diliminde, yavaş yavaş yaşamın tüm ayrıntılarına sızılarak bu kölelik sistemi oluşturulmuştur. Mutluluğun ve bereketin temsili olan kadın zaman içerisinde kendisini en büyük acıların ve mutsuzluğun tam ortasında bulmuştur.
Kadın tabii ki sistemin ona dayattığı bu geri ve köle yaşamı hemen kabullenmemiş, her zaman bir isyan içerisinde olmuştur. Ölümüne de olsa, bedel olarak canını vermek zorunda da kalsa hep bir isyan içerisinde olmuştur. Belki yazılı tarih bunu çok dile getirmiyor, kadın direnişini görünmez kılıyor ama kadının bin yılları bulan mücadelesi ve direnişi bir hakikattir, hem de inkara gelemeyecek bir hakikattir. Derileri bedenlerinden vahşice koparılırken, engizisyon mahkemelerinde adaletsiz bir şekilde yargılanırken ya da diri diri yakılırken bile kadınlar özgürlüklerine olan bağlılıklarından vazgeçmemişlerdir. Bu aslında kadının yaşama, daha doğrusu özgür yaşama olan bağlılığını göstermektedir.
Bugün sistemin kördüğüm haline getirdiği yaşamın sorunlardan arınabilmesi ve yaşanılır olabilmesi için öncelikle kadın sorununun çözülmesi şarttır. Kadın özgürlüğü sağlanmadan hiçbir toplum nihai özgürlük yaratamaz. Yaşanan tüm devrimler bu gerçekliği kanıtlamıştır. Toplumda eşitlik, adalet ve özgür yaşamın yaratılması için gerçekleştirilen tüm devrimler bize göstermiştir ki, kadın özgürlüğünü elde etmediği sürece devrimler tam başarıyı sağlayamaz. Maddi, elle tutulur başarılar ya da kazanımlar olabilir. Fakat bu toplumun gerçek anlamda kazandığı, nihai özgürlüğü elde ettiği anlamına gelmez. Bunu en somut Reel sosyalizm örneğinde görebiliriz. Demek ki toplumsal devrimlerin başarısı ancak başarılı kadın devrimleri ile mümkündür.
İşte bugün bizim yürüttüğümüz kadın mücadelesi bunun en büyük zemini olmaktadır. Evet, bizler belki ulusal bir mücadele temelinde devrime katılım sağladık ama bizim için şu an en önemli durum kadının özgürlüğünü sağlamaktır. Bu yüzden de mücadelemiz kendisini kadın eksenli ideoloji etrafında örgütlemiştir. Paradigmamızın kendisi “demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü toplum paradigması” olarak formüle edilmiştir. hareketimiz tüm örgütsel, ideolojik, siyasi ve askeri örgütlenmelerini bu paradigma ekseninde gerçekleştirmektedir.
Özgürlük hareketimiz, yok sayılan ve beton altına gömülen Kürt’ü ayağa kaldırdığı kadar, mezara gömülen ve varlığından, özgürlüğünden söz edilmeyen kadını da mezardan çıkarmış ve yaşama döndürmüştür. Bunun için büyük bedeller vermiş olsa da bundan hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Hareketimiz Zîlanların, Bêrîtanların Nudaların yarattığı özgürlük hakikatine her zaman sahip çıkararak mücadelesini amansız bir şekilde sürdürmüştür. Biz de o tanrıçaların ardıllarıyız ve onların izlerinde ilerleyerek mücadele edeceğiz. Ta ki özgür, eşit ve adil bir yaşamı yaratana, yani kadın eksenli bir yaşamı tüm dünyaya mal edene kadar bu mücadeleden vazgeçmeyeceğiz.