Özgürlüğe Dair – Doğuşlar

0
1316

İnsanın kendisini yaratması, bir annenin dünyaya yeni bir canlı getirmesinden daha mı sancılıdır acaba?

Bunun cevabını bilmiyoruz ama insanın kendisini doğurmasının en az bir annenin dünyaya çocuk getirmesi kadar kutsal olduğu bir gerçek.

Bir anne kadar evrenin de kendisini doğurmasının aynı kutsallığı içerdiği muhakkak.

Evren kendisini doğururken ne kadar sancı çekti acaba?
Ömrünün kaç milyon yılı sancılarla geçti? Kaç milyon yılda benliğini bir bütünlük haline getirip bizlere sunabildi?

Peki, neden böyle bir doğuma ihtiyaç duydu evren?

Doğurmasaydı kendisini, varlığını insanlığa sunmasaydı ne olurdu?
Hiç…

Kocaman bir ‘hiç’ ile cevap veriyoruz, bu suallere…

Bir hiç olurdu insan, bir hiçlik içinde kalırdı. Evren her an her saniye doğurmasaydı ve yaratmasaydı kendini, sorulmazdı bunca sual. Evren kendi bütünlüğünde özü olan insanı yarattı.

Böylece öz – gür-leşti, çoğaldı. Her yeni doğuşta kendisine biraz daha yakınlaştı.

Evet, kendini doğurmak, yeniden yaratmak kolay değil. Hele bu özgürlükle sonlanacak bir doğum ise bu daha da zordur.

Evren zor olanı başardı, peki yeryüzündeki yansıması yani özü olan insan bunu ne kadar başarabildi?

Biraz oturup düşünen her insan şunu çok rahat görebilir, evren dediğimiz gerçeklik kesinlikle yalnızca somut, fiziki açıklanabilecek bir olgu değildir.

Öyleyse yaratımları da, doğumları da bu şekilde değildir. O, kendisini görünür kılmak ve daha fazla varolmak, güzelleşmek, sonsuzlaşmak için milyonlarca, hatta milyarlarca yıl mücadele etti.

Peki ya insan?

Biz insanlar kendi yarattığımız ve tanımladığımız tarih bilgisine (toplumsal tarih) göre şu anda takriben birkaç bin yıl kadar bir süreyi geride bıraktık.

Ve bu bizim tarihimiz. Evrenin değil. Evrenin yaşam tarihi yanında miniminacık kalan bu yaşam serüvenimizde kendimizi var etmeyi, kendimizde yeni doğuşlar gerçekleştirmeyi ne kadar başarabildik?

Fizikselliğimiz neye, ne kadar yetti? Her şey bir tarafa biz kendimize ne kadar ulaşabildik, kendimizin olabildik, özgürleşebildik?

Elbette insan olarak her birimizin bir doğum hikayesi vardır…
İnsanlar doğar, büyür ve ölür…
Böyle midir gerçekten?
Her şey şu kısa üç dört kelimeye mi sığar?
İnsanlar, doğar, büyür ve ölür…
Bu kavramların binlerce yıl boyunca nasıl şekil aldığını, insan zihninde nasıl bir algı yaratıp yaşam şekline dönüştüğünü, inançlarını ve yaşam şekillerini nasıl etkilediğini uzun uzadıya anlatmak çok da gerekli bir durum değil.

Sadece ortaya atılan bu savın yetersiz olduğunu, insanın dolayısıyla evrenin varoluş serüvenin böylesi kısır bir döngüde tanımlanamayacağını belirtmek gerekir. Bedensel doğumlar kendileri ile birlikte ruhsal ve zihinsel doğumları da getirirler. Geriye kalan bunları içinde bulunduğumuz yaşamda nasıl bir örgüye kavuşturduğumuzdur.

Düşünebilen ve bunu başarabildiği için yaşamına yön verebilen insan, yaşam örgüsüne en doğru formu kazandırabilirse; ‘insanlar doğar, büyür ve ölür’ gibi bir düşünce kısırlığında kalmaz. Çünkü kendisinden öncekinin bir yaratım gücü olan insanlar, doğum anı ile beraber yeni bir yaratım gücü haline gelir. Yeter ki bu gücü doğru kullanabilsin ve özgür kılabilsin. Her doğuş esnasında kendini var kılan yaratım gücü bize şunu kanıtlar: kendisini sınırlandırmayan, beden ve ruh bütünlüğünü sağlayıp kendini özgür kılabilen insan sonsuzluğa ulaşabilen insandır.

Yaşam için önce tohum düşer toprağa tıpkı rahme düşen döl gibi. Önce düşler düşer benliğe tıpkı evrene düşen ilham gibi. O ilham değil miydi ki bunca güzelliği yarattı? İşte insanın ilk evresinde benliğine ve yüreğine özgürlüğe dair düşler düşüyorsa çaresi yok artık o doğuracaktır kendisini.

Bu anlamda Önderliğimizin bunu başardığını dile getirmek çok zor olmayacaktır.

Çocukluk düşlerindeki yaşam idealleri ve yaşam gerçekliği binlerce defa kanıtlamıştır ki, daha yaşam serüvenin en başında kendisine (aslında tüm insanlığa) dayatılan bir yaşam formunu kabul etmeyecek, kendisi için yeni bir yaşam mecrası belirleyecek ve buna göre ilerleyecektir.

Nasıl ki binlerce yağmur damlası bir araya gelip bir derede, pınarda yaşam akıntısına, suya dönüşüyorsa ve bu su akıntısı nehirlere, ırmaklara akıyor oradan denize ve okyanusa ulaşıyorsa; Önderliğimizin de düşleri, düşünceleri, hayalleri, idealleri ve en önemlisi hakikati çocukluğundan itibaren damla damla süzülmüş ve bugün ucu bucağı olmayan bir okyanusa dönüşmüştür.

Ve bizler şimdi o okyanus içinde binlerce, milyonlarca güzelliğe tanık oluyoruz.

Bu yüzden onun doğuşu evrenin doğuş serüveni gibidir. Her an ve saniyede yeniden yeniden bir yaratımdır. Hem içsel hem dışsal… Atomun parçalanması gibi parçalamıştır insan zihnine örülen duvarları. Ruhunu ve benliğini vücut bütünlüğünde yeniden ve yenilenerek yaratmıştır. İnsan olmaya dair ne kadar güzellik varsa onun gerçekliğinde kendini var kılmıştır…

O, gerektiğinde bir annenin emrinde büyük bir onur savaşçısı, yaşlı bir bilgenin yoldaşı, bir çocuğun gözlerinde geleceğin yol arkadaşı, bir kadının yüreğinde binlerce yılın intikam eylemcisi olarak doğar…

Çünkü o, bir çocukla el ele tutuşup oyunlar oynayabilmiştir mesela, yavru bir kedinin haylazlıklarına gülümseyebilmiş, tüm kadınları yüreklerinden fethedebilmiştir

Evrenin gizemli yaratımı olan tüm canlılarla etkileşim halinde olmak ve onları anlamak biraz yürek ister. İnsan kendisini dünyanın kralı ilan ettiğinden bu yana zarar vermediği ne canlı ne cansız hiçbir varlık kalmamıştır. Önderliğimiz ise gerektiğinde bir güvercinin kanat çırpışında bulur yaşamı, bir çiçeğin narinliğinde güzelliğin bir anlamda özgürlük olduğuna şahit olur…

Görmediklerimizi görünür kılarak, inanmadıklarımızı inanılır kılarak, imkansızlığa savaş açarak her yeni günde kendini yeniden yaratır. Önderliğimiz kendisiyle birlikte milyonları da yeniden yaratmıştır. Onun yolunda yürümek isteyen binlerce güzel yürek verili yaşamdan vazgeçerek geleceğe daha anlamlı daha özgür bir yaşam bırakmanın adı olmuşlardır. Her yitim kendisiyle yeni bir doğuş yaratmıştır. Özgürlüğe daha yakın olan doğuşlar…
O doğuşlar bir inancın, bir felsefenin bütünlüğüdür ve bu bütünlüğü en iyi Önderliğimiz dile getirir:
“Bizim felsefemiz, bir atın gözlerindeki anlamı sezmekten tutalım, bir kuşun sesindeki anlamı çözmeye kadar yaşamı bir bütün algılar. Yaşlı bir bilgeye saygıdan tutalım, bir ceylan kadar ürkek bir genç kızın gözlerindeki arayışa yanıt olmaya kadar anlam yüklüdür.”
O, çocuk ruhunun güzelliğinde varmıştır özgürlüğün tadına… Hayaller kurmuştur geleceğe dair. Olacağına mutlak inandığı hayaller. Ve o hallerinin ilk sözcüğü olan şu kelimeler tıpkı bir doğum sancısı sonrası dünyaya gelen gerçekleşmesi mümkün mucize gibi dökülmüştür dilden:

“Kürdistan Sömürgedir!”

İçinde bir yıldızı doğurmak isteyenin yaşadığı kriz ve kaosla doğmuştur kelimeler…
Okurken, dinlerken ya da yazarken kolayımıza gelebilen iki sözcük. Oysaki onların bir araya gelişi özgür kadının, özgür halkların, özgür tarihin, özgür yaşamın yeniden doğmasıdır. Hem de tarifsiz sancılarla… yan yana gelen hakikate dönüşecek olan tanışmadır. Tanışmak farkında olmaktır. Farkındalık ise sarsıcı olduğu kadar uyandırıcı, harekete geçiren ve sorumluluğa yönlendirendir.

PKK bu sorumluluk duygusu ile doğan; tarih ve toplum bilincini yeniden oluşturan ve uygarlık güçlerinin karanlıkta tutmaya, yok saymaya çalıştığı özgür yaşamı bir örgü misali ilmek ilmek yeniden ören bir gerçekliğin adıdır. Bin yılların uykuda bırakılmış olan gerçekliği, sus pus olmuş sesleri, beton altında bırakılmış bedenleri ayaklanmış dirilişe geçmiştir.

Diriliş canlı olmanın en güzel ifadesidir. Bu yüzden PKK’yi salt bir parti, bir örgüt mekanizması gibi ele almak, bazı tanımlara sıkıştırmak doğru olmayacaktır. PKK bir duruştur; mevcut yaşananlara, dayatmalara, insanlık dışı olana küçük büyük demeden bir özgürlük duruşudur. Tarihin yeniden ele alınması, yorumlanması doğru ve güzel olanı anında yaratmasıdır. Geçmişin izlerinden yaratılmış olanı geleceğin gizine ulaştırırken bugün içerisinde ‘biz’i oluşturandır.

Diriliş bir diğer anlamda var olanı reddedip isyanı bir mücadelenin köklerine salmaktır. Öyle ki o mücadele sarsılmaz ve yenilmez olsun. Böylesi bir isyan ruhu ile başladı PKK’nin doğuşu. Ne iç ne dış sınırlar durdurabildi onu. O sınırsızlığın sınır hattında vatan toprağını bütünleştiren olduğu kadar dört duvar arasında kendini yeniden yeniden yaratıp büyümenin adı oldu. Hainin, zalimin, gözü kanrevan olanın yüzüne atılan bir tokat, Saraların gözünde yanan bir ateş kıvılcımı oldu. Mazlum, Hayri, Kemal, Ferhat oldu. Ali’nin körpe bedeninde eriyip eriyip kendini büyüten yaşam aşkı oldu.

Zindanlardan yükselen bu yüce aşkın çığlıklarıydı, dağ doruklarında ‘ilk kurşunun’ atılmasıyla yankı bulan… Sistemden kendini korumak için Kürtlerin kendilerini bin yıllar boyu hep dağlara verdiği söylenir. Bu doğrudur. Dağlar Kürtleri bir sır gibi hep korumuş, kollamıştır. Kimsenin fısıldamaya dahi cesaret edemediği bir gerçeklikti Kürtlük. O fısıltıları çığlığa, isyana, direnişe ve savaşa dönüştürmenin adıydı dağlar. Dağlar ise gerilla ile anlam bulurdu.

Elbette ki şehirlerden dağlara gün geçtikçe büyüyen, anlam kazanan bu gerçekliğin içine sızmak, güzel olanı yıkmak, doğru olanı yanlışa evriltmek, iyi olanı kötüye yönlendirmek isteyenler de oldu.

Yükselen güneşe gölge düşürmek, doğuşun önünü almak isteyenler. Onlar bin yılların değişmeyen çirkinlikleriydiler.

Ve çirkinlikleri ile PKK’yi yok etmeye, itibarsızlaştırmaya çalıştılar. Başaramadılar, direnenlerin ve isyana duranların karşısında hezimete uğradılar. Karanlığın içindekileri görmenin ve ayırt etmenin tek bir yolu vardır; o da karanlığa ışık tutmaktır.

PKK karanlığa ışık tutan bir gerçeklik olduğundan hiçbir şey kendisini onun içinde gizleyemez. Ne varsa PKK hakikati ile açığa çıkar. Bu yüzden PKK varolanı, dayatılanı reddeden, hak ve hakikatten uzak olana karşı mücadele edenlerin ocağıdır.

O ocakta pişer yaşama, insanlığa dair ne varsa ve anlama kavuşur…
Bu yüzden de ‘bitirdik’ dedikleri her an’da yeniden yeniden doğmasını bilir.
O lanetli günde de bunu yapmak istemediler mi?

Güneşimizi karartmak, insanlığı karanlığa, umutsuzluğa terk etmek istediler. Oysaki Özgür Önderlik Gerçeği öylesine büyümüş, zemini olan toprağa, halka, halkların yüreğine kök salmıştır ki ne sarsılması ne de yok olması mümkündü. ‘Güneşimizi Karartamazsınız’ şiarı bir çağrıydı. Kendini, özünü savunmanın en etkili eylemlerinden biriydi.

Bu onurlu eyleme, düşmana ve insanlığa cevabı yine en muhteşem şekilde Önderliğimiz verdi. Yüksek dağların doruklarından beliren güneş nasıl ki en kuytuluklardaki karanlığa, gizlenmişliğe ışık tutuyorsa, Önderliğimizin yeniden doğuşu da bu muhteşemlikte gerçekleşti. Bedeninde, ruhunda ve zihninde yeniden yeniden kendini doğurup anlama kavuşturdu. Bu anlam: ‘Demokratik Ekolojik Kadın Özgürlükçü Toplum’ olarak ifadeye kavuştu. En yalın en anlaşılır haliyle… yani canlı olmaya, insan olmaya, toplum olmaya dair ne varsa bu doğuş ile bir kere daha can buldu.

Evrenin kendini doğurması, kendi olmayı başaranın evreni doğurması bu diyalektikte kendisini en açık şekilde göstermektedir. Oysaki bizler kendimizle, evrenle tanışmaktan o kadar çok korkuyoruz ki… arayışlarımızı öteliyor, erteliyoruz. İnsanın kendisine dair arayışları tarihi, felsefeyi, toplumu tanımayı, bilmeyi gerektirir. İnsan sadece an içerisinde varolan bir hakikat değildir. Geçmişi, geleceği ve şimdiyi kapsar. Tüm mekan ve zamanlarda kendisine yer edinir. Önderliğimiz bu üçüncü doğuşu ile tüm zaman ve mekanlarda kendisine yer edinmeyi başarmış; toplumsal, yaşamsal, ekonomik ve ekolojik tüm sorunların kökenine inerek doğru tespit ve çözüm yollarına ulaşmayı başarmıştır. Bunu da en çok kadın eksenli düşünce ve yoğunlaşmalarla gerçekleştirmiştir.

Kapitalist Modernite’nin yıktığı kadına dayalı mucizevi, büyüleyici yaşamı yeniden yaratmak için Önderliğimiz kendisini milyonlara bölmüş, her parçada milyonları yaratmış, paylaştıkça çoğalmış, parçalarda yeniden bütünü yaratmıştır. Bugün bu bütünün adı: Demokratik Modernite’dir. Öyleyse bizler de tıpkı evrenimiz olan Önderliğimiz gibi kendimizi milyonlara bölmeli her zerremizde özgür yaşama dair güzelliği yaratmanın mücadelesini vermeli, kendimizi ve toplumu özgür yaşam zihniyeti ile eğitmeli, ahlak ve politikayı toplumun her alanında pratiğe kavuşturmalıyız.

Başarmanın, özgür yaşamı anlama kavuşturmanın; Önderlik ve PKK gerçekliğini sonsuz kılmanın tek yolu anlamak, tanımlamak ve uygulamaktır.

Ve sonu gelmeyen sözün, şiirin, ezginin birkaç kelamını tamamlarken:

Yenidoğan’ın ilk toplumsal refleksidir gülmek…

Gülmek ışıktır. Bedenden yayılır, ruh ve zihnin aydınlığını yansıtır.

Önderlik ve PKK gerçekliği toplumsallığı öldürmeye çalışan kapitalist moderniteye karşı toplumsal bir reflekstir.
Yani ışıktır.

İnsanlığın beşiği olan Riha’da doğan, son sözün söylenmesi gereken Ankara’da ‘Kürdistan Sömürgedir!’ anlamsallığına ulaşan, Dilok’ta Haki ile ruh kazanan, Amed’de örgütselliğe dönüşen, Gabar’da Egîd’in duruşu ile eylemselleşen, Dersîm’de Zîlanla milyonlara bölünüp milyonlara özgür yaşamı doğuran, Sara ile aşkın akışkanlığında yol alabilen, İmralı’da evrenselliğe ulaşan, özde evreni, evrende özü doğurandır…

Dersim UĞUR KAYMAZ

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz