PKK’nin sınıf, kent ve devlet temellerine oturan merkezi uygarlığın karşıt kutbunda yer aldığı açıktır. Sistem karşıtlığı “ben sisteme karşıyım” demekle gerçekleşmiyor. Sistem karşıtlığı mücadele etmeyi gerektirir. Mücadele etmek yetmez, yürütülen mücadelenin başarıya götürülmesini gerektirir. Hatta başarının da amaca uygun olup olmadığına bakılarak değerlendirilmesini gerektirir. Sistem karşıtlığı hem mücadele yöntemlerinde hem yaşamda hem de alternatif yaratmada bir karşıtlığı gerektirir. Peki, bu neden gerekli?
Bu sorunun cevabını bize tarihteki gelişmeler veriyor. Tarih, merkezi uygarlığın karşıt kutbunda yer alan pek çok direnişin, toplumsal mücadelenin merkezi uygarlığın içine çekilerek eritildiğini, karşıtına benzeştiğini, hatta karşıtına hizmet etmekten kendini kurtaramadığını göstermektedir.
Toplumsal doğanın komünal olan ve dayanışmaya dayanan özünden sapma sonucu gerçekleşen hiyerarşik devletçi sistemin, tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğu açıktır. Toplumun ekosistemini bozan, dolayısıyla da insan türünün var oluş şartıyla oynayan bu sistem, bir köleleştirme ideolojisi olarak karşıtı olduğu ahlaki ve politik (doğal) toplumu bastırdığı ve gerilettiği oranda varlık bulmuştur ve bulmaktadır. Ortaya çıkmasından sonra tarihin karakteri ahlaki ve politik toplum ile hiyerarşik devletçi sistem şeklinde ikili bir karakter niteliğinde olmuştur. Toplum ve onun iktidar dışı kesimleri, egemenlikçi sisteme karşı demokratik komünal değerlerin savunuculuğunu yaparken, devletçi sistem hep bir saldırı halinde olmuş, toplumu sürüleştirmeyi temel toplum yaklaşımı haline getirmiştir. Başarısını toplumu güçsüzleştirmeye, iradesizleştirmeye, ahlaktan koparmaya ve politika dışı bırakmaya endekslemiştir. Bu nedenle de çok sistematik bir şekilde yürüttüğü toplum karşıtı faaliyetlerini bir an için bile olsa elden bırakmamıştır. Bu çabasında çok büyük mesafeler de kat etmiştir.
Hiyerarşik devletçi sistem, esasında bir değerler sistemi, devletleşmeye kapalı bir yaşam tarzı olan kadın gerçekliğini önemli ölçüde kendi sınırları içine çekmeyi başarmıştır. ‘Güçlü kurnaz adam’a dayanan ve erkek egemenlikli bir sistem yaratan merkezi uygarlık, toplumu kadın şahsında düşürebilmiştir. Karşısındaki ilk direnişçi olan kadından köleliğin kaynağı olarak ‘ilk ev kölesi’ olan kadını yaratabilmiştir. İlk direnişçi olan kadını tapınak fahişesi haline getirerek esasında doğal toplum insanı olan Enkidu’yu sisteme çekmenin en etkili aracı haline getirmeyi başarmıştır. Bir kadın olan Athena’yı, kadın karşıtlığı üzerine kurulu olan egemenlikli sistemin temel tanrısı Zeus’un kafasından yaratabilmiş ve onun eliyle ana kadının eşitlikçi ve özgürlükçü sisteminin sonunu getiren kararı aldırabilmiştir. Havva şahsında ilk kadını erkeğin egemenliğini tanrısal bir buyrukla kabule ve teslim olmaya razı etmiştir. Bu yönüyle de köleliği adeta içirmeyi becermiştir. Mevcut sistem, kendisiyle yapısal olarak çelişik olan kadını ‘metaların kraliçesi’ haline getirerek, hem en büyük kazancını buradan elde etmekte hem de insanları daha çok da kaynaktan vurarak düşürmektedir.
Hiyerarşik devletçi sistem, tarihte demokratik komünal değerlerin en büyük temsilcilerinden olan etnisite hareketlerini önemli ölçüde içine çekerek kendine benzetmeyi başarmıştır. Bencillik üzerine kurulu olan devletçi sistemin kurulduğu andan itibaren hep dışarıya doğru yayılmak isteyeceği, bu sapkın kurumun yapısı gereğidir. Devletin emperyalist amaçlı yayılma kalkışmalarında ilk karşılaştığı gücün etnisite hareketleri olduğu bilinmektedir. Etnisitenin hiyerarşik aşamayı geçmeyen komünal ve belli ölçüde özgürlükçü-eşitlikçi yaşamlarını korumanın yanı sıra devletin köleliği yaygınlaştırmasını engellediklerini söylemek mümkündür. Etnisitenin bu özgürlükçü mücadelesinin tarihte, ilk merkezi uygarlık olan Akad’ı, ilk imparatorluk olan Babil’i, zulümde sınır tanımaz bir karakterde olan Asur’u ve en genel anlamda da klasik köleciliğin zirvesi olan Roma’yı yıktığı bilinmektedir. Etnisitenin bu büyük anlam taşıyan direnişine rağmen devletçi sistemin yer yer etnisitenin önde gelenlerini içine çekerek iktidarlarına ortak etmek suretiyle etnisiteyi darbelediği, devletin ihtiyaç duyduğu taze kanı onlardan sağladığı da sıkça görülmektedir. Bu yönüyle devletçi gelenek, karşıtlarını önemli ölçüde kendi içinde eritmenin yanında onlardan beslenmeyi de başarmıştır. Onları sistem içileştirmiştir.
Hiyerarşik devletçi sistemin, sınıfsal karakterli olan ve sistemin merkezlerinde bir karşıt duruş anlamına gelen peygamberlik geleneğini de önemli ölçüde kendi sisteminin güçlendirilmesinde kullandığı bilinmektedir. Esasında demokratik komünal değerlerin temsili olma ve kölelik karşıtlığı temeline oturtulabilecek peygamberlik geleneğinden yararlanarak, insanlığa köleliğin olgunlaşmış dönemi yaşatılacaktır. Temiz ahlaklı, eşitlikçi, adil bir toplumsal düzen düşüyle mücadele yürüten ve bu uğurda çok büyük acılar çeken peygamberlik geleneği, amaçları demokratik komünal olan ama araçları bunları getirecek denli temiz olmayan bir gelenek olarak, bir taraftan halkın temel istemlerinin sesi olurken, diğer yandan egemen sınıfların kullandıkları araçları kullanmaktan kendilerini alıkoyamamışlardır. İktidarlaşarak özgürleşmek, iktidarlaşarak eşitlik ve adalet getirmek temel perspektifleri olmuştur. Zihniyette hiyerarşik devletçi sistemin çeperlerini aşamadıklarından, o sistem içinde erimekten kurtulamamışlardır. Hiyerarşik devletçi gelenek, karşısında amansızca mücadele yürüttüğü, öncülerini-peygamberlerini öldürdüğü bu kutsal geleneği de kendi içine çekerek, özünden uzaklaştırarak kendi iktidarı temelinde kullanmayı başarmıştır.
Hiyerarşik devletçi sistem yarattığı toplumsal sorunların çözümünü amaçlayan ve esasında yeni bir toplum-birey arayışı olan Rönesans’tan da beslenmesini bilmiş bir sistemdir. Rönesans’ın bireye, topluma ve doğaya olan dogmatik bakışı kırmasını, kendisi açısından kullanarak adeta zincirlerinden boşalmış bir bencillik yaratmayı becerebilmiştir. Rönesans’ın komünal ve toplumsal olan amaçlarına uygun bir politik organ oluşturamayışı sonucu, ortaya çıkan tüm toplumsal değerler kapitalizmin ve pozitivist bilimin sıçrama tahtası haline getirilmiştir. Güçlenen, devletçi geleneğin yeni versiyonu olan ve Önderliğimizin ‘genelleşmiş ve derinleşmiş kölelik’ olarak tanımladığı kapitalizm olacaktır.
Hiyerarşik devletçi sistem, kendisine karşı büyük bir mücadele yürütmüş olan Marksist geleneği de kendi içinde neredeyse tamamen eritmeyi, hatta ondan beslenerek ömrünü uzatmayı bilmiştir. Merkezi uygarlık, liberalizmin yumuşatan ama kendisine de benzeten yeteneğiyle Marksist gelenekten kendisi için üç mezhep yaratabilmiştir. Bir ‘sol kapitalizm’ olan reel sosyalizm, bir ‘sağ kapitalizm’ olan ulusal kurtuluşçuluk, bir ‘orta sınıf kapitalizm’i olan sosyal demokratlıkla hakim sistem, toplumda oluşan iç dinamikleri kendi içinde özümlemeyi başarmıştır. Büyük bir mücadele verilse de büyük bedeller ödense de hatta reel sosyalizmde olduğu gibi dünyanın üçte birine hakim olacak denli büyük bir sistem haline gelinse de sistem içileşmekten kurtuluş gerçekleşmiyor. Sistem tüm bu çıkışları, mücadeleleri kendi içine çekerek bir yandan toplumsal dinamikleri yok ediyor, diğer yandan da kendine ortak üretiyor. Yani kendisi gibilerin sayısını arttırıyor. Bugün başta Çin olmak üzere bir dönemler kapitalizme karşı mücadele yürütmüş ve hatta başarı da elde etmiş pek çok devletin haline bakıldığında, sistemin bu fetihçi ve başkalaşıma uğratan karakteri çok daha net bir şekilde anlaşılır. ‘Sistemle antagonist (uzlaşmaz) çelişkisi vardır’, denilen ve öngörülen teori gereği gelecek yeni toplumun yaratıcısı olan proletaryanın bugünkü haline bakıldığında, emperyalist devletleri yönetenlerin, sistemi ayakta tutanların önemli bir kısmının bu gelenekten geldiği dikkate alındığında, kapitalizmin eritici özelliği daha net olarak görülebilir. Devrim yapacak ya da devrim yapması öngörülen güçler düşmanlarına çalışır hale gelmişlerdir. Sistem bugün, tüm yaşamını kapitalist sistemin yerine geçecek olan sosyalist sistemi inşa etmek için mücadele veren Marks’ın mezarından bile para kazanır haldedir. Hem de en fazla para tahlili yapan, para düşmanı olan Marks’ın mezarından.
Tüm bu gerçekler merkezi uygarlığın gücünü vermenin yanı sıra ona karşı mücadele yürütenlerin nerede yanlış yaptıklarını, neden amaçlarına ulaşamadıklarını, alternatif olamadıklarını ve bu nedenle de sistem içinde erimekten kurtulamadıklarını verir bize. Ortak nokta olarak şu özetlenebilir: Tüm sistem karşıtı çıkışlar, devletçi sistemin hakim paradigmasından kurtulamadıklarından, özlem ve amaçları demokratik ve komünal olsa da araçları, yol ve yöntemleri bunu sağlayacak denli özgürlükçü olmadığından ve yaşamda kendileri yeterince sistem dışı olamadıklarından, sistem dışı bir sistem oluşturamamışlardır. Özcesi sistem içi bir kişilik şekillenmesiyle sistem dışına çıkmanın mümkün olamayacağını pratikleriyle ortaya koymuşlardır. İspatlanan şey şudur: sistemin düşünüşüyle, zihni yapılanması ve paradigmasıyla sistemin neden olduğu ve çözüm bekleyen sorunlar çözülemez. Yani sorun üreten bir kafa yapısının aynı sorunlara çözüm üretmesi mümkün olmuyor. İnsan ve toplumsal gerçekliklerin de inşa edilmiş gerçeklikler olduğu gerçeğinden hareket ettiğimizde, insanların yaşam tarzlarının onların zihniyetlerinden ve düşünüş tarzlarından kaynaklandığını görürüz. Bu da zihniyetin önemini ortaya koyuyor. Bu durumda zihniyet ile yaşam arasında bir uyumun olmasının zorunluluğu yanı sıra, bu ikilinin sistem dışı olması da gerçekleri örten egemenlikçi sistemin tuzaklarına düşmemek ve hakikate ulaşmak adına bir zorunluluk oluyor. Önderliğimiz bu çelişik gerçekliği ‘düşüncesi komünal, kendisi özel’ şeklinde tanımladı. Demek ki komünal düşüncelere sahip olmak, demokrasi, eşitlik ve özgürlük gibi komünal değerleri istemek yetmiyor. Hatta bunlar için mücadele etmek de yetmiyor. Önemli olan, bunları kişiliğinde somutlaştırmanın yanında komünal demokratik sistemi kurmak oluyor ki bunun da mevcut hiyerarşik devletçi sistemin her yönüyle dışına çıkmak anlamına geldiği açıktır. Bu açıdan sistem dışına çıkabilmek oldukça önemlidir. Zira ne adına olursa olsun sistem içinde kalarak yürütülen her türden mücadelenin eninde sonunda sistemin yedeği haline gelmekten kurtulamadığı sıklıkla görülmüştür.
PKK, hiyerarşinin çıkışından ve sonrasında gelişen merkezi uygarlığın karşıt kutbunu temsil eden demokratik uygarlığın devlet dışı sistemini, her açıdan oluşturan bir hareket olma özelliği taşıyor. PKK’nin bugün hem dünya insanlığı açısından hem de devletçi sistem açısından önemi buradan kaynaklanıyor. Bir hareket olmasına karşın dünyanın gündemini bu kadar meşgul etmesinin, birbirine düşman olan devletlerin bile PKK konusunda birleşmelerinin altındaki temel neden, bu olmaktadır. Hiyerarşik devletçi güçler, kime ve nasıl bir güce karşı mücadele yürüttüklerinin gayet farkındadırlar. O nedenle de parçalı devletler olarak değil bir sistem halinde yaklaşım sergiliyorlar. Bunu bu güçlerin PKK’ye karşı her davranışında görmek mümkün oluyor. PKK’nin daha oluşum sürecinde NATO tarafından özel incelemeye alındığı, bu amaçla bir masanın oluşturulduğu, ABD’nin Tahran Büyükelçiliği’nin İran İslam Devrimi sürecinde işgal edilmesiyle açığa çıkan belgelerden anlaşılmıştı. Gittikçe gelişen PKK’ye karşı 12 Eylül askeri faşist cuntanın ABD desteği ve yönlendirmesi sonucu gerçekleştiği ve cuntanın ardından en büyük baskıların PKK üzerine yöneltildiği, özellikle de PKK’nin zindanlarda teslim alınmak ve mücadele edemez hale getirilmek istendiği bilinmektedir. Yine Almanya’nın özel olarak PKK karşıtlığını örgütlemek üzere kapitalist sistem tarafından görevlendirildiği de bilinmektedir. 1990’lardan sonra PKK’nin tasfiyesi için dış güçlerin bir dediğini iki etmeyen işbirlikçi ve devletçi Kürt egemenlerinin PKK’ye karşı çok yoğunca kullanıldığı, hareketin onlar üzerinden dış kamuoyuna terörist olarak lanse edildiği bilinmektedir. Bununla da yetinilmeyerek hareketin üzerine imha amaçlı TC işbirliğinde çok yoğun ve kapsamlı operasyonlara girişildiği de hafızalarda hala canlıdır. Son olarak da İsrail, İngiltere ve ABD’nin bir planlaması şeklinde gelişen ve otuzun üzerinde devleti kapsamına alan 15 Şubat Komplosu’yla hareketin tümden etkisiz kılınarak tasfiye edilmek istendiği, güncel politikaların da aynı amacı gerçekleştirmeye dönük olmasından dolayı hala sıcaklığını korumaktadır. Bu amacı gerçekleştirmek için de Önderliğimizin ‘İmralı Sistemi’ denilen bir uluslar arası sistemde tutularak teslim alınmaya çalışıldığı, yaşanan her anda gözlemlenmektedir. Bu yönüyle İmralı’da yürütülen sistemik mücadele, bir an için bile olsa boşluk tanımayan cinsten olmanın yanı sıra amansızdır. Ancak tüm bunlara karşı büyük güç dengesizliğine rağmen insanlık açısından çok önemli bir mesafe kat edildiği görülmektedir. Peki, bu kadar görkemli ve büyük direniş, öğreti ve geleneğin sistem içine çekilmesine karşın acaba PKK neden sistem içine çekilemiyor? PKK bu kadar güç dengesizliğinin üstesinden nasıl geliyor? Peki, PKK’nin bu dinamizmi, gücü ve iradesi nereden geliyor?
Soruları daha da arttırmak mümkün, ancak konumuz açısından yeterlidir. Açık ki sorulan ve sorulacak benzeri soruların en temel cevabı hareketin kendini dayandırdığı soy değerlerinde ve yaşam felsefesinde gizlidir. Yani özü oluşturan ve temsil eden değerler karşısındaki duruştur önemli olan. PKK de her eşitlik ve özgürlük, demokrasi talebinde bulunan toplumsal duruşlar gibi ahlaki ve politik toplumun değerlerine, yani devlet dışı kalmış toplumsal geleneğe dayanır. Ancak PKK’yi benzerlerinden ayıran en temel özellik ise bir Önderliksel hareket oluşu ve -tüm önderlerin sıradan insanlardan farklı oldukları gerçeğine rağmen- Önderliğinin özgünlüğüdür. Bu nedenle de ‘PKK’nin bir Önderlik hareketi olduğu’ tespiti daha da anlam kazanıyor.
PKK temel karakteristik özelliklerini kendisini yaratandan almıştır. PKK, Önderliğindeki tüm değişim ve dönüşümleri takip ederek mücadelesini sürdürmüş ve sistem karşıtlığında çok önemli bir yere gelmiş bulunmaktadır. Bu açıdan PKK Önderliğindeki her değişimi ele alma, aynı zamanda PKK’deki değişimi de ele alma anlamına gelecektir.
Önderliğimiz geçirdiği değişim ve dönüşümleri kendi yaşamını üç temel doğuş şeklinde ele alarak değerlendirdi. Bunlardan ilki doğal olan doğuşla başlayan ve toplumsal gerçeklikle çelişmenin başladığı zaman dilimini kapsar. Bu zaman zarfının en temel özelliği verili yaşamı olduğu gibi kabul etmemektir. Bunun da verili uygarlığı kabul etmemek anlamına geldiği açıktır. Çünkü verili ihanete uğramış yaşamın gerçek yaratıcısı merkezi uygarlıktır. Bu nedenle de çelişki ve çatışma esasında uygarlıkladır. Kabul edilmeyen odur. Bu yönüyle Hz. İbrahim’in put kırıcılığında sembolize edilen Nemrut tanrı-krallık sistemine karşı eyleminin benzerini yine aynı diyardan gerçekleştirmesi benzerdir. Her iki durumda da gerçekleşen hakim sistemin kabul edilmemesidir. Kendisine dayatılana kuşku ile yaklaşabilmek ve kendi alternatif toplumsallığını kurmaya çalışmaktır. Bu nedenle de mevcut toplumsal gerçeklikle çok yoğun bir mücadele içine girildiği görülmektedir.
İkinci Doğuş dönemi, Kürt toplumsal gerçekliğinin temel noktalarda tespitinin yapıldığı ve bu gerçekliğin nasıl özgürleştirileceğine dair arayışların PKK örgütünü doğurduğu süreçtir. Bu şu anlama gelmektedir: “Kendine ihanet ettirilmemiş tek bir Kürt yoktur” temel tespitinden sonra, kendisiyle beraber kendi Kürt’ünü yaratma uğraşı içine giriyor. Bu uğraş, somutta PKK adlı örgütün ortaya çıkmasıyla sonuçlanıyor. Bu dönemde çok yoğun bir şekilde düşmana karşı mücadele yürütülüyor. Düşmanın ‘bitirdim’ dediği bir halk gerçekliğinden, direnen ve varlığını kabul ettiren bir halk gerçekliğini ortaya çıkarmayı başarıyor. Kendini, halkı yaratarak var ediyor. Prometheus’un tanrılardan ateşi (bilgeliği, bilinçlenmeyi, aydınlanmayı bu nedenle de kendi olmayı) çalıp insanlara getirmesi gibi, O da lime lime edilerek başkasının kılınmış halk gerçekliğini kendisi olması yönünde aydınlatıyor. Halkı başkalarının olmaktan çıkarıp kendisi haline getiriyor. Ona kimlik, kişilik ve irade kazandırıyor. Aslında gerçek insan olmayla buluşturuyor. Onlara evrenin en yetkin bir varlığı, dolayısıyla da mikro kozmos oldukları bilincini vererek, onları güç haline getiriyor. Ağlamanın, sızlanmanın, güçsüzlüğün devletçi sistemin karılaştırma politikalarının bir ürünü olduğunu kavratarak özgür iradeli ve kendine güvenen bir toplum olmanın azmini yaratıyor. Hitap ettiği halkı, insanlık için çok önemli şeyler yaptığı, devlet öncesi dönemle yani özüyle buluşturuyor. Bunlara dayanarak da insanlık içinde yeniden evrensel çapta etkide bulunacak, umut olacak bir duruş oluşturmaya çalışıyor. Tüm bu çabalara rağmen istediği ve amaçladığı özgürlük ve eşitliğe ulaşamıyor. Çünkü kendi sistemini kuramamıştır henüz. Arayışları kendisini benzerlerinin düştüğü hatalara düşmekten alıkoyacak bir düzeye getirecek ve merkezi uygarlıkla bu uygarlığın en güçlü olduğunu her an hissettirdiği bir mekanda –tek kişilik bir zindanda- tarihi bir hesaplaşmaya girişecektir.
Tarihsel mirasta olduğu gibi mücadele araçları, amaçlarına denk olmayınca bu bir gerginliğe neden oluyor. Demokratik değerlerle, devletçi etkilerin bir’de olamayacağı temel tespitinden hareketle başta kendisi olmak üzere önderi olduğu hareket ve halkı her türden hiyerarşik devletçi etkilerden kurtarmanın arayışı içine giriyor. Bu dönem, tamamen kendi kendinin yaratanı olunan dönemdir. Toplumsal doğanın temel özellikleri çerçevesinde insanın kendi doğuranı haline geldiği dönem oluyor, bu dönem. “Genelde devlet odaklı, özelde kapitalist modern yaşamdan kopuş” olarak tanımlanan bu dönem, 3. Doğuş dönemi olarak adlandırılıyor ve yepyeni bir dönemdir. Bu dönemin önceki dönemlerden temel karakteristik farkı, hiyerarşik devletçi sistemden her yönüyle bir kopuşun sergilenmiş olmasıdır. Sisteme karşı mücadele yürütmenin kendi halkçı alternatif sistemini kurmayla taçlandırıldığı dönemdir. Merkezi uygarlığın devlet formülasyonuna karşı demokratik konfederalizmin ilanının gerçekleştirildiği dönemdir. Bu da şu demektir: halklar devlet dışıdır. Zaten ‘halk’ın tanımı, ‘devlet dışı toplumsallık’ şeklinde yapılır. Madem halk devlet dışılığı temsil ediyor, peki halkların politik organları, sistemleri var mıdır, varsa da devlet dışı mıdır?
Halklar kolektif yaşar, toplumsaldır, dayanışmayı esas alır. Devlet bu toplumsallaşmaya karşıtlık temelinde ortaya çıkar ve toplumsallığı hep zayıflatmak ister. Bunu sağlamak için de toplumda çok sistematik bir şekilde parçalama faaliyeti yürütür. Çünkü toplumsallaşmanın güç demek olduğunu bilir, parçalayarak esasında toplumu güçsüzleştirdiğinin çok iyi bilincindedir. Devletler bu nedenle hiçbir zaman örgütlü toplum istemezler. Kendilerini toplumun çobanı olarak gördüklerinden toplumdan sürülük beklerler. Toplumu parçalama ve dağıtma faaliyetinde gelinen aşama, kapitalist sistemdeki hiçbir toplumsal değer yargısı tanımayan, ama kendini de en özgür sanan sapkın bireyciliktir. Mademki devlet toplum dışıdır, toplum karşıtlığı onun mayasını oluşturur, o halde toplum da devlet dışılığına uygun bir sistem yaratmak zorundadır. O nedenle de halkların çözümü devlet dışı olmalıdır. Yoksa düşmanına benzeşme, ona hizmet etme kaçınılmaz olur. Tıpkı kendinden öncekilerde olduğu gibi.
İşte Üçüncü Doğuş döneminde sistem kazanan, halkların devlet dışı toplumsal örgütlenmesi olarak demokratik konfederalizmin önemi buradan kaynaklanıyor. PKK bu sistemle kendisi gibi mücadele yürütüp de nihai anlamda başarıya ulaşamamış toplumsal kalkışmaların özlemlerini gerçekleştirecek bir sistemi dünya insanlığına sunuyor. İnsanlığa toplumsal sorunların çözüm yolunu gösteriyor. Bugün kaynağını merkezi uygarlıktan alan pek çok toplumsal sorun yaşanmaktadır. Devletli sistem bir gerçeklik olduğuna göre sorun her yerde var demektir. O nedenle de özgürlük, demokrasi, eşitlik ve kurtuluş ihtiyacı herkese ve her yere lazımdır. Bu da sorun üreten sistemin dışında olmak anlamına gelen demokratik konfederalizmi evrensel bir ihtiyaç haline getiriyor.
Bu sistem dışı örgütlemenin arkasında çok derin bir tarihi bilincin olduğu açıktır. İnsanı doğanın en yetkin bir gerçekleşmesi olarak kabul etmeye dayanan, doğanın tüm bileşenleri karşısında insanı sorumlu kılan derin bir hissiyata dayanır. Doğayı canlı bir organizma görmenin yanı sıra onun tüm bileşenlerini de özne olarak gören derin bir ekolojik anlayışa dayanır. Dayanışmayı, birbirini tamamlamayı doğanın özünde bulan, toplumun da buna göre olmasının var oluş için gerekli olduğunu temel bir evrensel ilke olarak belirler. Toplumsallaşmayı bu nedenle insan türünün var oluş koşulu olarak değerlendirir. Doğanın insan da dahil tüm bileşenleriyle birlikte merkezi uygarlık sürecinden beri yaşadığı temel toplumsal sorunları çözmenin anahtarı haline getirdiği demokratik konfederalizmi bir tercihten ziyade toplumsal doğanın çoklu ve çeşitli yapısına en uygun sistem olarak benimser. Toplumun çoklu, çeşitli ve zengin yapısına en uygun politik örgütlenmenin demokratik konfederalizm olduğunu, yaşamın öğrettiği en temel ders olarak benimser. Bu sistemi herkesin kendini politik ve ahlaki olmak kaydıyla, çünkü bunlar toplumun var oluş koşullarıdır, özgürce ifade ettiği bir sistem halinde ele alır. Böylelikle de herkesin özne yani canlı olmasının bir gereği olarak yaşama en aktif bir halde katılımın önünü açar. Yaşamın bu zenginliğinin ve canlılığının karşıt ucunda yer alan devletçi sistemin de ne kadar gerçek dışı olduğunu ortaya koyar. Devletçi sistemin toplumun çoklu yapısına hiç uymayan, tekleştiren sistem olduğunu temel bir hakikat olarak değerlendirir. Hangi maskeyi takarsa taksın tüm devletleri totaliter olarak ele alır. Devletten uzak durmayı halklar açısından bu nedenle önemli ve gerekli görür. Devletçi sistemin doğanın özüne uymayan özneleştiren-nesneleştiren zihni yapılanmasını bir sapkınlık ve gerçekten kopma olarak değerlendirir. Gerçek insan olma yolunda mutlaka bu zihniyetten sıyrılmak gerektiğini temel yaşam felsefesi halinde belirler.
Daha da uzatılabilecek ve özü itibariyle yaşamın ne olduğuna ve nasıl olması gerektiğine dair sergilenen arayışlar sonucunda, bugün demokratik uygarlık sistemi içinde yer alan tüm devlet dışı toplumsal kesimlerin gelecek arayışlarının daha da sistemli hale geldiğini, doğanın PKK ve Önderliği şahsında en güçlü bir gerçekleşmeyi yaşadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu yönüyle de geleceğin daha fazla halkların kılındığını söylemek mümkün hale gelmiştir.
ABDULLAH ÖCALAN SOSYAL BİLİMLER AKADEMİSİ