Mafya şefi bozuntusundan, Romalı Jul Sezar hayalet veya Korsikalı Napolyon’un gölgesi…
Eyyam buydu. Manzarayı gören, Sezar veya Napolyon hortlamış, boynu kravatlı Müslüman kisvesine bürünmüş, “cihada çıkıyor“ sanıyordu.
Onların davul, trampeti yerine, bir aşk şarkısının sözleri, alaturka Sezar’ın ağzında “tehdit narası“na dönüşmüştü; “Bir gece ansızın gelebilirim!..“
Suriye’ye, “sefer“ emri çıkmıştı. Maganda’nın Kürdistan parçalarından sonra, Suriye yeni “cihat“ topraklarıydı. Talana çıkma zamanı, ganimet toplama vakti…
Camilerde, savaşkan ruh aşısı için, “fetih suresi“ dinletiliyordu kalabalıklara. Hutbe ile ruhlar, can alma üzere masatlanıyordu.
Öte yandan, kuzeyden Kürdistan’ı yararak Suriye’ye açılan savaş yolları, silah ve silahlılarla doluydu. Tamamına yakını kiralık askerlerden oluşan Türk ordusu, yöreleri, kışlalarından kopmuş, teneke ve demirden savaş araçlarına doluşmuş revan olmuştu.
Geçmişte, Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) bayrağı altında Suriye ve Irak’ta tecavüz, hırsızlık ve soygundan arta kalan zamanlarında insan kesen, katliamlar yapan uzun saçlı, sakallı haydutlar, Türk askeri üniforması içinde, “Allahu ekber“ diye diye yol alıyorlardı.
Bütün bunların gerisinde, ültimatomu dünyaya duyuran gürlemeler kopuyordu ki, breh breh, düşman cesareti dayanmaz:
“Suriye rejimi, Şubat ayı sonuna kadar, Soçi mutabakatı sınırlarına dönmezse, biz gereğini yapar, tepelerine ineriz!..“
Ültimatom, savaş şartlarında, karşı tarafa, “teslim ol, ya da öl“ çağrısıdır.
Türk tipi ültimatomda da, “ya topraklarından çekil, ya da öl“ deniyordu.
Bir zamanlar ırkçı katillerin silah nakliyeciliğini yapmış iktidar ortağı Devlet Bahçeli, kurt ulumalı naralanıyordu: “Varıp Şam’ı alalım ve Esad’ın başına çuval geçirelim!..“
Ancak, İdlib’e yığılan tank, top, füze bataryalarıyla asker, çete kalabalığı Suriyelileri yıldırmadı. Suriye ordusu, Rusya’nın da desteğiyle, Türk ordusu ve İslamcı çetelere, darbe üstüne darbe indirmeye başladılar. İşgal topraklarının bir kısmını kurtardılar.
İslamcı çetelerin kayıplar 1600-1700 diye telafuz ediliyordu. “Allahu ekber“ naralarıyla yola çıkanlar, bir kısım Türk askerleri tabut içinde, geri dönmeye başladılar. Çünkü, Suriyeliler kiralıklar karşısında yut savunmasındaydı. Bu yüzden çetin cevizdiler. Kürtlerden farklı olarak, silahları muhkem…
Şam’ı fethe hazırlananlar, bu yüzden Ankara’yı kaybetme derdine düştüler.
Ayrıca dem, devran, dolayısıyla düşman da değişmişti. Dün, Ruslar bunların yanındaydı. Rus eteği altında Kürtlere şorlayıp saldırıyor, bu desteğe Amerikan yardımını da ekleyerek Kürt topraklarını işgal ediyorlardı. Bugün, dünkü koruyucuları Ruslar, bugün karşıttı. Amerika ise Ruslar karşısına almak isteniyordu. O nedenle, “fetih sureleri, cihat hutbeleri“ eşliğinde yola çıkanlar, çamura yuvarlanmış maganda gibi “elini ver öpim, abi“ derekesine düştüler.
“Ateş-kes“ diye yalvarmaya başladılar.
Bir mafya liderinin, son kertede böylesine küçülerek rakibine yaltaklandığı görülmemiş, duyulmamış ama, daha üç gün öncesine kadar, günde en az üç kere Rusya’ya kükreyen, tehditler savuran Recep Tayyip, Moskova yollarında tekmelenmiş kedi gibi uysaldı. Boynu bükük yalvaran halerdeydi.
Yüz yüze geldiklerinde, “lütfedip kabul ettikleri için“, Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin’e şükranlarını sunarak, sözlerine başlıyordu.
Anlaşılan o ki, böyle başlayan görüşmede, öneri getirmesine bile izin verilmedi. Putin‘in dikte ettirdiği istekler, bildiri olarak açıklandı.
Üzerinde anlaşmaya varılan Ateş-kes, Rusya’nın da isteği idi. Bu başlık kabul edildi.
Ama Recep Tayyip’in ağzında eksik etmediği, İslamcı teröristlere korunaklı bölge isteği, görüşmeler boyunca doğru dürsüt dilledirilmedi bile.
Suriye’nin, Soçi mutabakatı gereği kendi topraklarından çekilmesi söylemi dikkate bile alınmadı. Ama kararla, Türkler ve müttefikleri İslamcı çetelerin M 4 ve M 5 kara yollarına yanaşmaları bile men edildi.
Recep Tayyip, yıllar önce “gayri meşru“ ilan ettiği ve aşağılamak için, “rejim“ diye andığı Esad yönetimi önününde, adeta diz çöktü. Ters takla ile Suriye devleti ve rejimini, diplomatik dille kutsadı. Dokunulmaz saydı. Bir işgalci olduğu halde, Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygısı teyit etti. Nihai bildiride, tam üç kere “Suriye Arap Cumhuriyeti“ dedi. Dediklerinin altını da imzaladı.
Bu hal, bir dönüş değildir. Diz çökmedir. “Yere, çamura burun sürtme“dir.
Recep Tayyip, bunları yaşadı Moskova’da…
Bir de, Recep Tayyip’in “ılımlı muhalifler“ diye anıp sanıp çıktığı, bodyguardlığına soyunduğu, uğruna nice canı ölüme yolladığı, aç halkına yedirmesi gerekirken lokmalarını yedirdiği, maaşlar ödediği haydutlar, meselsi vardır. Birleşmiş Millet (BM) kararı gereğince bu çeteler teröristtir. BM kararı, nihai bildiride de vurgulu olarak yerini aldı.
Ve bu teröristlerle kesintisiz savaşım da karara bağlandı…
Toparlarsak, Recep Tayyip Moskova’da, Magandanın kelamı ile “karizmasını“ çizmekle kalmadı. Düşürüp berbat etti. Yenilginin de ötesinde, onuru örselendi.
Ama o, dönüş yolunda övünüyor, ordusunun İdlib’de “kulelerde hapis“ kalmasını zafer ilan ediliyordu. Oysa anlaşma metninde, Türk ordusunun “muharip“ (savaşçı) vasıfları, görevleri yoktu. Sadece etrafı seyreden aylak gibi gözlemciydiler, kale kulelerde…
Öte yandan yandaşları Moskova dönüşünde onu, zaferden dönen Sezar gibi karşılamak istiyorlardı. Davullar, dömbelekler çalarak ve en azından Avrupa Birliğine üyelik için, dilekçe verdiğinde olduğu gibi, gün ortasında görgüsüzce havai fişekler patlatarak…
Ancak, olanlardan sonra bu yüzsüzlüğü göze alamadılar. Çünkü Putin, nihayetinde Çar geleneğinden geliyordu. Kafası atan Rus Çar’ı, bir zamanlar İstanbul kapılarına dayanmış, Yeşilköy’de karargah kurmuştu. Putin’in böyle bir niyeti varsa bile açıklamamıştı. Zafer niyetine buna sevinsinler.