Ulus olarak bugün neredeyiz? Partimiz ne yapmak istiyor? Düşman kendi özel savaşının neresindedir? Bizim savaşım düzeyimiz nereye varmıştır? Bu vesileyle size bu konuları kısaca değerlendirmek istiyorum:
Halkların tarihinde kutlama günleri vardır. Bizim için böylesi günler daha yenidir. Siz de düzenlediğiniz geceleri tam bir ulusal kurtuluş şenliği olarak yaşamak istiyorsunuz. Her gecenizin, her kutlamanızın bir savaş kadar değerli olmasını bilerek ve sizin için kutlanacak günlerin, gecelerin bu olduğunu bilerek, sizleri de bu savaşamınızın gerçek sahibi kılmak istiyoruz. Buna nasıl hizmet ettik, nasıl hizmet etmeliyiz? Size bunu göstermenin görevimiz olduğunu bilerek, sizin yaşamınıza katılmaya çalışıyoruz.
Hemen belirtelim ki, sizler bizi yüceltiyorsunuz, fakat biz bundan sadece ve sadece “daha fazla, daha doğru hizmet nasıl yapılır” sonucunu çıkarıyoruz, bunun hesabını yapıyoruz. Bunun dışında bizden bir şey beklemeyin, Önderlerden bunun dışında başka bir şey beklenmemeli. Sizin bize sevginiz, bizim size saygımız tamamen böyledir. Sonuna dek böyle olmalıdır. Yürüttüğümüz savaş, baştan günümüze kadar büyük acılara, işkencelere, her türlü sıkıntılara yol açsa da, çok iyi biliyoruz ki, daha fazlasına da değer. Artık “biz de varız, bu dünyada bize de küçücük bir yer olmalıdır” demenin onuruna, umuduna erişmişsek, diyoruz ki her şey bize vız gelir. Sadece ve sadece mutlaka ulaşmamız gerekenin çok büyük bir karşılığıdır. Gerekirse bin kat daha fazlasını da ödemeye hazırız.
Bizim için çok az doğru düşünme, kendimizi doğru karar sahibi haline getirme fırsatı verilmiştir. Hep düşman için düşünme, onun çıkarları temelinde hareket etmeye zorlanmışız. Kendimizi düşünecek, kendimizi kanıtlayacak fırsat yoktu. Şimdiyse bu fırsatı biraz yakalamışız.
Halkların namusu önemlidir.
Halkların onuru bütün onurların önündedir.
Köle bir halkın, düşürülmüş bir halkın, dostun da, düşmanın da değer vermediği bir halkın yaşamı, onursuzluğun âlâsıdır. Böyle bir halktan olmaktansa, hiç olmamak, yaşamamak her zaman tercih edilir. Ne yazık ki düne kadar acıyla söyleyelim ki, dünyanın belki de biricik onursuzluk çukurunda yuvarlanma, “namus, şeref nedir” bunu akla getirmeyen, lanetli durumuna düşürülmüş, çağın en lanetli gerçeğinin dayatıldığı halkıyız. Kendimizi kandırmayalım. Mesele biraz namusa, onura erişmekse, biraz kişiliğe kavuşmaksa, bu gerçeği teslim etmek gerek. Ben her zaman kendi davamı şunun için yaptığımı söyledim; insanı anlamaya çalıştık, çağı anlamaya çalıştık. Biraz yöneldik, ve bu anlamda kendimizi mensup olduğumuz halk gerçeğini anlamaya, kabul etmeye çalıştık ve artık içinde yürüyerek bu aşamaya getirdiğimiz yola girmek ve bu yolu aşmaktan başka çaremiz yok. Her zamanda söyleriz ki, kendim hiç de o kadar olağanüstü yetenekli, çok iddialı, olanakları, imkanları alabildiğine varolan birisi olarak başlamadım bu işe.
Ortada çok iyi bildiğimiz gibi, kendi ulus gerçekliğini dile getirmekten utanan, temel olarak dayanacak hiçbir şeyi olmayan, kuvvet namına, siyaset namına tamamen yokluk, düşmanın dayattığı amansız vurucu güç, yok edici siyaset ve bu temelde büyük korku, cesaretsizlik, adını bile ağzına almaktan korkan, kendinden utanan bir durum yaşanıyordu, hepiniz bunu yaşıyordunuz. Bu yola girmenin karşılığı para olabilir mi? Yok! İmhadan başka bir karşılığı olabilir mi? Tehlikesi çok! İnsana kazandıracağı kişilik namına hiçbir şey yok. Dostu var mı? Hayır! Sağcısı da solcusu da, kapitalisti de sosyalisti de bizi bir halk olarak kabul etmiyor. Ve biçilen hüküm şu; dörtbin yıl öncesinde, her ne kadar bu adla anılan bir halk vardıysa da, tarihi süreç içinde çoktan tükenmiş, yaşama kudreti olmayan ve dolayısıyla çağdaş bir halk olarak ele alıp üzerinde politika yapmaya uygun, ister lehinde, ister aleyhinde, yanında veya karşısında yer almayı gerektirecek bir olay, bir olgu, bir halk gerçeği yoktur. Dolayısıyla inkar etme bir hükümdür ve sadece dost olması gerekenlerin veya düşmanların düşüncesi değil, kendimiz bile çoktan kendimizi bir halk olarak görmekten çıkmışız. Saygı duyulacak, uğruna savaşılacak halkımızın ne bir toprak parçası, ne bir kültürü, ne bir dili, ne bir yaşamı yoktur.
Kaçmamız gereken gerçek, düşmanın bize yol diye bellediğidir. Bir küçük memuriyet, bir basit işçilik için yarışa girdiğinizi iyi biliyoruz. Her şeyimizden vazgeçtiğiniz, dilimizden, örf ve adetlerimizden utandığınızı iyi biliyoruz. Gerçek budur. Kaç kaçabildiğin kadar. Kaçanlar arkasına dönüp “ben nereden geliyorum” demeyecek kadar vatanı terk etmiştir. Bu çok açık. Ne kadar harabe haline getirilmiş de olsa, insan doğduğu yerin anadili, içinde büyüdüğü kültürü böylesine ucuz ve savaşmadan bırakamaz. Savaşılarak kaçılsaydı, bunun da bir anlamı olurdu.
Son zamanlarda, günümüzde hepinizin yaşadığı acı durum bu. Dünya halkları bir karış toprak uğruna milyonları verirken, bizim gönül rızasıyla, çok acı bir düşürülmüşlükle ana topraklarımızı böyle terk edişimiz, ancak çok düşürülmeyle, kendini koy vermeyle, çok fazla soysuzlaşmayla mümkündür. Biz bunu gördük, yaşadık. Bir kader gibi yaşatılmak istendi. Düşman sürekli “dünyanız bu; vatan Türkiye’dir, bölünmez bir bütündür, resmi dili Türkçedir, devleti TC’dir” dedi. Kanunu, örfü, yaşamı dışında her şey yasak. Bütün gerçekler bunlardır. “Yapmamız gereken, tüm gücümüzü sarf ederek bölünmez bir ülkeyiz, tek devletiz, tek ulusuz iddialarını kabullenmek, bunun içinde kendine küçük bir yer kapmadır” diyorsunuz. Hepsinin yaptığı budur. Bu politikaların ürünü olarak dünyanın dört bir tarafına savrulduk.
Bugün dünyada en çok ve onursuzca boşaltılan ülke Kürdistan’dır. Kaçan kaçana. Başta da en çok sahip çıkması gereken ve kendine sözüm ona “yurtsever devrimci, demokratdevrimci” diyenler bu işin öncülüğünü yaparak ve yabancı metropollerde düşmanın kucağında yaşamayı yaşam belleyerek, onursuzluğu daha da derinleştirdiler.
Bizim yaptığımız şuydu: Ne kadar çıkar vadetmese de, ne kadar yaşama olanağı vermese de, ataların bunca yıl üzerinde yaşadığı, kanter döktüğü gerçek ne kadar geri de olsa, konuştuğumuz dili, teneffüs ettiğimiz gelenek görenek ve kültürümüzü bırakmamaktı, sahip çıkmaktı. Aksi, ancak insanlık dışına düşmekle mümkündü.
Hemen söyleyeyim; ben çok akıllı mıydım, çok yetenekli veya onurlu muydum? Değil! Ama bu tarzda terkedişleri ilginç buluyorduk. İnsanlık değerleriyle böyle çok kolayca çelişilemez! Karşı çıkılması gerekiyordu. Hak arama böyle başladı. İtiraz, dayatılan yaşamın reddi böyle başladı ve bugüne kadar gelindi. Kimse bana emretmedi; ne yerde, ne gökte “yürü ya kulum” demedi. Fakat biz biraz insan olmayı anlamaya çalıştık, biraz başka halklar ne yapıyor, anlamaya çalıştık. “Biz kimiz” sorusunu sormaya başladık ve bu duruma geldik.
Şimdi karar sizindir; başka türlüsünü yapabilir miydik? Bunu çok ciddi söylüyorum, size bu kadar görev dayatıp “bu kadar iş yapın, çok ihtiyacımız var” demiyorum. Çok kan döktük, acı çektik, işkenceler dayatıldı, dayatılıyor. Sizler de bir şeyler duymaya başladınız. bizim de bir vatan davamız, bu dünyada dayanabileceğimiz bir toprağımız, üzerinde neslimizi devam ettirecek, diğer insanlara benzeyen bir insan yaşamı kuracak toprağımız olmalı mı? Çok savunmuş da olsak, orada bir halk olarak, bir toplum olarak kendimize yeni bir yaşam hazırlamalı mıyız? Bu gerekli mi, değil mi? Eğer gerekliyse, “evet” diyorsak, içtiğiniz su, soluduğunuz hava kadar bilirsiniz ki, bir şeyler yapmak mümkündür. Bakın, yaşam uğruna nerelerden nerelere geldiniz, hem de her türlü sıkıntıya, azaba katlanarak. Yaşam içindir bunlar, hem de iyi yaşam için. Saygı duyulan bir istektir ve bu açlıktan kırılıp gitmektense, yaşam kavganıza karşılık vermeniz anlaşılırdır.
Kişi olarak belki bununla bir yere kadar varırsınız. Fakat bakın içinde çalıştığınız ülkelere, bu ülkenin uluslarına, vatanlarına nasıl kalkındırılmış? Sağlık, okul, sanayi, tarım, devlet vb. her yönüyle nasıl görüyorsunuz? Dünyada bu düzeye gelmemiş bir halk kalmış mı? Bir de bize bakın; neyimiz var? Adına vatan toprakları denilen bir davamız var mı? Varsa biz bunun için ne yaptık? Halkız, halkımızın tarihi ve bugünkü durumu hakkında bir şey diyebiliyor muyuz? Diyorsak, bunu ne kadar anlıyoruz ve uğruna ne yapıyoruz? Bu soruları siz de sorabilirsiniz. Eğer çok kötü bir inkarcı değilseniz, bazı doğru cevaplarımız olur. Bizim çabamızı biraz daha iyi anlamak için, bugün milyonlarcasının cevap vermekte zorluk çekmeyeceği sorular var.
“Kürdistan” kelimesi kabul görülür hale geldi, “Kürt halkı” kelimeleri biraz kabul görülür hale geldi. Buna biz yol açtık. Bunları niye belirtiyorum? Vazgeçilmez bazı gerçekleri, sizlere ancak yirmi yıllık bir mücadele sonucunda kabul ettirebildik. Aslında bunu söylememeliydim. Siz bize kabul ettirmeliydiniz, sizin bir tutkunuz olmalıydı. “Vatanımıza sahip çıkın, özgürlüğünüze sahip çıkın, öncümüz olun” demeliydiniz. Maalesef, ben bunca yıla kadar köyümden başlayarak ulusal çapta hepinize kabul ettirmek için uğraştım. Bir kişinin bu halka önce kendi gerçeğini kabul ettirmek için savaşması görülmüş şey değil. Halkların kendileri, kendi evlatlarına “yürüyün” der, ama siz daha düne kadar evlatlarınızı kaçırıyordunuz, kendiniz de kaçıyorsunuz. Ben sizi tutmaya çalışıyorum, “nereye kaçıyorsunuz” diyorum. Ev böyle terkedilmez, bir ev için ana evini, anavatanı terkediyorsunuz. Yabancı ellerde ev kurulmaz. Gecegündüz sizi anavatanınıza sahip kılmak için kıyamet koparıyorum. Dünyada eşi yok.
Size de bir anavatan gerekli. Yirminci yüzyılın bu son on yılında, sizden başka hiçbir halkın yaşamadığı vatansızlığı, kader olarak yaşayamazsınız, bu büyük suçu işleyemezsiniz, suçlardan en büyüğü, lanetli olmanın, ayak altı olmanın en müstahak olanı bu durumu kabul etmektir. Bunun nedeni bahanesi olmaz. Sizi bu büyük suçtan alıkoymaya çalıştık. Eğer bu çok büyük bir suç olmasaydı, biz böyle kıyamet koparmazdık, bu kadar direnemezdik, son bir insanlık hamlesi olarak böyle ortaya çıkarmazdık. Çıkış şudur, söyleyeyim: Bu yalnız Kürtlük için de değildir, bazıları bunu kötü kullanır. Belki başka anlam verirler, ama her zaman söylerim;
Ben Kürtlük’ün Değıl, İnsanliğin Aşiğiyim.
Bunun yolu, öncelikle kendi kimliğine sahip çıkmaktan geçer!
Kendini sevmeyen, insanı da sevemez!
Kendine değer biçmeyen, kendini onurlu kılmayan, insanlığın sevgisine, kıymetine asla layık olamaz!
Bir dilenci gibi sürünerek, yaltaklanarak, yakararak şeref kazanılmaz ve düne kadar içine girilen durum bu. Ne kadar kötürüm olsak da, ne kadar yaşam umudu vadetmezsek de, ne kadar güvensiz, utanılası bir durumu yaşasak da, yine kökümüzü kazımalı, eğer biraz filiz verecek bir can damarımız varsa, onu korumaya almalı, fışkırtmalı ve soyağacı haline getirmeliyiz. Belki iyi bir soyağacı olur. İnsanlık da gölgesinde dinlenebilir, yaşayabilir.
Bu soyu inkar etmenizi veya kökünüz üzerine kendi piçini başka bir sürgün halinde fışkırtmak istemeleri söz konusudur. Sizin “ben buyum, bu dönüşümdür, bu başkalaşımdır” demeniz, kendi kökünüzü kazımanızdır. Çoğunuzun kabul ettiği ve bizim öyle hemen kabul etmeye cesaret etmediğimiz durumdur. Bu “iyi bir sürgündür, kökünüzden daha iyi ağaç çıkarabilirim, meyvesi bol olur” düşüncesiyle düşman gecegündüz uğraşıyor. “Para bende, güç kuvvet bende, yaşam bende, bunların elinde ne var” diyor. Bununla anlatmak istediği; “siz bir hiçsiniz” demektir. Kök ve kökten yaşam fışkırtma düşünülemez. Düşünün; aile ortamınızda bir piç evladınız olursa, bunu nasıl karşılarsınız? Ama ulus olarak piçleşme daha da kötüdür.
Ben halkların kaynaşmasından yanayım; kültürel, siyasal, sosyal kaynaşmasından yanaşım. Bunun bağımsız ve özgür temelde olmasına tümüyle yatkınım. Ben bir Kürt soy güdücüsü değil, tamamen insanlık ailesine, onu şerefli bir üye kılmanın, onu büyük utançtan, büyük rezaletten kurtarmamızın çaresi olarak gördüğüm için, bu kimlik savaşımını veriyorum. Karşılığında hiçbir şey yok. Her gün can ister, kan ister, her gün ölüm fermanı altında yaşamayı ister. Kolay dayanılır bir yaşam değildir, ama bir piçlenmiş ulus olarak üzerinde herkesin kenefi haline getirdiği bir ulus olarak da kalmayı değil yaşamak, değil kabul etmek, düşünülemez bile.
Tam bu noktada çıkış başlar, hiçbir biçimde, hiçbir bahaneyle kabul edilmeyen yaşam şekli budur. Ben şunu da söylemiştim; “bizim karşımızdaki koca öyle bir koca ki, bir de öyle bir karı durumuna düşürülmüşüz ki, ‘karımı istiyorsun, nasıl karı istiyorsun, biraz bu karı kendisine gelsin, biraz canlılık alameti göstersin ki, sana yarasın’ diyoruz, o hâlâ ‘hayır’ diyor”. Biz böyle bir belirleme de yaptık. Yani düşman koca diyor ki, “tam bir yatalak olacak ki, üzerine her türlü şey uygulanacak, asla ses çıkarmayacak, ben karıyım bile demeyecek”. Şimdi “ben Kürt’üm, biz Kürt’üz” diyemiyorsunuz. Bu ne demektir? Türk kocaya karşı, “ben Kürt karısıyım” diyememektir. Gerçek bu! Kürt erkekleri çok namuslu geçinir, ama karılaşma böyledir ve siz “karıyız” bile diyemiyorsunuz. Biraz namus anlayışını yoklayalım, bu erkekliğin neresindedir? Erkeklik kendini zavallı bir karıya kanıtlamak değildir. Erkeklik, birazda ulusal onura, kendi kimliğine sahip çıkmaktır; “ben şu ulustanım, ben şu halk kimliğindenim” demekle mümkündür. Bu kadar şerefiniz var mı? Erkekliğin sadece cinsel anlamı yoktur, biraz da böylesine yiğitçe bir anlamı vardır. Bunu diyebiliyor musunuz? Bırak “erkeğim” demeyi, “karıyım” bile diyebiliyor musunuz?
Ben bir soruyu çok sorarım; kızar mısınız, güler misiniz, ağlar mısınız bilemiyorum, fakat bir gerçek! Türk koca bizi kendisiyle nasıl birleştirmiş, eşit ve özgür bir temelde mi? Karşılığında bize bir şey veriyor mu? Zulümden, yoksulluktan, her gün hakaret etmekten başka bir şey var mı? Peki böyle bir kocayle ne kadar yaşanır? Nasıl tahammül edilebilir? Ben bu işe başlarken sık sık aklıma gelen bir durum karılaşmış olduğumuzdu. Kürdistan sömürgeciliği ve karılık birbirine çok benziyor ve aslında doğrudur da. Bu kadar baskı, bu kadar düşürülmüşlük, kadın cinsinin geri toplumlarda içinde bulunduğu durumla kıyaslanabilir. Biraz kendisine layık bir karı bile olmasına göz yummayan bir kocaya, bir düşmana evimizi nasıl terkettik? Sadece işgalci, istilacı değil, talan edici de değil, uygulamadığı hiçbir şey kalmamış. Şunu hemen söyleyebilirim ki, bizi getirdiği yer, bir manda ne kadar süt verirse o kadardır. Süt verdiğimiz oranda bizi besliyor veya idare ediyor. Hatta daha ağırını da söylemek gerekir. Daha iyi süt almak için hayvanlara daha iyi bakılır, çoban kıymetini bilir. Bizim hayvanlar kadar bir bakımı görmediğimizi ve sadece çapulcu bir tarzda sağıldığımızı, düşmanın bundan başka bir işle uğraşmadığı bellidir.
Hemen burada tekrar söylüyorum; ulus davası önemlidir. Belki siz tek tek kendinizi kurtardığınızı söyleyebilirsiniz. Kurtarmanız ne kadar kurtarmadır? Aile nerede, çocuklar nerede, tarlalar nerede? Yarın İstanbul’da, Ankara’da, Avrupa’nın yaşadığınız bütün ülkelerde ırkçılık gelişir, zaten bir köle gibisiniz, en iyiniz bile daha da köleleştirilirsiniz. Biraz kendinize bakın, size biçilen değer, en tortu tabakaya verilen değerdir. Yarın katliam da geliştirilir. Belki siz yaşarsınız ama çocuklarınız yaşayamaz. Biraz sorumlu olmalısınız. Sorumluluk sadece kendini yaşatmak değildir, günü kurtarmak değildir. Ben kendime “çok namusluyum” demiyorum, ama okul okudum, üniversite son sınıfa kadar geldim, şahsi kurtuluş yolu ardına kadar açılmıştı, tam o noktada vazgeçtim. Bu kadar zor koşullar da olsa, bu kadar şahsi çıkarınıza niye dalıyorsunuz? Ben “çıkmayın, çalışmayın” demiyorum, hayır çıkın, çalışın da, fakat bir amacı olmalı. Sadece ve sadece kendiniz değil, bütün bunlar kaybettikleriniz, içine düşürüldüğünüz durumu anlamak için olmalı. Yapabilecekseniz bazı doğruları yapmak için olmalı. Yaranızı doğru teşhis edeceğiz ve bu yalnız benim meselem değil.
Ben şunu çok açıkça söylüyorum ve söylemeye de devam edeceğim: Kırk yıl da yaşasam, çok açık ki kendimi bir türlü yaşayamayacağım. Sorunları aştıkça, çözümleri geliştirdikçe, daha fazla ölümüne kendimi vermem gerekiyor. Bu artık bir kader gibi. Götürebileceğim kadar götürmek zorundayım. Kurtuluşa ulaşsak bile, dünyanın en geri halkı olacağımızı biliyoruz. O zaman karşımıza çıkacak olan kurtuluşun yeniden inşa sorunları daha fazla olacaktır. Hayale kapılmıyorum, büyük bir çaba olmadan da bir adım ileri götüremeyiz işleri. Buna dayanarak söylüyorum ki, siz de biraz yaşamınıza sadece şahsi, sadece günü kurtarmak için değil, biraz tarih, biraz gelecek nesiller, biraz içinde hareket ettiğimiz insanlar, biraz da kendinizi uzun vadeli yaşatmak için bakın. Belki yarın daha büyük tehlikeler gelir. Onu da önlemek için böyle yapmak gerekir.
İnsanlık, yalnız kendini günlük olarak üretmek değildir. İnsanlar daha ilk klan, kabile, aşiret toplumları haline geldiklerinde birbirlerini müthiş tutarlar. Hepinizin bağlı olduğu kabileler, aşiretler var, kolay bırakıyor musunuz? Belki şimdi parçalanmıştır, kolay bırakıyorsunuz, ama tarih başlarken çocuğun göbekle anaya bağlı olması gibi, sizler de kabilenize öyle bağlıydınız. İnsanlık böyle başladı. Uluslar bugün nasıl birbirine bağlı, bir ulusun ferdi diğer ulusun ferdine nasıl bağlı? Almanya’nın daha dün birleşmesini gördük, nasıl çığlık çığlığa bağlandılar birbirlerine? Biz nasıl birbirimize bağlıyız? Saygı ve sevgi ne kadar var? Vatanın birleşmesini düşünüyor muyuz? Halkımızın birleşmesini düşünüyor muyuz? Aklınıza geliyor mu? Gelmiyorsa bu en büyük utanç değil midir? Bütün bunlar reddemeyeceğimiz gerçeklerdir.
Komalık durumu aspirinle tedavi etmeyelim veya yanlış bir teşhisle tedavi etmeyelim. Diğer sahtekarların yaptığı iştir. Düşmana sığınarak, kurtuluş vadederek. Komalık bir hastayı asprinle uyutmaya benzer, narkozla da ölüme götürür. Her gün sizlerin huzurunda ve daha çok da Partililerin huzurunda kıyamet koparıyorum. Ben öyle ahımşahım bir kişi değilim, ama imha kılıcı altında olan koyun bile olsa debelenir, bilse bıçak biraz boynuna vuruyor, bacaklarını fırlatır, kendini kurtarmak ister. Siz nasıl böyle yapay yaşıyorsunuz? Yadırgıyorum ve kabul edemiyorum. Bu kadar mı düşürülmüşüz? Birleşemiyorlar, doğru tartışamıyorlar, karar veremiyorlar. Ne kadar hizmet ediyorsak o kadar kendilerini beğeniyorlar. Ne kadar doğruları dayatıyorsak o kadar tersine gidiyorlar, kabul edemiyoruz.
Çağın lanet günlerinde nereye gidiyoruz? Bu kendinden kaçmadır, birlikten kaçmadır, savaştan kaçmadır, onurdan kaçmadır. Karşılığında nereye götürür? Bu mevzide oniki yıldır tıkılmışım. Bazı alçaklar da diyorlar ki, “başını kaldıramıyor”. Evet başımı kaldıramıyorum, nefes bile alamıyorum. Bana deseniz en temel özgürlük nedir? Böyle yaşamaya çalışma özelliğidir. Bunu hiçbir şeyle değişemiyorum, bunu da dağların doruklarında, özgür savaşma imkanı verdiklerimize anlatamıyorum. Sizler çok iyi iş yapabileceğiniz imkanlara kavuştuğunuz halde, anlatamıyoruz. Kendim bir küçücük mevzide, bu çalışma fırsatını yakaladığım için on iki yıl dayandım, oniki yıl daha dayanabiliriz? Çünkü eğer karşımızda bir düşman varsa ve o da her şeyi silip süpürme kararındaysa, bizde de birazcık namus varsa, bu küçücük mevziyi müthiş kullanırız, müthiş savaştırırız. Yiğitlik budur. Ama berbat ediyorlar, karıştırıyorlar. Bu mudur yiğitlik? Düşmana karşı yürütülecek mücadele, bu tutumlarla mı verilir?
Sizi suçlamak için söylemiyorum, ama bu kadar kendini koyverme, bu kadar kendini çamura yatırma olmaz. Bu kadar baştan çıkarılmaya ne denir? Erkekler için ne denilir, kadınlar için ne denilir? Ya ulus olarak ne denilir? Biraz anlayacaksınız, kendinize geleceksiniz, namus ve onur sadece kendi işlerini ayarlamak değildir. Siz bu tutumu sürdürdükçe, ben sizlerle de en az düşman kadar savaş halinde olacağım ve oluyorum da. Çok az yardımcım var, fakat çok büyük bir güçle götürüyorum. Birisi düşkünlükte amansızım dediğinde, ben de “onun canına okumakta amansızım” diyeceğim. Sizlere, evlatlarınıza, oğul ve kızlarınıza karşı amansız olacağım ve hiçbir şey tanımaksızın üzerinize yükleneceğim. Çünkü siz uğursuzluğu yol diye bellemişsiniz. Bu temelde “hiçbir şeye hakkınız yoktur” diyeceğim ve isyanın büyüğü burada olacaktır. Düşman da ikinci planda kalır, kendine bunu reva görenlerin, bu konuda ısrarlı olanların yaşamaya hakları yoktur. Kölelerin üzerinde her türlü uygulamanın geçerli olduğu söylenir. Bizimki kölelikten daha kötüdür. Düşürülmeye özgürlük demek, düşürülmeye onay vermek yapabileceğiniz en büyük ihanettir. Bunu o nedenle istemeyin. Onun için bir ulusun onurunun, bir halkın onurunun da varolduğunu kabul edeceksiniz. Çok düşürülmüşseniz, biraz başınızı kaldıracaksınız ve “yeter” diyeceksiniz, yaranızı anlayacaksınız.
Düşman birey olarak ayartıyor sizi. Daha dün doksanbin kadro verdi Kürdistan’a. Doksanbin kadro, doksanbin kişinin maaşı ne demektir? Doksanbin ajan demektir. Her birinin on kişilik ailesi olsa dokuz yüzbin kişinin ajanlaşması demektir. Otuzbin korucu var, her birinin on kişilik ailesi olsa, üç yüzbin ajanlığın hizmetinde demektir. Memurluğu, işçiliği, hepsini bunun için dağıtıyor. “Para alıyorum, maaş alıyorum” deseniz de, bu bir yaşam şekli değildir. Bu ne kadar akıllı geçinilirse geçinilsin, düşmanın bir tuzağına düşmedir. Düşman her şeyiyle düşürmeye çalışıyor, müttefikleri de öyle yapıyor. Sizi oraya atmışlar, ama üzerinizdeki büyük oyunları benim söylememe gerek yok. Avrupa’da geliştirilen oyun, Istanbul’da, Antalya’da, izmir’de geliştirilen oyunlar tam bir özel savaş oyunudur. Orada düşürülmüşlüğün, orada kendini kaybedişin sonuna kadar oyunları oynanıyor.
Sizi ne kadar kurtarabileceğiz? Bu da savaşla mümkün olacak. İnsan olmak kolay değil. Hele karşımızdaki doğrudürüst bir karı olmamıza bile fırsat vermiyorsa, insan olmak kolay değildir. Ben deli değilim, oldukça akıllıyım ve kendimi oldukça düşünürüm. Kırk düşünür, bir anlatırım. Diyebilirim ki, benim kadar dinden tutalım da felsefeye kadar, her türlü yaşam biçimine kadar, üzerinde çok düşünüp de az yapan kimse yoktur. “Sizin sorumluluğunuz altında bu kadar kıyamet koptu, her gün bu kadar savaş, bu kadar pratik, her gün gösteri” diyeceksiniz. Hepiniz de böylesi gecelerde ayağa kalkıyorsunuz ve “birinci derecede sorumlusunuz” diyorsunuz. Evet birinci dereceden sorumluyum ve ben buna pratik demiyorum, yaptıklarımın belki küçük bir adımı bile demiyorum ve hatta çoğuna da karşıyım, “yanlıştır” diyorum. İstediğim gibi değildir. Herkes bizi aklına geleni yapan biri sanıyor, alakası yok.
Bütün derdim bir kişi olarak kendimi onurlu kılmaktır ve bunun da ancak bir halk gerçeği içinde mümkün olacağını biliyorum. Bugün yürüseydim, kişi olarak ilerlemiş olacaktım. TC’nin bütün yükseliş merdivenlerini en üste kadar tırmanabilirdim. Ama kendim merdivenlerden gerisin geriye indim ve “bir Kürdistan merdiveni yaratalım” dedim. Yükseliş bu temelde olmalıydı. Önce adını koyduk, yolunu açtık, daha sonra da merdivenleri dikmeye başladık. Şimdi de yavaş yavaş merdiven insanlık ailesine yetişiyor ve sizler merdivenleri tırmanıyorsunuz. Bu yaptığımız iyi bir iştir. Bunun için düşünce diyorum, bunun için kırk dereden su getirme, sizi ikna etme. Çok acıyla söyleyeyim ki, yanımıza gönderdiğiniz çocuklarınız niye böyle yetiştirilmiş? Yine size acı gelmesin, ama çok öfkeliyim. Ben zaman zaman haddimi aşarak kötü sözler söylemek zorunda kalıyorum. Bu kadar yaban ellere terketme, bu kadar sert rüzgarlara onları terketmede, terbiye adına bu kadar baştan çıkarmada, bu kadar düşmana kulköle edecek evlatlar olarak yetiştirmede sizleri sorumlu görüyorum, anababaları sorumlu görüyorum. En büyük günahlardan birisi bu çocuklara karşı işlenen günahtır. Çok büyük bir sabrım olmasaydı davaya bağlılığım olmasaydım yanıma gelenlerin büyük bir kısmını yaşatmamak gerekirdi.
Ben kendimi terbiye etmesini bilirim. Ciddi bir ailem yoktu ve inanmadım da ailenin beni terbiye edeceğine, kendimi terbiye etmesini bildim ve bugün de bir halkı terbiye etmeye çalışıyorum. İddialıyım, bazı terbiye ölçülerini de veriyorum. Fakat dayatılan terbiyesizlikler korkunç. İnsan biraz kendine gelir. Ben şimdiye kadar niye yapmadığınızı biliyorum, düşmanın ne kadar oynadığını, düşmanın daha kucağınızdaki bebeği nasıl elinizden aldığını biliyorum. Bir Dersim’i göz önüne getirelim; Dersim’i kalettikten sonra, o çocukları nasıl Türk okullarına aldığını, karşımıza bir Türk’den daha fazla Türk olarak diktiğini, etkilerini bugün bile nasıl yaşadığınızı biliyorum. Düşmandır, vurdu, astı, şimdi de en iyi memurlarını ordan çıkarıyor. Bu acıdır! Dersim Kürdistan’ın en son zaptedilen kalesiydi, Kürt soyunun en seçkin gelişim alanıydı, fakat vurdu ve kendi piçini aşıladı. Biz, bu piçi kurutmada iddialıyız. Ama bu da bir gerçektir.
Kendimize gelelim, tarihi kökenimize doğru bağlanalım. Bugün herkes bir bölgecilik, bir tarikatçılık, mezhepçilik konuşturuyor. İnsan biraz soyağacını iyi görmeli ve bu soyağaçlarına piçlerin nasıl aşıladığını iyi bilmeli. Bilmeyenler uygarlıktan da, çağdaşlıktan da bahsedemez. “Şu dili güzel konuş, şu yabancı dili iyi bil” diye size dayatılıyor. Siz kendinizi inkar etmişsiniz. Ne kadar iyi memur da olsalar, düşmanın lehçesini iyi de konuşsalar ben bunlara saygılı olmayacağım. Katliamın sonrasında bunlar ortaya çıktı, bu kişilikler Dersim katliamında Kürdistan katliamını tamamladı. Bütün Kürdistan’ın katliamı üzerine “ben adam oldum, ben uygar oldum, aile sahibi oldum” demek, bana ciddi gelmiyor ve hepsini başlarına yıkmam gerekiyor.
Siz bana çok bağlı olduğumuzu haykıyorsunuz, slogan üzerine slogan atıyorsunuz. Gerçekçi olun diyorum size. Neyi yıktığımı, neyi yapmak istediğimi bilin. Ben meraklı değilim çok alkışlanmaya veya çok büyük güç sahibi olmaya, fakat doğru bulduğmu da egemen kılmaya, en yakınlarım da olsa ölümüne kabul ettiririm. Bunu görün, buna göre tavır alın! Kavramadığınızı söylemeyin. Hiç kimsenin çağrıyı doğru kavramadan gelmesini istemem.
Savaşı ben başlattım, tektim, sonuna kadar da götürebilirim. Ben zırdeli değilim. Tek başına insan böyle bir canavara karşı savaş başlatabilir mi? Olabilir, bazıları zaten “zırdeli, çılgın” diyor. Ya öyleyim, ya da birilerinin herkese egemenliğine, insanlık içinde bile çok önemli yürüyüşün, sorunu kendinde somutlaştıran, insanlık ailesine iyi bir katılım yapabilecek birisiyim. Bunda da gerçekçiyim. Sadece kendimi lafla beslemem mümkün değil. Müthiş çalışma ister, bu olmazsa başka türlü işlerin sonu gelmez. Benim hikayem sizin hikayenizdir. Bende yaşanan, sizde yüzyıl sonra yaşanması gerekendir.
Sık sık tekrarlıyorum; özgür bir kabile değilseniz söylenenecek şey çoktur. Durum çok kötü. Ben başta size bazısorular sondum, herkesin yaşadığını, siz kelime düzeyinde bile yaşamıyorsunuz. Herkesin bir vatanı, çok güzel konuştuğu ve yazdığı bir dili var. Biz adını bile söyleyemiyoruz. Bu gerçekler varken nerede kaldı sizin kurtuluşunuz? Savunalacak, iftihar edilecek hiçbir şeyiniz yok. Ve olacaksa da işte bu yaptığımız işlerdir. Eğer bu da doğruysa küllahı önümüze koyup bol bol düşüneceğiz. Sizi fazla suçlamaya niyetim yok. Ben daha çok dava arkadaşları biçiminde yanımıza gelenlere söylüyorum. Bu işlerlerle bu kadar oynuyorsunuz. Niye aldatıyorsunuz kendinizi? Biraz da suçu bu yüzden size yüklüyorum. Bu evlatları ne diye karşımıza çıkarıyorsunuz? Ben kötü bir evlat olmak istemiyorum. Kürtler’in hiç kimsenin beş metelik vermediği işlerini yürütürken, kimse bana emir vermedi. Kimse bana bir kuruş para vermedi, “şu kadar kuvvet arkandadır” demedi. Hatta yıllarca, ailemden tutun çevreme kadar hepsi benim karşımdaydılar, hatta yardımcı olduğum arkadaşlara kadar bu böyleydi. Tüm bunlara rağmen, sizlerin, Kürtler’in işlerini yürütüyorum. Ulus işlerini, özgürlük işlerini yürütüyorum.
Bir halk evladı olarak sizlere saygım var, saygılı olmasaydım bu kadar çalışmazdım. Belki çok ağır eleştirdim, ama kendinizi nasıl böyle bir halk durumuna düşürebildiniz? Kimler sizi düşürdü? Nasıl böyle bir yaşamı çok ucuz kabul edebildiniz. Nasıl böyle ucuz evlat yetiştirebildiniz? Benim daha on yaşındayken anneme söylediğim bir söz vardı; “beni nasıl doğurabildin, ne cesaretle, sen nasıl anasın” dedim. Bu hepinize büyük bir suçlamadır. Neden? Çünkü siz evlatlarınıza düşkünsünüz, fakat nasıl büyüdüklerini bilmiyorsunuz, bunların hiçbir geleceği yoktur. Benim anambabam da bana düşkündü, fakat bu lafla olmaz. Öncelikle çocuklara şeref, onur gerekli, serpilip oynayacakları, büyüyecekleri, nefes alacakları bir parça özgür vatan olmalı, bir kültür, onur duyacakları bir benlik gerekli. Bunlar yok. Ne yapacaksınız? Kaldı ki işgüç de yok. İkinci kuşak, üçüncü kuşak diyorsunuz. İnsanlıktan çıkarmışsınız bunları. Kim sorumlu? Herkes İstanbul’a, İzmir’e, Antalya’ya koşuyor, neymiş deniz kıyıları varmış… Ben alacakaranlıkta, tek bir kuruş param, doğrudürüst bir arkadaşım olmadan yürümeyi bildim. Sizler ne yapıyorsunuz şimdi? Daha fazla şahadeti bekliyor arkadaşlar. Bu da fazla ilgilendirmiyor beni. Benim için ölmek de çare değil. Hepten ölümüne kendinizi verseniz, bir günde ayaklanıp her şeyi halletseniz, bu da çare değildir. Bu işin doğru hesabının sorulması gereken yanları vardır, doğru tartışılması ve kararlaştırılması gereken yanları vardır. Kendimizi adam yerine koymanın zorunlulukları var, sorumluluk gerekiyor. Eğer dünya ve insanlık bizi insan saymıyorsa ve hatta kimlik adına, kurtuluş adına, sosyalistlik adına ajan olmaktan öteye gidilmiyorsa çok çok iyi düşünmek gerekiyor.
Bugün benim için “kuvveti çoktur, Kürdistan’da çok etkilidir, yetkilidir” deniliyor. Yine de bunlarla kendimi aldatmak istemiyorum. Biraz dostları anladım, sizlerin desteğine çok büyük değer veriyorum. Her şeyi sizleri kazanmak için yapıyorum. Bir savaşçı, bir silah kazanmak bende bir tutku haline gelmiştir. Buna dayanarak yine söylüyorum. Ben aslında iyi bir evlat olmak için de aynı şeyi yaptım. Namuslu, onurlu, normal biri olmaya çalıştım. Büyük bir önder olmak, büyük kurtuluşçu olmak aklıma bile gelmiyordu. Ben bunlardan sıkıntı duydum. Ama bazıları pohpohlanıyor, önderlik adına satıyorlar kendilerini. Sözde önderlik yapıyorlarmış, siyaset yapıyorlarmış. Bundan utanılır. Benim bütün davam; ne kadar akıllı bir evlat olabildik? Annemi eleştirirken bile yine de “ona layık olmak nasıl mümkündür, doğrusunu yapmak nasıl mümkündür” diye düşündüm. Kürt ailesini, Kürdistan halkını izledik. Bu Kürdistan gerçekten böyle midir, böyleyse onun bir evladı ne yapabilir? Buna bir cevap vermek için çalıştık.
Ben de çok hareketli bir çocuktum, gençtim, bir saat bile yerimde duramazdım, fakat şimdilik burada duruyorum. Bu savaşın yüzde yüz gereğidir. Buna cevap vermeliyim. Peki siz ne yapıyorsunuz? Bütünüyle güzelim yerlerinizi bırakıp kaçıyorsunuz. Ben kaçmıyorum, burada durmam gerektiği için duruyorum. Duruşun bir tek gerekçesi var, buranın silah ve savaşçı vermesindendir. Bütün bunları ne için yapıyoruz? İyi bir aile evladı olmak için. Namus da, onur da biraz bu ailede yer almak için gerekiyor. Bunlar çok mu diyeceksiniz? Hayır, azdır bile yaptıklarımız. Ben neyi kurtaracağım şimdi? Sağasola yalvarmayla neyi kurtacağım? Ne yaptım? Elde etmek öyle kolay değildir. Şimdiye kadar bize dayatılan doğru yol, şerefli yol budur. Bunu diye diye, buna en çok uyan da benim.
Kaçınız ülkenizde işimkan sahibisiniz? Çoçuklarınız okuyabiliyor mu? Biraz başınızı kaldırıp “ben onurluyum” deyip sokakta iki adım atabiliyor musunuz? İşkence, hiçbir şeyin yerine konulmama durumları yaşanmıyor mu? Şimdi Botan da boşaltılıyor, bütün Kürdistan boşaltılıyor. Tarihde de öyleydi, şimdi de öyle. Ama bizimkisi güzel bir yürüyüş oldu. Benim için en büyük mutluluk, bir savaşçıyı ülkesine sahip çıkabilecek hale getirmektir. Silah patlasın da varsın bir kuşa veya taşa değsin, hiç önemli değil. “Kürdistan için savaşılıyor” denilsin. En başta en büyük özlemlerimizden birisi de budur. Kaçış kötü, çünkü bütün namussuzluklar bu kaçışa bağlıdır. Bütün düşkünlükler, “vatan davam, özgürlük davam, insanlık davam yoktur” diyen namusuzlardan çıkıyor. Ben bunu önlemeye çalışıyorum.
Size dayanarak bu hareketi geliştirmeye çalıştım. Eşsiz fedakarlığınız var, biraz ülkesinden savrulmuş halk yığınlarımız, son on yıldır PKK’nin yükünü taşıyor, ama yine de çok düşünün kaçış kötü. Mutlaka yönelmeyi bileceksiniz, ruhta, beyinde, yürekte bununla dolu olacaksınız. Hemen “ülkeye gelin, savaşın” demiyorum, bunu söylemek doğru da değil. Kalın, orası da iyi bir mevzidir. Önce yüreğinizi, beyninizi hazırlayın. Siz beyinsizce, yüreksizce yaşamaya mecbur değilsiniz. Parti de var yanınızda, azçok da anlıyorsunuz. İçinde olduğnuz mevzi benim mevzim kadar savaşılan bir mevzidir. Parti’yle tanışın, kaynaşın. Derdiniz büyük, alabildiğine düşürülmüşsünüz. Birleşin ve güçlenin. Siz ülkeye gidemiyorsanız, bir evladınız gitsin. Oradan bir akrabanız katılsın, bir mektubunuz gitsin oraya, bütün bunlar ülkeye gidiştir. Hiçbirini yapamıyorsanız, yüreğiniz vatan için çarpsın. Bu da bir gidiştir. “Yapılacak işler yoktur” demeyin. Yüzlerce ilişkiniz vardır, o ilişkileri vatana bağlayın. Mümkünse yürekten, beyinden bağlayın. Taşırabiliyorsanız mektupla, telefonla, mektupla bağlayın. Bütün bunlar iştir. Kaldı ki gitmekte zor değildir. Yarı yarıya bağlısınız. Diğerlerini de bağlayın vatana.
Bütün bunlardan anlatmak istediğil şudur; vatan davasına, namus davasına ciddi sarılacağız! Ben sizin adınıza iyi bir evlat olmaya nasıl özen gösteriyorsam; siz de her şeyinizle evlatlarınıza doğru yolda destek olmayı, onları bu temelde yürütmeyi bileceksiniz. Öncelikle savaşımızı böyle anlayacağız. Eğer buna da “varız” diyorsanız, o zaman savaşımı doğru ele alalım, doğru çözelim, doğru sahip çıkalım! Buna gücümüz oranında her şeyimizi verelim. İnanıyorum ki düşman ne kadar saptırsa da, onun işbirlikçileri ne kadar aldatmaya çalışsa da, yine yurtseverlik adına, demokratlık adına, sosyalistlik adına sahtekarlar, aldatmacılar ne kadar çıksa da, davanın doğrulunu görür ve gereklerini yerine getiririz.
PKK Genel Sekreterliği
Ekim 1990