“Senin adın Abdullah olsun!“

0
609

Kümeste erkenci iri, kart bir horoz öttü. Şafak vakti telaş ve korkuyla nefes nefese ter içinde uyandı. Odanın içi kapkaranlıktı. Yanı başında Ömer horlayarak uyuyordu. Kafası karmakarışıktı. Garip, mistik duygular kafasına üşüşmüştü. Kalkıp yatağın üzerinde oturdu. Kutsal bir nesneye dokunur gibi şişmiş karnına dokundu.

“Bu, bir rüya değildi. Karnımdaki bebek güldü! Güldü işte, basbayağı güldü, sesi bana geldi,” dedi kendi kendine.

Ömer, hala horluyordu! Derken kurulu saat gibi Müslim’in ezan sesiyle uyandı.

“Sen uyumuyor musun,” dedi uykulu gözlerle.
“Uyku tutmadı,” dedi Üveyiş.
Ömer abdest almaya giderken Üveyiş karmaşık duygularla, kulaklarında çınlayan bebeğin sesiyle yeniden yatağa uzandı. Günlerce, işittiği bebeğinin gülüşüyle yaşadı. Gülüş, ağır bir yük gibi omuzlarına binmişti. Sıkıntılıydı. Gülüş, yeniden gelip kafasına takıldı. Kaynağı belirsiz mistik bir korkuya kapıldı. “İnşallah duyduklarım iyiye alamettir,” dedi kendi kendine. Günlerce bu karmaşık duygularla boğuşup durdu. Daha fazla sırrını saklayamadı. Yaşadığı olayı Havva’ya anlattı. Büyük bir yumurta küfesini sırtından indirmiş gibi rahatladı. Derin bir nefes aldı.
“Bu, kötüye değil, iyiye alamettir. Karnındaki bebeği çok seviyorsun. O, bu sevgiyi his ediyor, onun için gülüyor,” diye ona izahat yaptı. Devamla; “İnşallah sağlıklı, güçlü akıllı bir oğlun olacak, ama bu olaydan hiç kimseye söz etme,” diyerek Havva, sıkı sıkı tembihledi.

Üveyiş, o günden sonra daha da hassaslaşmış, sevgisi her geçen gün artmaya başlamıştı. Her sabah, etrafını bir sur gibi sarmalayan ve aşılmaz bir korku ve tedirginlikle uyanıyordu.

Garip, heyecanlı, dalgın ve iki canlıydı. Aniden kendi kendine gülümsedi. Bu gülümseme, içinde taşıdığı bir başka yüreğe gülümsemeydi. Uzun fistanın altındaki bu kıpırdama, ona inanılmaz bir heyecan veriyordu.

Evin içinde ve dışında iş yaparken dikkat ediyor, sürekli kendisini koruyordu. Taşlardan, çukurlardan uzak duruyor, kapı eşiğinde besmele çekerek dikkatli geçiyor, ağır şeyler kaldırmıyor, oturup kalkarken ani kalkışlar yapmıyordu. Aslında koruduğu kendisi değil, içinde ki gülen sesti. Tüm sorunları, geçmişi, hatta Karadağ’ı unutup dikkatini, sevgisini ve şefkatini karnındaki gülüşe veriyordu. Hamilelik heyecanını, diğer tüm duyguları ve düşüncelerini ikinci plana itiyordu.

Kendisini doğumun bütün zorluklarına hazırlıyordu. Doğum yaklaştıkça, geceleri bazen kâbuslar görüyor, kaygıyla uyanıyordu. Görünmez bir ağırlık üzerine çöküyor, altında eziliyor, terliyordu. Karnı yumuşamış ve büyümüştü. Doğum ıkınmalarını, çekeceği sancıları düşündükçe bazen kaçmak, her şeyden kaçmak istiyordu. Kaçmak, uzaklara çok uzaklara gitmek istiyordu. Fakat hemen ardından mantığı ve düşüncesi duygularını bastırıyor, sakinleşip rahatlıyordu. Kendi kendine cesaret veriyordu. Zorlu acılar, sancılar, ıkınmalar ve kan aklına geldikçe korkuları yeniden başlıyor, korkularını yeni bir gülüşün sevinci ile gideriyordu.

Derken tekrar çekeceği acı, sancı, kan ve ıkınmalar aklına düşüyordu. Duyguları kabarıyor kin ve öfkeyle, Ömer’e karşı tepki doluyor, çekeceği acıların suç ortağı olarak görüyordu.

“O, benim çekeceğim acıları, sancıları anlayamaz. Acıyı çeken benim. O, hiçbir şeyin farkında değil! Benim için işkence, acı, gözyaşı ve ölümle eş olan sancılar, Ömer için büyük bir sevinç ve zevk kaynağıdır. O, beni anlayamaz. Çocuklar hakkında ne biliyor ki? ‘Erkek çocuk,’ deyip duruyor. Başka hiçbir şey düşünmüyor. Tüm acıları ben çekiyorum. Dokuz ay, on gün karnımda taşıyorum. O, hiç bunu fark etmiyor. Neler çektiğimi bilmiyor. Karnımda onu taşıyorum, sonra sütümle yıllarca besliyorum. Temizleyip yatırıyorum. Her çilesine katlanıyorum. Ya Ömer, nerden bunu anlasın ki? O, benim çektiklerimi hissedemez ki,” diyordu kendi kendine.

Karnı kıpırdadıkça tüm öfkesi geçiyor, bir çocuk gibi uysallaşıp sakinleşiyordu.

Bazen, odanın bir köşesine büzülüp büyüyen karnına bakıyordu. Bazen uyuyamıyor, sağa sola kıvranarak sabahlıyordu. Yanı başında horlayarak yatan Ömer’e öfkeleniyordu. Artık rahat hareket edemiyor, sağa sola istediği gibi dönemiyordu.

Doğum yaklaştıkça daha da heyecanlanıyor ve duygusallaşıyordu. Farklı yiyecekler, ekşi olan şeyler yemek istiyordu. Ömer, her istediğini bulup getiriyordu. Üveyiş, gül mevsiminde, topraktaki ortanca çiçeği gibiydi. Doğum yaklaştıkça karnı iyice şişiyor, ortanca çiçeği gibi kendi kendini tehdit eder hale geliyordu.

Ortanca, topraktan beslendikçe dallarına öz su aktıkça, çiçekleri ağırlaşıyor, dalları ağır yükü taşıyamaz hale geliyordu. Üveyiş, doğum yaklaştıkça, karnı büyüdükçe, ortanca gibi karnındakini taşımakta zorlanıyor, gezip dolaşamıyor, eve kapanıyordu. Öyle ki ortanca; az beslense dalları sertleşip çiçeklerini taşıyabilecekti; ama bu defa, çiçekleri gelişmeleri gerektiği kadar gelişemeyecek, cılız zayıf kalacaktı. Çok beslense çiçekleri iyice gelişecek, ama bu defa dalları onların ağırlıklarını taşıyamayacak, kırılma tehlikesiyle karşı kaşıya gelecekti. İşte Üveyiş de ortanca çiçeği gibi doğum yaklaştıkça kendi kendini tehdit eder hale geliyordu.

Düz parlak kumaşlardan küçük bir yorgan, döşek ve yastık yapmış, kundak için özel bezler hazırlamış, Ömer’e marangozda beşik yaptırmıştı. Üveyiş, nazar değmesin diye beşiğin başucuna, çerçide satın aldığı iri, mavi bir boncuk takmış, sevinçle doğacak çocuğu bekliyordu.

O yıl Firavun ve Nemrut’un kıtlık kıranına karşı İbrahim ve Yusuf bolluğu vardı. Herkesin dilinde “bereketli yıl” sözü dönüp dolaşıyordu.

Yağmur yağdıkça güneş toprağı ısıttıkça, doğa güzelleşiyordu. Ekinler büyüyor, otlar görülmedik şekilde boy atıyor, tekmil hayvanlar bolluğa kavuşuyordu. Bitkinin, bin bir çeşidi yeniden yeşeriyordu. “Nesli tükendi,” denilen ve yıllarca görülmeyen çiçekler bile boy gösteriyordu. Tarlalar, tepeler, en kıraç kayalık yerler, zümrüt yeşili bir renge bürünüyordu.

Tüm vadilerde sular akıyordu. Kurumuş, adı bile unutulmuş, pınarlar yıllardan sonra ilk kez yeniden patlayıp akıyor, yer altından yeryüzüne sular fışkırıyor, tüm dereler su dolup taşıyordu. Her dere, bir başka dereyle buluşuyor, daha büyük dereler oluşuyordu.

Dara Qut ve çevresi, Qiracê Hemê ile Qiracê Seydika yeşillenmiş, yağmurun, baharın ve bereketin rengini yansıtıyordu. Sular, sularla buluşarak Ferat’a doğru yol alıyordu. Ferat o yıl heybetli, hırçın, hep sarı ve deli dolu akıyordu. Gürültüsünden kimse yanında duramıyordu.

Bulutlar, gökte kat kat olmuş, gök boşluğunda yüzen birer koca karnabaharı andırıyordu. Bulutlar arasında derin, mavi gök boşluğu, deniz gibi masmavi gözüküyor, mavi boşlukta gün ışınları yeryüzüne ulaşıyordu. Bulutlar, arasından geçen ışık huzmeleri ilginç renkler oluşturuyordu. Üst kısımları, yan yana gelmiş sıra dağlar gibi duruyor, uçları dağ zirveleri gibi yükseliyordu. İçinde derin ovalar, akarsular vardı. Yeryüzünün tüm şekilleri gökyüzünde oluşmuş, bir kısmı kule gibi yükselmiş, kulelerin arasında derin boşluklar meydana gelmişti.

Bir örs gibi gözüküyordu bir bulutun ucu! Örsün ucu Amara’ya doğru uzanıyordu. Rüzgâr, yağmur kokusunu, Karadağ’dan alıp Amara’ya taşıyordu.

Tüm ağaçlar, bağlar yeşilin bin bir tonunu yansıtıyordu. Badem çağlaları böyle taze, böyle büyüklükte hiç görülmemişti. Bağ teyekleri iri yapraklar açmıştı.

Bahar yağmurları durmuyor, Amara sokakları sürekli ıslak ve çamurluydu. Evlerin önünde, tarla yollarında, harman yerinde yüzlerce su birikintisi oluşmuş, gökyüzünün sonsuz derinliğinden gelen yağmur kokusu, su birikintilerine siniyordu.

Badem ağaçları, dardağanlar, güller, şilanlar, asmalar, tüm ağaçlar yağmura doymuştu! Yapraklar, gökyüzünden inen parlak, ışıltılı yağmur damlalarına ev sahipliği yapıyordu. Güneş çıktığında, yağmur zerrecikleri yeşil yapraklar üzerinde zümrüt yeşilli ışıldıyordu. Toprak, durmadan yağmuru yutuyor, doymak nedir bilmiyordu. İnsanlar, yağmur yağarken sığınacak yer arıyor, gökyüzünün ışıltılı parlak inci taneleri, durmadan toprağı dövüyordu.

Karadağ’ın üzerinde sürekli, saf, parlak, beyaz, canlı ve hareketli bulutlar kaynıyordu. Kar beyaz bulutlar, kat kat olmuş dağlar gibi yükseliyor, gökyüzünde bembeyaz saf bulutlar oluşuyordu.

O akşam, ak bulutlar yerini kara kapkara bulutlara bırakırken rüzgâr kuzeybatıdan yavaş yavaş uğuldamaya başladı. Sonra birdenbire şiddetlendi. Şiddetini artıran rüzgâr durmadan uğulduyordu. Karadağ’dan gelen yağmur şiddetlendi. Şiddetlenen ve fırtınaya dönüşen rüzgâr ile birlikte ağaçlar dans etmeyi bırakıp savaşa tutuşuyordu. Dalların sesi yeri göğü inletiyor, bazı ağaçların dalları, kökünden sarsılıyor, kırılıyor, sökülüyor ve rüzgâra yeniliyorlardı.

Karanlık, kara kapkara bir örtü gibi kapladı Amara’nın göklerini. Fırtına gittikçe şiddetini artıyordu. Soğuk rüzgâr, evlerin kapısını insanın suratına çarpıyor, ne bulursa alıp götürüyordu. Çoban Alîkan, tarlalarda çalışan kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve gençler kendilerini zor bela evlerin eşiğinden içeri attılar. Gece, kapkara bir örtü gibi indi Amara’nın üstüne. Rüzgâr ve fırtına yağmura dönüştü. Yaygın, sonsuz gök kubbe delinmiş, sular yeryüzüne boşanıyordu.

Bulutlar, gürleyerek kızıl alevler saçıyordu. Amara köylüleri, gök gürlemesi, fırtına, yağmur, yeri ve göğü aydınlatan şimşekler arasında evlerine çekilmiş, korkuyla olup bitenleri izliyordu. Şimşekler, Amara’yı öyle aydınlatıyordu ki, ta uzaklardan evler, evlerin arasındaki küçük nesneler bile seçiliyordu.Bütün dereler, vadilerde heybetli akan birer coşkun ırmağa dönüşmüş, su sesi Amara’ya kadar geliyordu.

3 Nisan 1949!
Uzun, upuzun, trajik bir destan kadar uzun bir geceydi! Sancılar içinde kıvranıyordu. Daha önce dört doğum yapmış

bu kadar acı çekmemişti. Yanı başında doğumu yaptıracak, “Pîrikê Emine” diye hitap ettikleri, yaşlı tecrübeli, bilge, doğum ebesi, yaşlı kadın, onu yatıştırmaya, sakinleştirmeye çalışıyordu. Sancılar aralıklarla gelip geçiyordu. Her sancı geldiğinde yaşlı kadın, onu evin içinde yürütüyor, yürüdükçe sancıyı daha az hissediyordu.

Evin duvarları üstüne uzunlamasına, boydan boya ikiye bölen, “mağ,” denilen uzun ve kalın bir kütük yerleştirilmişti. Kütük ile duvar üstüne enlemesine, yan yana düzgün, sağlam kavak

ağacından direkler dizilmişti. Kavak direklerinin üstüne de söğüt dalları sık bir şekilde dizilmişti. Söğüt dallarının üzerine; “pelax” denilen uzun, kuru bir ot, yerleştirilmişti. Otun üzerine toprak atıp iyice sıkıştırılmıştı. Uzun ve kalın kütüğün altına, “stûn” denilen sağlam bir kütük-direk yerleştirilmişti. Toprak çatının tüm ağırlığını bu “stûn” denilen kütük kolon çekiyordu.

Emine, bu stûna bir şerit bağlamıştı. Üveyiş, çok sancı çektiğinde, yere çömelerek şeridi tutup çekiyor, güç alarak sancısını hafifletmeye çalışıyordu.

Üveyiş, sancılar içinde kıvranıp duruyor, korkuları sancısını bastırıyordu. İki de bir elini karanına atarak bebeğinin yaşadığına emin olmak istiyordu. Her elini karnına attığında, bebeğin hareket ettiğini fark edince, içten içe seviniyor, sevinci tüm sancılarını ve acılarını bastırıyordu. Bir tek anda, bir tek zaman akışında korku, sevinç ve acıyı birlikte yaşıyordu. Sancıları gittikçe artmaya ve sık tekrarlamaya başlıyordu.

Yaşama sevinci!
Kaybetme korkusu!
Bıçak keskinliğinde sancı ve acılar!
Gece, fırtına, yağmur ve Ömer’in gözleri! Ömer’in gözleri

gece boyunca Üveyiş’in gözleri içinde gezinip duruyordu. İçinde bildiği tüm duaları okuyor, durmadan besmele çekiyordu.

Avludaki erkenci, ilk mevsim güllerinin mest edici kokusu, üç günden beri devam eden fırtına, yağmur ve rüzgâra karışıyordu.

Ömer, bir erkek evlat düşlüyordu!

Üveyiş’in sancıları tuttuğundan beri Ömer, heyecandan yerinde duramıyor, ayakta geziniyordu. Üveyiş’ten daha çok o sancılar çekiyordu. Tüm zamanlar, kör düğüm olmuş, gelip düşlerine kilitlenmişti. Yatmadan, uyumadan gözleri, Üveyiş’in gözleri içinde sabırsızlıkla bekliyordu.

İki odalı evin içi, düşlerle dolmuştu. Duvarda ayna. Aynada anılar ırmağı dönüp dolaşıyor, Allah’tan bir oğul diliyor, dileğini dualarla fısıldıyor, durmadan besmele çekiyordu.

Uzandığı yataktan acılar içinde kıvranıyor, her elini karnına attığında bebeğin kıpırdadığını fark edince, sevinçten bağırıp çığlık atıyordu. Bedeni, sancı ve acıdan kıvranıyordu. Korku, sevinç ve acıyı bastırıyordu. Bebeğin hareketlerini fark edince seviniyor, sevinci korku, ağrı, acı ve sancıyı bastırıyordu.

Kaybetme korkusu!
Bebeğinin yaşadığına inanma sevinci!
Bedenini kasıp kavuran sancı ve acı!
Bebeğini kaybetme korkusu, onu halden hale, renkten renge

sokuyordu. Her an, her saniye bebeğinin sapasağlam yaşadığına emin olmak istiyordu. Karnındaki bebeğin hareketleri, ayaklarıyla karnını tekmelemesi, sevincini artırıyordu. İki gözlü evin içi heyecanlı bir bekleyiş ve sevinç doluyordu.

Başında yaşlı bilge kadın, Üveyiş; tarifi zor sancılar içinde zamana direniyordu.

Ömer, dışarıda evin önünde soğukta aç, susuz heyecanda deli gibi geziniyordu. Ne soğuk ne açlık ne de susuzluk hissediyordu.

Bir tek gözleri, Üveyiş’in gözlerinde dolanıyordu.

Yerde, yedi rengi solmuş, eski nakışlı bir kilim, yanı başımda Pîrikê Emine, Pîrikê Fatme ile annesi Havva duruyordu. Hepsi sessiz sedasız onun başında bekliyordu. O, sancılar içinde kıvranıp onlara bakıyordu. Beşincisi, kız mı oğlan mı diye merak ediyor, sonra; “ne fark eder, hepsi evlat değil mi,” diyordu kendi kendine.

Yaşlı, bilge kadın, doğum yaptırmaya hazırlanıyordu. Pîrikê Fatme ona, yardım ediyordu. Hawa, kızının yanı başında bekliyordu.

Amara’da çocuk doğumlarında ebelik yapan, yaşlı, tecrübeli bilge kadınlar vardı. Tümüne “doğum ebesi,” anlamında “Pîrik” deniliyordu. Her birinin ayrı ayrı adı vardı. Pîrikê Emine, Xemkê Kadın, Ayşe Nine, Pîrikê Fatme, Ayn Teyze! Köyde doğan tüm çocuklara bunlar ebelik yapmıştı.

Pîrikê Emine; yüzü ışıltılı, hala diri ve güçlüydü. Tecrübeli, deneyimli bir doğum ebesiydi. Gelenek, ana tanrıçalık kültüründen beri sürüp geliyordu. Öğrenilen bilgi ve tecrübeler kuşaktan kuşağa aktarılarak devam ediyordu.

Dışarıda, insanı çıldırtan fırtına sürüp gidiyordu. Pîrikê Emine; “Korkuyorum, bu gece çok zorlu bir doğum olacak! Ömrümde, böyle sancılı bir doğum daha görmedim. Ya bu fırtına! Ya bu gök gürültüsü! Ya bu sağanak yağmur da neyin nesi? Allah’ım, bu çocuk neye işarettir,” diye düşünüyordu.

Kara kapkara, deliksiz, ışık sızdırmayan bir geceydi! Ömer, gecenin içinde bir tek saniye gözünü kırpmadan dolaşıyor, hayaller kuruyordu. Gök gürlüyor, yağmur yağıyor, şimşekler çakıyor, ağaçlar kökünden kopacak gibi büyük bir hışırtıyla sallanıyordu.

Ömer, inanarak, isteyerek umutla dualar ediyordu. Söylediği her duanın ardından gök gürlüyor, şimşekler çakıyordu. Olup bitenlerden ürküyor, durmadan besmele çekerek daha çok dua okuyordu.

Çakan şimşeğe, yağan yağmura, uğuldayan rüzgâra, gürleyen buluta göre Ömer’in hayalleri, ruh hali değişiyor, yerinde duramıyordu. Kafasında bütün çelişkiler, zıtlıklar birlikte var oluyor ve bir cana dönüşüyor, bir erkek evlat diliyordu.

Tek başına fırtına ve sağanak yağmura karşı öylece duruyordu. Evin önünde büyük bir sessizlik ve yüz yıllık bir yalnızlık gibi

duruyordu. Yatmadan, yemeden, içmeden, bekliyordu. Dönüp dolaşarak hep Üveyiş’i izliyordu.

Ömer, Üveyiş ile bütünleşmiş sancılar çekiyordu. Kaos sürüp gidiyordu. Bir bulut, bir buluta saldırıyor, bulutlar kat kat olmuş, üst üste devriliyordu. Ağaçlar, fırtınaya direniyordu. İri, sayısız yağmur damlaları, gecenin içinden yere düşüyordu. Yerde, sular birikmiş akıyordu. Düşen yağmur damlaları, yerdeki sulara değdikçe kazanda kaynayan su gibi kabarcıklar oluşuyor, sağanak yağmur dur durak bilmiyordu. Şiddetli, iri yağmur damlaları, yerde yüzlerce küçük gölet oluşturuyordu. Göletlere düşen, sayısız iri yağmur damlaları, sayısız su kabarcığı oluşturuyordu. Su kabarcıkları, kaynayan su gibi fokurduyordu.

Gök gürlüyor, şimşekler çakıyordu. Amara; aydınlık, apaydınlık ışıklar içinde kalıyordu. Evler, evlerin içi, evlerin üstü aydınlanıyor, avlular, avluların içindeki dut ağaçları, tomurcuklanmış güller apaydınlık seçiliyordu.

Kapının önünde durmadan geziyordu. Şimşekler çakıyor, Ömer, apaydınlık ışıklar içinde kalıyordu.

Sancılar içinde ölüme direniyordu. Melül gaz lambasının ışığında, badanasız, toprak sıvalı duvarlara bakıyordu. Sancıları iyice artınca, Pîrikê Emine onu yatağa yatırarak; “artık sancıları yatakta çekmen gerekir,” dedi.

Sancı ve acılara aldırmadan, tüm dikkatini karnındaki bebeğin hareketlerine vermişti. Yüreği, beyni, ruhu, düşü, düşüncesi ve fiziği bebeğin hareketlerine odaklanmıştı. Bebeğin her hareketi, onun korku ve sancılarını azaltıyor, sevincini artırıyordu. Bebeğin bir anlık hareketsizliği, kaybetme korkusunu yeniden artırıyordu. Kasıkları ve belden aşağısı sancı ve ağrılar içindeydi. Müthiş bir acı his ediyordu. Acıdan iki büklüm oluyor, bağırıyordu. Alnında boncuk boncuk terler oluşuyordu.

Pirkê Emine, acılarını ona unutturmak için durmadan bir şeyler anlatıyor, bebeğinin sağlam ve güzel olacağından söz ediyor, konuşma ile oyalamaya çalışıyordu.

Sancı ve acılarını bastırmak için ellerini sıkıyor, tüm bedeni kasılıyordu. Dişlerini sıkıyor, acıyla çığlık atıyordu. Yüzünde terler oluşuyordu. Belden aşağısı kopacakmış gibi hissediyordu. Kasıklarının sancısı, tüm bedenini acılara boğuyordu.

Ateş ve ocak kutsaldı! Ocağı sönenin soyu sopu biter, soyu da kupkuru bir kavak ağacına dönüşürdü. Ateş ısıtıcı, aydınlatıcı ve yakıcıydı. Yakıp kül ediyordu.

Yağmur, şimşek, ateş ve aydınlık! Ömer, ateş üstünde kaygılı ve telaşlı bekliyordu. Toprak, yağmur kokuyor, Üveyiş bebeğini kucaklamak için sabırsızlanıyordu. Bilge kadın Pîrikê Emine, Pîrikê Fatme ile Havva kafa kafaya vermiş çare arıyordu.

Kulakları sağır eden her gök gürlemesi tüm köyü sarsıyor, şimşek karanlığı yarıyor ve bir top ateş gibi havada dönüp dolaşıyordu. Amara’nın tüm evleri sarsılıyor ve gün gibi aydınlanıyor, bu gürültünün ardından yeni bir gürültü patlıyordu. Yer altındaki deprem gürültüsünü andırıyordu. Sonra eskisinden daha uzun, daha parlak kızıl bir ışık tüm Amara’yı aydınlığa boğuyor, karşı yamaçlar aydınlanıyor, bağlardaki ağaçlar, ağaçların dalları bile seçiliyordu.

Işık, dönüp dolaşıp yüzünü aydınlatıyor Ömer, durmadan besmele çekiyordu. Işık pencereden içeriye düşüyor, Üveyiş’in yüzü aydınlanıyor, bilge yaşlı kadın ile Havva salâvat getirip; “Allah’ım, bizi kötü ruhlardan koru. Bu çocuk, neye işaret ediyor,” diyordu.

Gökyüzü ve yeryüzü zifiri karanlık, dolunay, kara bulutların ardına gizlenmişti! Gök delinmişçesine yağmur yağıyordu.

Karanlıktan ve yağmurdan, tüm patikalar silinip nesneler kayboluyordu.

Üç kadın, Üveyiş’in başında dolanıp duruyor, dışarıda gök gürlüyor, şimşekler çakıyordu. Ağaçlar, evler kayalar sallanıyor, yerler gündüz gibi aydınlanıyordu. Yaşlı kadın telaşlı ve üzgün; “Ben ömrümde böyle bir doğum, böyle bir fırtına görmedim. Kıyamet kopacak, kıyamet! Taş üstünde taş kalmayacak. Evler, köyler, kentler yıkılacak! İnsanlar helak olup gidecek. Allah’ım sen bizi koru! Ben ömrümde böyle bir doğum, böyle bir fırtına görmedim. Bu çocuk neye delalet ediyor,” diyordu kendi kendine.

Kadının gözleri ıslak, dışarıda yağmur, toprak ıpıslaktı! Toprak ıslak, elleri öpülesi yaşlı, bilge kadının gözleri ıpıslaktı! Tüm marifetlerini sergiliyordu. Havva, annelik içgüdüsüyle durmadan besmele çekiyor, inandığı tüm şeyler adına dualar okuyordu. İsa, Musa, Muhammed aşkına yalvarıp yakarıyordu. “Ne olur, büyük Allah’ım kızımı bu defa da koru,” diye dua ediyordu.

Gece uzun, çok uzun sürdü. Upuzun sürdü! Maceralı bir yolculuk gibi heyecanlı, telaşlı ve korku içinde sürdü.

Her elini karnına götürdüğünde bebeğin hareket ettiğini görünce yeniden seviniyor, kaybetme korkusu yitip gidiyordu. Beyni, yüreği, ruhu, düşüncesi ve fiziği bebeğin hareketlerine kilitlenmiş, bebek dışında hiçbir şey düşünemiyordu.

Yaşlı kadın onu yumuşak, güzel sözlerle yatıştırmaya ve rahatlatmaya çalışıyordu. Havva durmadan moral veriyordu.

Sancılar içinde kıvranıyor, bu sancının bitmeyeceği, sonsuza dek devam edeceği hissine, belinin kopacağı, bebeğine zarar geleceği korkusuna kapılıyordu. Kaybetme korkusuyla sancılar içinde çığlıklar atıyor, kıvranıyordu. Alnında ter damlacıkları birikip aşağıya süzülüyordu.

Doğum anı yaklaştıkça, düzensiz olan ağrılar süreklileşip artıyordu. “Belim! Belim! Belime çift ağızlı hançer saplanmış, bu hançer bebeğime zarar verecek,” diye bağırıyordu.

Sancıları uzun, çok uzun sürdü. Ağrıları çok daha uzun sürdü. Gökten düşen bir kar tanesinin yolculuğu kadar uzun sürdü. Çöl içinde akan bir ırmağın okyanusa ulaşması kadar uzun, upuzun sürdü.

“Kızım Üveyiş; korkma! Korkma kızım korkma! Her şey çok güzel olacak. Bu çocuk dünyaya bereket getirecek,” dedi Havva.

“Korkma kızım korkma, yağmur rahmettir, Allah’ın rahmetidir, rahmet yaşamdır! Şimşekler aydınlıktır! Gök gürlemesi korkutucu sessizliği bozmadır,” dedi, doğum ebesi kadın.

Yaşam var olmaydı. Yağmur yağdıkça yaşam kaynağı sular çoğalıyor, pınarlardan su fışkırıyor, dereler, ırmaklar gürül gürül akıyordu.

“Korkma kızım, her şey çok güzel olacak. Yağmur berekettir,” diye tekrarladı Havva.

Yağmur yağdıkça ekinler yeşeriyor, bol ürün veriyor, hayvanlar ota doyuyor, bolluk bereket geliyordu.

“Korkma kızım Üveyiş yağmur arınmadır, büyük temizliktir! Yağmur, doğanın yıkanması ve temizlenmesidir. Doğanın da biz insanlar gibi yıkanmaya temizlenmeye ihtiyacı var,” dedi kadın.

Üç günden beri yağmur yağdıkça ağaçlar, taşlar, çiçekler, toprak, tüm canlılar yıkanıyor ve temizleniyordu.

“Bu bebek, çok hayırlı bir evlat olacak, bolluk bereket getirecek,” dedi yardımcı ebe kadın.

Temizlenen doğa ve toprak, temizlenen insanın ruhu, yüreği ve beyniydi.

“Korkma kızım yağmur gökkuşağıdır, gökkuşağı; renklerin uzlaşması, buluşması ve barışmasıdır. Bu çocuk barışa, iyiliğe, berekete delalettir,” dedi Havva.

“Gökkuşağı güzellik ve dileklerin yerine gelmesidir,” dedi kadın.

Gümüş renkli, billur başlı, iri, parlak, kristal yağmur damlaları, toprağın bereketi ve apaydınlık bir gelecekti!

Yağmur suydu! Su kutsaldı. Kutsallık; ibadet ve ayindi. Ayin; gelenek ve töreydi. Su doğanın ibadeti ve insanla doğanın bütünleşmesiydi.

“Korkma, yağmur güzelliktir kızım, güzel bir bebeğin olacak,” dedi Havva.

Yağmurun olduğu her yerde, zümrüt yeşilli güzellikler boy veriyordu. Doğa canlanıyor, börtü-böcek harekete geçiyor, bereket çoğalıyordu.

“Korkma kızım, yağmur ve toprak kokusu insanın kendi kokusudur,” dedi yaşlı kadın.

Yağmur ve gökkuşağı kokusu!
Yağmur ve bereket kokusu!
Yağmur ve temizlik kokusu!
Yağmur ve çiçek kokusu!
Yağmur ve güller kokusu!
Yağmur ve doğum kokusu!
“Ben çok doğumlar gördüm. Her doğum sancılı bir sevinçtir.

Dayan kızım, her doğum sancısının arkası aydınlık bir sevinçtir,” dedi Havva.

“Yağmur sevinçtir kızım, Doğma, var olma ve yaşama sevincidir! Dayan güzel kızım dayan.” dedi yardımcı kadın.

Ömer, gece boyunca uyumadı, oturmadı, yemedi ve içmedi. Kapının önünde, elleri arkasında, kırk yıllık bir mahkûm gibi sürekli dolaşıp durdu. Dolaşırken binlerce hayal kurdu. Her hayâlın ardından dualar okudu, besmele çekti.

“Allah dualarımı kabul edip bir oğul bana nasip ederse besili, sarı danayı yarın kesip kurban edeceğim. Allah, dualarımı kabul edip bir oğul bana nasip ederse babam Abdullah’ın adını koyacağım ki Allah’a sadık, dürüst, cesur, yiğit ve egîd bir kul olsun! Adını; Abdullah koyacağım,” dedi kendi kendine.

Ömer, gece boyunca çift ağızlı, keskin bir bıçağın sırtındaymış gibi evin önünde gezip durdu. İçinde korku, telaş ve umut geceye karıştı. Yağmur, gök gürültüsü ve şimşek fırtınaya karıştı. Ağzında kızıl alevler saçan bulutlar gürledi. Amara’yı güneş gibi aydınlatan şimşekler, gece boyunca ateşten keskin bir kılıç gibi karanlığı yarıp durdu.

Ömer’in içindeki umut, gece boyunca büyüdü büyüdü, karanlığı yaran kılıç gibi keskin şimşeklerle birleşip şafakla birlikte tohuma durdu. Ömer’in gözleri, karanlıkta bir çift ışık seli oldu! Güller mevsimi, ağaçlar bahara durmuş, doğa sancılar içinde, Üveyiş’in sancılarına eşlik etti.

Üç gün üç gece fırtına sürüp gitti.
Üç gün üç gece sağanak yağmur durmadı.
Üç gün üç gece şimşekler, ateşten bir kılıç gibi karanlığı yardı. Üç gün üç gece depremi andıran gök gürültüsü eksik olmadı. Üç gün üç gece sancıları artarak sürdü. Sancı ve ağrı kara kaplı, çift ağızlı bir hançer gibi durmadan beline saplandı. Gece boyunca, “belime hançer saplanıyor,” diye feryat edip durdu.

Yaşlı tecrübeli kadın, sürekli karnındaki bebeğin sağlıklı ilerleyip ilerlemediğini kontrol etti. Korkularını yenmesini, doğuma kilitlenmesini sağladı.

Her sancıları arttığında; “Haydi, güzel kızım ıkın! Ikın, durma ıkın,” diyerek ona güç verdi.

O, tüm gücünü toplayarak nefesini tutup kaslarını sıkıyordu. Her sancı geldiğinde, ıkınmaya başlıyor ve doğumu kolaylaştırıyordu. Sancı bir deniz dalgası gibi vurup geçiyordu. Dalganın ardından derin bir nefes alıp gücünü yeniden toplamaya, yeni sancı dalgasına karşı hazırlık yapıyordu.

Doğum, tam gerçekleşeceği zaman ebe kadının telkinleriyle, tüm gücünü toplayarak kaslarını gererek ıkınmaya başladı. Bu ıkınma, bebek açısından ölümle kalım çizgisiydi. Güçlü ıkınma bebeğin, yaşama şansını yükseltiyordu. Ikınmanın olmaması bebeğin doğum kanalında daha fazla kalması anlamına geliyordu. Bu da bebeğin yaşamını tehlikeye sokuyordu. Üveyiş; derin, çok derin bir nefes aldı. Tüm gücünü topladı. Kaslarını gererek nefesini tutmaya hiç kesmeden ıkınmaya başladı.

Sancıdan iki büklüm olmuştu. Bağırıp çağırmak istiyordu. Ama bebeğini düşündükçe gücünü böyle tüketmek istemiyordu. Bağırıp çağırması ıkınmayı engellemesi demekti. Bu da bebeğin hayatını tehlikeye sokmak demekti. Bebeğin selameti için tüm gücünü ıkınmaya veriyordu. Her ıkındıkça tuvalete sıkıştığını sanıyordu. Tuvalete gitmiyordu. Bu, ıkınmanın yarattığı bir yanılsamaydı.

Pirkê Emine; “Kızım Üveyiş, hançer yok, biraz sabır et, biraz dayan, tüm acıların dinecek… Allah, sana nur topu gibi bir çocuk verecek, güzel bir bebeğin olacak, az kaldı, bebeğini kucağına alacaksın,” diyordu.

Yaşama sevinci! Kaybetme korkusu! Bıçak keskinliğinde ağrı, acı ve sancılar! Ağrı beline bir hançer gibi saplanıyordu. Sonra acılar, kasılmalar yavaş yavaş şiddetini kaybetmeye başlıyordu. Acıların şiddeti azaldıkça bebeğin hareketlerini hissettikçe tüm bedeni yeniden sevinç kesiliyordu.

Üveyiş saatlerdir sancılar içinde kıvranıyordu. Dışarıdaki fırtınanın bir benzerini yaşıyordu. Doğanın bir devamı gibiydi. Dışarıda doğa bir kaos halini yaşıyordu. Sancılar içinde fırtınayla baharı doğuruyordu. O, dışarıdaki fırtınadan daha şiddetli bir fırtınayı yaşıyordu.

Dışarıda gök gürlüyor, şimşekler çakıyor, kızıl alevler fışkırıyordu. Üveyiş’in bedenindeki fırtına, tüm vücudunu alt üst ediyordu. Her sancı dalgası geldiğinde, sanki yüzlerce bıçak darbesi aynı anda beline ve kasıklarına saplanıyordu. Bıçaklar saplanırken acıdan gözlerinden kızıl alevler fışkırıyordu. Bir can bir candan ayrılırken acılar artıyordu.

Bazen kendini tutamayarak cılız çığlıklar atıyor, ebe kadının uyarılarıyla çığlığı kesip ıkınma hazırlığı yapıyordu. Artık doğum iyice yaklaştı. Sancı ve ağrılar da doruğa çıktı. Üveyiş, bağırmamak için tırnaklarını yattığı yatağa geçirmiş adeta parçalayacaktı.

“Haydi, kızım az kaldı, tüm gücünü topla. Topla da ıkın. Bebeğini düşün ve ıkın,” diyerek telkin ediyor ve parmaklarıyla karnına masaj yapıyordu kadın.

Derken acı ve sancı karşısında gücü tükendi, enerjisi bitti. Bir anda kavgayı kaybetmiş gibi her şeyden vazgeçip kendini bıraktı. Bıraktı ve dipsiz, karanlık uçurumdan boşluğa yuvarlandı. Bir anda, her şey durdu. Ela gözleri kocaman olmuş, anlamsız, manasız acılar içinde badanasız, toprak sıvalı duvarlara, melül gaz lambasının ışığına bakıyordu. Güçsüz ve takatsiz kalmıştı. Kıpırdayacak bir katre gücü kalmamıştı. Uzandığı yatakta hareketsiz ve kıpırtısız ölü gibi yatıyordu. Havva panikledi. “Kızım öldü, kızım öldü,” diye gözyaşı döküyordu. Saatlerdir çektiği sancı, ağrı ve acıdan ter içinde kalmış, yüzü acıyla gerilmiş, yatağı sırılsıklam olmuştu. Günlerdir su içmemiş gibi dudakları beyazlamış, kurumuş ve çatlamıştı.

Pîrikê Emine, iyice ürktü, ama yine de sakin ve dikkatli davranıyordu. Yılların tecrübe ve deneyimiyle telaşa kapılmaması gerektiğini çok iyi biliyordu. Bebeğin doğum kanalından kurtulması için son güçlü bir ıkınma hamlesi gerekiyordu. Tüm gücünü tüketmiş, kendini bırakmış hareketsiz ve mecalsiz sırılsıklam olmuş yatıyordu. Artık sancı yoktu, ama bebeğin doğum kanalından kurtulması için son bir ıkınma hamlesi gerekiyordu! Bunu yapacak tüm gücünü tüketmişti.

“Haydi, tüm gücünü topla, son bir kez, son bir defa güçlü ıkın! Bebeğini düşün, bebeğin sapasağlam. Bebeğin için son bir kez ıkın,” diyerek parmak uçlarıyla yavaş yavaş karnına masaj yapıp güç veriyordu.

Dışarda, fırtına devam ediyor, zirveyi yaşıyordu. Gök gürlüyor, Karadağ üzerinde çakan şimşekler kızıl alevler fışkırıyor, Amara ışıklar içinde kalıyordu. Artık yapabileceği hiçbir şey yoktu. Ölüm kalım anıydı. Bu doğum diğerleri gibi değildi. Onun, bütün gücünü alıp götürmüştü. Yatağında ölü gibi yatıyordu. Hareketsiz, sırılsıklam yatıyordu. Her şeyden vazgeçmiş, parmağını bile hareket edecek durumda değildi. Hawa, hıçkırarak ağlıyor, gözyaşı döküyordu.

“Kızım, son bir kez ıkın, bebeğini düşün, bebeğini kucağına alacaksın. Haydi, son bir kez gücünü topla ve güçlü ıkın. Son bir kez ıkın, bebeğin kurtulacak,” dedi Pîrikê Emine.

“Bebeğin kurtulacak” sözü, gidip kızgın bir iğne gibi yüreğine ve beynine saplandı. Titredi, rüyadan uyanır gibi yeniden bütün bedeni harekete geçti. Ruhu, yüreği, beyni ve düşleri beden ile birleşip düştüğü dipsiz karanlık uçurumda boşlukta sallanan bir ağaç dalına tutundu. Derin bir rüyada uyanır gibi telaşla, tutuğu dala daha sıkı tutunmaya başladı. Kılcal damarlarına dek bütün gücünü birleştirip harekete geçirdi. Can simidi gibi; “bebeğin kurtulacak,” sözüne sarılıp her şeyden vazgeçtiği bir anda, yeniden toparlandı. Tüm gücünü toplayarak derin, çok derin bir nefes aldı. Kaslarını gerdi, soluğunu tuttu. Bu kaos ve fırtınanın zirvesiydi. Bir canın bir candan kopma anıydı. Çektiği acı ve sancılardan dolayı kendinden vazgeçmiş ama bebeğinden vazgeçememiş, bu zorlu savaşı kazanmak için çabalıyordu. Son bir kez kaslarını gerdi, nefesini tutu, bütün gücünü ve son enerjisinin son zerresini toplayarak ıkındı. Var gücüyle kaslarını gerdi ve ıkındı. Bebeğini düşünerek ıkındı. Derin bir nefes alarak var gücüyle ıkındı! Şafakla birlikte âdeta bedenini parçalayan son ıkınmayla tüm acılardan birdenbire kurtuldu.

4 Nisan 1949!
Doğu ufku ağarmaya ve kaos çözülmeye başladı.
Doğanın öfkesi dindi. Uslu bir çocuk gibi sakinleşti. Fırtına hırsını almış, öfkesini saçmış, rahatlamıştı. Üç günlük öfkeli halinden hiç bir iz kalmamıştı. Kara kapkara bulutlar parçalanmaya, dağılmaya başladı. Şafağın kızıllığında mavi gökyüzü yeniden gözüktü. Karanlık pılı pırtısını topladı, Amara’yı terk etti. Şimşekler, yüreklerindeki bütün kızıl ateşi, üç gün üç gece boyunca karanlığa fırlatmış ve tüketmişti. Karanlık şimşeklerin fırlattığı yalımlarla yanıp kül olmuş, yenilgiyi kabullenerek çekip gitmişti. Üveyiş, bu son şiddetli kasılma ve ıkınmanın ardından aniden büyük bir boşluk hissetti. Kocaman bir boşluk! Sırtında taşıdığı yükü bırakmanın yarattığı hafifleme ve boşluk! Bu, iki ucunda şiddetle çekilen bir zincir halkasının kopma anıydı. Tüm acılar, ağrılar ve sancılar, bıçakla keser gibi bir anda bitti. İçinde kocaman bir boşluk hissi oluştu. Tüm acıları, bir anda yok olup gitti, gözleri fal taşı gibi açıldı. Terlemesi durdu, büyük bir yükü sırtından atmış gibi hafifledi. İki gözlü damın içinde kar, boran ve tipiden kurtulmuş gibi rahatladı. Tüm bedeni gevşedi. Fırtınadan sonra limana sığınan bir gemi gibiydi. Sular durulmuş, deniz mavi bir çarşaf gibi hareketsiz ve kıpırtısızdı.Sanki bütün o acıları çeken kendisi değilmiş gibi rahatlamış, bu kısacık anda, sancı ve acı çektiğini bile unutmuş; “bu Allah’ın bir mucizesidir,” dedi kendi kendine.

Bir bebek çığlığı düştü doğunun ağaran yüzüne!
Üveyiş heyecanlandı.
Ömer’in tüyleri ürperdi.
Doğum bir değişim, dönüşüm, var olma hali, Üveyiş’in büyüyüp şişen karnından yeni bir topluluğa, yeni bir yaşama geçişti. Dokuz ay, on gün süren ana rahmindeki sürecin sonlanmasıydı. İsa, Musa ve Muhammed gibi yeni toplulukla birlikte yola çıkıp yeryüzünün sarsılması için daha yıllarca beklemesi gerekiyordu.

Sanki Kürt ülkesindeki tarihi, trajik bir çığlığı yeryüzüne duyurmak için dünyaya gelmişti. O, artık Mezopotamya’nın oğlu idi. Şimdilik yalnız, yoksul ve güçsüzdü, ama her şey zamana bağlıydı. Tarihte bütün başlangıçlar böyle çelimsiz, zayıf, yalnız ve bir başına başlamıştı.

Şimdi sanki görünmez bir ses, ona; “senin görevin, kadim haksızlıklara karşı çıkmak, zalimlere boyun eğdirmek, dogmaları sarsmak, dünyayı alt üst etmektir,” diyordu.

Doğu göğünde güneş usul usul yükseldi, Amara aydınlandı, sıcacık bir bahar güneşi toprağa düştü. Duru, apaydınlık yeni bir gün başladı.

Gökyüzü mavi, sonsuz, derin, heybetli, çekici ve berraktı. Zümrüt yeşilli ağaçlarda, kırlarda, tepelerde renkli bahar kuşları cıvıl cıvıldı. Alîkan sürüyü alıp Hamurkesan’a doğru yola çıktı.

Havva, derin bir nefes alıp sevinçlere boğuldu. “Pîrikê Emine”, bebeğin göbeğini kesti, dışı ışıltılı bakır, içi yeni kalaylanmış leğende besmele ve dualarla yıkadı, temizledi. Ömür boyunca ayakları hep tertemiz koksun diye ayaklarının dibine tuz serpti. Sonra bezlere sarıp sarmaldı ve kundak yapıp Üveyiş’in kucağına verdi.

“Pîrikê Emine” besmeleyle, duvarda asılı kalburu alıp ters çevirerek Üveyiş’in yatağının yanı başında yere indirdi. Üveyiş, kundağı “bismillah” diyerek kalburun üzerine koydu. Sonra, “sevaptır” deyip besmeleyle, yanındaki büyük bakır tastan bir avuç su alıp bebeğin ve kalburun üzerine serpti.

“Oğlum Ömer, gözün aydın. Allah bağışlasın. Allah analı babalı büyütsün. Güzel, çok güzel, nur topu, egîd bir oğlun oldu,” dedi Pîrikê Emine akşamdan beri, kapının önünde ayakta bekleyen Ömer’e. Ömer, jandarma babasından kalma tabancasıyla üç el arka arkaya havaya ateş etti. Üç kurşun, arka arkaya mavi gökyüzüne doğru vızıldayıp gitti. Tüm Amara kadın, erkek, genç, yaşlı, çoluk, çocuk kurşun sesine geldi.

“Bebeğiniz hayırlı olsun.”
“Analı babalı büyüsün.”
“Ne hayırlı bebekmiş, o gelince fırtına çekip gitti.”
“Allah Ömer’in dualarını kabul etti.”
“Çok hayırlı bir bebek, o doğunca güneş doğdu, yeni güzel bir gün başladı.”

Üç kurşun, arka arkaya mavi gökyüzüne doğru vızıldayıp gitti. Tüm Amara sakinleri kurşun sesine geldi. Üveyiş ile Ömer’in evi insanlarla dolup taştı.

İbrahim’in ile İsmail’in öyküsü gelip Ömer’in kafasına takıldı. İbrahim yüreği yanarak gözyaşları içinde elinde keskin bıçak, İsmail’i sunağa yatırdı. Derken gökte renkli bir koç gelip İsmail’in yerine kurban sunağında durdu ve İsmail kurtuldu. Ömer, Allah’a vaat ettiği adağı, sarı danayı avluda kesti. Etini paylara bölüp tüm evlere dağıttı. Ömer, o gün büyük bir yükten kurtulmuştu. Ağır bir yük omuzlarından kalkmıştı. Kuş gibi hafiflemişti. Sevincinden bağırıp çağırmak istiyordu. Damın üstüne çıkıp avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordu. Kırlara gidip en yüksek tepenin üzerinde; “Allah dualarımı kabul etti. Kabul etti de bir oğul bana bağışladı,” diye bağırmak istiyordu.Bağırma istemini, parçalara bölüp evlere dağıttığı kurban eti ile bastırıyordu. Evlere eti dağıtırken evde yaşayan insan sayısını dikkate alıyordu. Gelenekti, İbrahim’den bu yana vaat ettiği adağın tüm etini dağıtması gerekiyordu. İbrahim; çocukları, dağın beşinci yüzündeki Baal Tanrısı’na kurban etmekten kurtarmak için, bir koçu Allah’a adamıştı. O günden beri gelenek sürüp geliyordu. “Allah’a adananı, Allah’ın kullarına dağıtmalı,” dedi Ömer kendi kendine.

Kundağa sarılmış, bebeği getirip Ömer’in eline verdiler. Ömer kulağına ezan okudu. Sonra;

“Senin adın Abdullah olsun!

Senin adın Abdullah olsun!

Senin adın Abdullah olsun,” dedi üç kez üst üste.

Abdullah adını tüm Amara’a duydu. Sonra tüm köylere yayıldı ve dalga dalga kentlere, kentlerden ülkelere, bir umut ışığı olup yeryüzüne yayıldı.

Ömer, bebeği elinden tutup büyük, yenilmez bir güç arkasına almış gibi tüm aile fertlerine ve akrabalarına göstererek;

“Bu çocuğun sırtı toprağa değmeyecek! Abdullah’ın sırtı yere değmeyecek! Bu çocuk, el üstünde tutulup büyütülecek,” dedi sert, kararlı, buyurgan bir sesle. Üveyiş, Ömer’in ilk defa böyle kendinden emin, cesur, korkusuz konuştuğuna tanık oluyordu.

Güneş doğudan usul usul yükseldi!
Amara köylülerinin yüzü güldü!
Sıcak, sıcacık bir bahar güneşi toprağa düştü!
Bir çift apak kanatlı güvercin, masmavi göklere havalandı!

Kaynak: Amara kitabı 2 cilt

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here