Türkiye’deki son seçimlerin değerlendiren ve iktidarın seçimlerde kazanmadığını, gasp ettiğini söyleyen Şerik, “Eleştiri ve özeleştirilerde bu dikkate alınmalı” dedi.
PKK Merkez Komitesi Üyesi Cemal Şerik, İmralı tecridi, direniş ayı ve seçimlere ilişkin ANF’nin sorularını yanıtladı.
Haziran direnişlerinden sonuçlar çıkarmanın önemli olduğunu belirten ve şehitleri anan Şerik, ortak mücadelenin geliştirilmesinin önemine dikkat çekti. Şerik, İmralı tecridinin derinleştirilmesiyle Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın çözümleme ve yön vermesinin engellenmek istendiğini belirtti. Devletin açıkladığı seçim sonuçlarının gerçeği yansıtmadığına dikkat çekerek, “AKP-MHP kazanmadı, gasp etti” diyen Şerik, sonuçların bu dikkate alınarak değerlendirilmesini istedi.
Kurdistan ve Türkiye halkları nezdinde önemli bir yere sahip olan Haziran ayı içerisinde bulunuyoruz. Bu konuda neler belirtebilirsiniz?
Öncelikli olarak tarihsel İmralı direnişinde Önder Apo’yu saygı ile selamlıyorum. Haziran ayı içerisinde bulunuyoruz. Haziran ayı parti ve halk mücadele tarihimizde; direniş ve fedaileşme ayı olarak kabul edilmektedir. Haziran ayında büyük şehitler verildi. Şehitlerin büyüklüğü kadar direnişler de o kadar büyük ve görkeme sahipti. O açıdan fedai direnişçilerinin şehadete ulaştığı her eylem aynı zamanda bir direniş ve mücadele gerçekliğini anlatıyor. O açıdan Haziran ayı sadece şehadet tarihlerinde şehitleri anmak değil, aynı zamanda onların büyük kahramanlıklarını kendimiz için büyük bir ölçü olarak kabul edip mücadeleyi daha da ileri boyutlara taşımanın adı oluyor.
30 Haziran 1996’da Zîlan (Zeynep Kınacı) yoldaşı, Serhildan (Sema Yüce) yoldaşı 17 Haziran 1998’de, Gulan (Filiz Yerlikaya) yoldaşı 7 Haziran 2002 günü şehit verdik. Zîlan yoldaş fedai çizgisinde gerçekleştiği eylem ile mücadele tarihimizde yeni bir dönemi başlatırken, Sema yoldaş Önder Apo’ya yazdığı son mektubunda ‘…beynimi, yüreğimi, bedenimi 8 Mart’tan 21 Mart’a ulaşan ateşten bir köprü yapmak istiyorum’ diyerek 1998’in 21 Mart’ı 22 Mart’a bağlayan gece Çanakkale zindanında, tasfiyeciliğe karşı bir duruşu anlatan ‘Gökte iki güneş olmaz’ şiarı ile fedai eylemini gerçekleştirdi. Kurdistan Özgürlük Gerillasının fedai örgütlenmesinin büyük seçkin komutanı Gulan yoldaş ise 7 Haziran 2002’de alçakça katledildi.
Zîlan, Sema, Gulan yoldaşların her biri kendilerinde PKK fedai çizgisini temsil ederek şehadete ulaştıklarında direniş bayrağını da en yükseklerde dalgalandıranlar mertebesine ulaşmışlardı. Bu yönüyle de Haziran; fedai çizgisinde Direniş Ayı olarak halk ve mücadele tarihimizde yerini aldı. Halk ve mücadele tarihimize ‘İkinci 15 Ağustos Hamlesi’ olarak geçen ikinci büyük gerilla hamlesinin 1 Haziran 2004 günü başlatılmış olması da Haziran ayına verilen bu anlama olan bağlılığın bir göstergesi oldu. O nedenledir ki Haziran ayı şehadetler ile birlikte büyük direnişler ayı olma gerçeği olarak tarihteki yerini aldı ve bugün de yerini aynı özellikleri ile korumaya devam etmektedir.
Haziran ayını sadece Kurdistan devrimi açısından değerlendirmek, ele almakta yeterli olmayacaktır. Çünkü, Haziran ayı, Türkiye halkları açısından da benzeri önem taşımaktadır. 1 Haziran 1971 günü Dersimli Hüseyin Cevahir İstanbul-Maltepe’de can yoldaşı Mahir Çayan’ın yaralı tutsak düştüğü çatışmada şehit düştü. Hüseyin Cevahir, Türkiye Devrimci Gençlik Hareketinin önderlerindendi. Kurdistanlı olma kimliği ile böyle bir mücadele içerisinde yerini almıştı. Kurdistan ve Türkiye devrimlerini ortak bir mücadele çizgisinde yürütmeyi ifade eden bir yaklaşım sahibiydi. Türkiye devrimci ve demokratik mücadele tarihi içerisinde yerini alan Mayıs’ın son gününde başlayan, şehitleri olan Gezi Direnişi de bir bütün olarak Haziran ayını içerisine almıştı. Dil, kültür, kimlik inanç farkına bakılmadan; devrimcisi, sosyalisti, anti kapitalist Müslümanı, ekolojisti, feministi bu direniş içerisinde yerini almıştı. Tabii Gezi Direnişi’nin ifade ettiği daha başka anlamlar da vardı. Bu yönüyle sadece yaşanan bir direniş olma sınırlarını aşmış; Türk özel savaş rejiminin korkulu rüyası haline gelmişti. Bugün bile hala Gezi Direnişi’nin adını duyduklarında ürkmelerinin nedeni de budur. Kurdukları o uydurma mahkemelerde ‘Gezi yargılamaları’ adını vermiş oldukları ‘cezalar’ sonucu tutsak ederek, zindanlara aldıklarını ısrarlı bir şekilde oralarda tutma çabaları da yaşadıkları bu korkunun sonucudur.
Gezi Direnişi’nden bu kadar korkmalarının asıl önemli bir nedeni de direnişini büyüklüğü ve ifade ettiği toplumsallıktı. Soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti’nin yürüttüğü özel-kirli savaşa, toplum kırıma karşı, yeni bir toplumsallığı ifade eden; komünal yaşamın gücünden duydukları korkuydu. O korku nedeniyledir ki, Gezi’yi mahkûm etmek istemektedirler. O mahkûmiyet içerisinde de bir daha Gezi gibi Direnişlerin yaşanmasının önünü almaya çalışmaktadırlar.
15-16 Haziran 1970’de İstanbul merkezli yaşanan işçi direnişleri de Haziran ayına rengini veren devrimci, demokratik değerler arasında yerini almaktadır. 1970 yılında İstanbul’da başlayan, İstanbul’un çevre illerine yayılan ve şehadetlerin yaşandığı bir direniş; Türkiye’deki sınıf mücadelesi açısından belli bir önem taşımaktadır. Bu direniş içerisinde de Gezi Direnişi’nde olduğu gibi kimlik, kültür, inanç vb. ayrımı olmadan, o fabrikalarda çalışan; Anadolulusu, Kurdistanlısı, Karadenizlisiyle tüm işçiler, emekçiler yer almıştı. O açıdan aslında Anadolu halklar ve kültürler mozaiğini temsil eden bir direniş olma özelliğini taşımaktaydı. Haziran ayını Kurdistan ve Türkiye halklarına mal olmuş tüm bu direnişler bütünlüğü içerisinde karşılamak ve anlamlandırmak en doğru bir yaklaşım olmaktadır.
‘HAZİRAN DİRENİŞLERİNDEN SONUÇLAR ÇIKARILMALI’
Haziran ayının ifade ettiği bu anlam bütünlüğü çerçevesinde bugün yaşananlar için neler söylenebilir?
Haziran ayının bu temel özelliği, bugünün çözümlenmesi açısından da büyük bir anlam ifade etmektedir. Çünkü bugün Kurdistan ve Anadolu coğrafyasında büyük bir mücadele yaşanmaktadır. Fakat bu mücadele karşısında çok şiddetli ve kuralsızca yürütülen özel-kirli bir savaşın varlığı da söz konusudur. Soykırımcı TC Devleti, ısrarlı bir şekilde kirli özel savaş saldırılarını daha da tırmandırarak yürütmektedir. Hedefinde ise Kurdistan ve Türkiye halklarının sosyalist, devrimci, demokratik güçlerinin geliştirdikleri; özgürlük ve demokrasi mücadelesini, direnişi ezerek yok etmek vardır. Bu saldırılara karşı; doğru bir mücadelenin geliştirilmesi içinde Haziran ayına anlam kazandıran tüm bu devrimci değerlerden; fedai eylem çizgisi ve direnişlerden her yönüyle güçlü sonuçlar çıkartılmalıdır.
Tam da bu noktada, Haziran ayındaki direnişler çözümlendiğinde; özel savaş rejiminin de çözümlenebileceğini belirtmek daha bir olanaklı hale gelmiş olacaktır. Çünkü, Haziran ayındaki o direnişler; çıkış noktası olarak bazı nedenlere dayanmakta olsalar da asıl olarak bir patlama anını anlatmaktadır. Ancak bu patlama da bilinçli, örgütlü bir çaba ve iradi bir duruşta söz konusu; o nedenle de kendiliğinden değil. Bunlar birleştiğinde pekala soykırımcı TC Devleti’ne, onun özel-kirli savaş saldırılarına, toplum kırımına karşı bir direniş olanaklı bir hale gelebiliyor. Sadece bu da değil, bu direnişlerden gerekli sonuçlar çıkarıldığında, fedailikle birleştirildiğinde; başarıya ulaşmamış yolları da açılmış olmaktadır.
Böyle bir yaklaşım, Haziran direnişlerinden doğru sonuçların çıkarılmasını da olanaklı bir hale getirmektedir. Bir yanda Kurdistan’da yaşanan özgürlük devrimi, fedailik çizgisi, diğer tarafta; Türkiye’deki işçi, emekçi sınıf mücadelesi ve toplumsal hareketler var. Hem özel savaş rejimi gerçekliğini çözümleyen hem de ona karşı nasıl bir mücadele sorununa çözüm getiren, Haziran’da anlam bütünlüğüne kavuşan bu ikili özellik; doğru çözümlendiği zaman, bugünü de doğru çözümlenmiş olanaklı bir hale gelmiş olacaktır. Buradan hareketle de bugünkü yaşananlara doğru anlam verileceği gibi; ona göre de bir doğrultuya kavuşulacaktır. Bu doğrultuda yürütülecek olan mücadeleyle de özel savaş rejimi ve tüm saldırıları boşa çıkartılarak yenilgiye uğratılacaktır.
ORTAK MÜCADELE NASIL GELİŞECEK?
Kurdistan ve Türkiye halklarının ortak mücadelesi nasıl gelişecek?
Sömürgeci soykırımcı TC Devleti’nin Kurdistan’ı Kürtsüzleştirme ve ucuz iş gücü deposu olarak görmesi önemli oranda bir Kürt nüfusunun Türkiye kentlerine ve metropollerine gitmesine neden olmuştur. Örneğin İstanbul’da bulunan Kürt nüfusu, Bakurê Kurdistan’daki en fazla nüfus yoğunluğuna sahip olan kentlerden daha fazladır. Adana, İzmir, Ankara, Bursa gibi Türkiye’nin diğer metropol kentlerinde de Kürtler oldukça yoğun bir nüfusa sahiptir. Bu kentlerin fabrikalarında, atölyelerinde, okullarında, çarşılarında, pazarlarında, ortak yaşam alanlarında bir aradadırlar. Buralarda ortaklaştıkları ve birlikte çözümünü aradıkları sorunlara sahiptirler. Doğal olarak da tüm bu ortaklaşılan yönler; birlikte hareket etmenin, mücadele yürütmenin koşullarını yaratmaktadır. Önder Apo, ‘Kurdistan Devriminin Yolu’nu ilk belirlediği andan itibaren hep bunun arayışı ve çabası içerisinde olmuştur. Ankara’da öğrenci devrimci gençlik içerisinde yürüttüğü çalışmalar, 12 Eylül 1980 öncesinde olası askeri faşist darbeye karşı birlikte direniş cephesinin örgütlendirilmesi yönünde atmış olduğu adımlar, yine 12 Eylül sonrasında da attığı bu adımlardaki ısrarı bunun somut göstergeleridirler. Atılan bu adımların her zaman toplumda bir dayanağı olmuştur. 12 Mart 1971 askeri faşist darbesi sonrasının yıllarında üniversite ve orta öğrenimler kurumlarında, fabrikalarda, meydanlarda, sokaklarda, mahallerde faşist saldırılara karşı direnişlerde bunlar görülmüştür. Bu toplumsal dayanak 12 Eylül 1980 sonrasında, özellikle de 15 Ağustos 1984 Büyük Gerilla Atılımını takip eden yıllarda ve daha çok da 1989-1990’lı yılların başlarında yaygınlaşan işçi ve kamu emekçilerinin, devrimci, demokratik, yurtsever gençliğin örgütlü direnişlerinde var olmaya devam etmiştir. 10 Ekim 2015 yılında Ankara Gar önünde toplanan on binlerce Kurdistanlı ve Türkiyeli işçi ve emekçinin, duyarlı aydın ve demokratın, sosyalist, devrimci ve yurtseverin Kurdistan’da ‘Çöktürme Planı’ adı altında uygulamaya konan soykırım saldırılarına karşı bir araya gelmeleri de bunun bir kanıtıdır. Tüm bu direnişlerde Kurdistan ve Türkiye halkları birlikte olmuşlardır. Haziran’da anlam bütünlüğüne kavuşmuş olan direnişler de bunu göstermektedir. O nedenledir ki, Kurdistan ve Türkiye halkları zaten bu yönüyle ortak bir mücadelenin sahibidirler.
Bugün soykırımcı TC Devleti’nin yapmaya çalıştığı da Kurdistan ve Türkiye halkları arasında var olan bu ortak mücadeleyi bozarak; iradi bir buluşmaya dönüşmesini engellemektir. HDP’ye yönelik saldırıların asıl amacı da budur. Önder Apo’nun yarım asrı aşan mücadelede ortaya çıkardığı sonuçları dağıtarak; Kurdistan ve Türkiye halklarının ortak mücadelesinin önünü kesmektir.
‘ÖNDER APO’NUN ÇÖZÜMLEMELERİ VE YÖN VERMESİ ENGELLENMEK İSTENİYOR’
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın üzerinde uygulanan mutlak tecridin, TC Devleti’nin önüne hedef olarak koyduğu böyle bir amaçla bağı nedir?
Önder Apo üzerindeki tecrit İmralı adası ile sınırlandırılmış değildir. İmralı’da Önder Apo şahsındaki uygulanan tecrit aynı zamanda Kurdistan ve Türkiye halklarının da içerisine alınmaya çalışıldığı bir tecrittir. Çünkü İmralı’daki oluşturulan özel savaş rejimi oradan Kurdistan’a ve Türkiye’ye taşırılmaktadır. O nedenledir ki, Önder Apo üzerindeki uygulanan tecritle; Kurdistan’daki, Türkiye’deki özel savaş yönelimlerini, özel savaş sisteminin almış olduğu biçimleri birbirinden ayırmak mümkün değildir. Tabii burada çıkarılması gereken sonuç; nasıl Önder Apo, İmralı’dan başlatılarak uygulamaya konan bu özel savaş politikalarına karşı tarihi bir direniş sergilemiş ve buna devam ediyorsa, Kurdistan’da ve Türkiye’de de Önder Apo’nun, tarihsel direnişini esas alan, izinde yürüyen bir direnişin gerçekleştirilmesidir.
Tabii bu da önümüzde duran en tarihsel görev ve sorumluluk olmaktadır. Tabii bununla birlikte Önder Apo üzerindeki tecridin derinleştirildiği süreçlerin de doğru çözümlenmesi ve anlaşılması gerekmektedir.
Önder Apo üzerindeki tecridin neden bu kadar derinleştirildiği, bugün Türkiye’deki ortaya çıkan siyasal tablodan da anlaşılmaktadır. Önder Apo’nun üzerindeki tecridin asıl nedeni Kurdistan halkını, Önderliğinden koparmaktır. Ve bu sadece Kurdistan halkıyla, Kurdistan halkının direnişine öncülük eden PKK ile sınırlı olan bir yönelim değildir. Orta Doğu, Türkiye ve uluslararası alanla ilgili boyutları vardır. Bu boyutlar nedeniyle Önder Apo rehin olarak alınmıştır. Önder Apo üzerindeki tecridin amacı, soykırımcı TC Devleti ve onun arkasında duran Uluslararası güçler tarafından belirlenen hedeflere ulaşmaktır. Zaten Uluslararası Komplonun nedeni de buydu. Önder Apo’yu rehine olarak alacaklar, baş gövdeden ayrılınca da gövde üzerinde, planlananlar uygulamaya konulacaktır. Rehine koşullarında Önder Apo üzerinde tecridin derinleştirilmesinde de aynı yaklaşım söz konusudur. Bunun nedeni Önder Apo’nun düşünce gücü ile siyasete vermiş olduğu yöndür, yapmış olduğu çözümlemelerdir, geleceği bugünden okuyabilmesidir.
Bu konuda somut olarak, son günlerde Suriye’de önceki Cumhurbaşkanı Hafız Esad’ın yardımcılarından olan Abdulhalim Hattam’la ilgili bir gazetede yazılar yayımlandı. O yazıların içeriği Önder Apo’nun Suriye’den ayrılmadan önceki yapmış olduğu görüşmelerle ilgili. O görüşmeler tutanağa da alınmış. O tutanakta Önder Apo’nun Abdulhalim Hattam ile yapmış olduğu görüşmeler var. Önder Apo’nun orada dile getirdiği görüşler var. Önder Apo, aslında orada sonrası süreçte yaşanacaklara dair öngörülerini dile getiriyor. Soykırımcı TC devleti neden Önder Apo’nun Suriye’den ayrılması için o kadar ısrar ediyor? Bunun nedenlerini, bugün ispatlanmış olan doğru görüşler olarak, o zaman çözümlüyor. Asıl amaç olarak ‘TC’nin Suriye’ye yönelik politikalarının uygulanabilmesi için gerekli olan ortamın hazırlanmak istenmesidir’ tespitinde bulunmaktadır. ‘Bizi devreden çıkardıklarında asıl amaçları olan Suriye’ye yönelecekler’ demektedir. Bunun ideolojik ve siyasal izahını ve açılımını da yapmaktadır. Aradan yıllar geçti. TC kendine göre koşulların oluştuğunu var saydığı bir dönemde harekete geçti. Sonuç ortada. Suriye devlet sınırlarının içerisinde olduğu önemli bir coğrafyası TC Devleti tarafından işgal ve ilhak edildi.
Önder Apo’nun üzerindeki ağırlaştırılmış tecridin nedeni bu. Eğer Önder Apo’nun çözümlemeleri, düşünceleri, görüşleri topluma, halklara, dünyanın ilerici insanlığına ulaşırsa, sorunların çözümlenmesinde ve doğru, devrimci bir tarzda değerlendirilmesi olanaklı hale gelmiş olacaktır. Bundan korktukları için, Önder Apo üzerindeki tecrit derinleştirilmektedir.
Önder Apo üzerindeki tecridin bugün almış olduğu biçimle, Türkiye’de yaşanmakta olanlarla bağını ve ilişkisini bu temelde kurabiliriz; Türkiye de bir seçim süreci yaşandı. Bu süreçte Önder Apo’nun tek bir kelimesinin dahi dışarı çıkmasına müsaade edilmedi. Önder Apo üzerindeki tecrit o zaman mı başladı? Hayır. 2015’te ‘Çöktürme Planı’ uygulanmadan önce ilk saldırı Önder Apo’ya yapıldı. Ailesi, avukatları ve o zaman olan HDP heyeti ile görüşmesinin önüne engeller konuldu. Dışarıyla her türlü iletişimi engellendi. Çeşitli bahaneler uydurularak; mektuplaşmaları yasaklandı. Gazete, dergi, kitap gibi materyallere ulaşması engellendi. O mekanda buluna sınırlı sayıdaki tutsak yoldaşla var onlar ile ilişkileri sıfırlandı.
Önder Apo üzerinde tecrit, önceki yıllarda da uygulanmaktaydı. 2009’da bu çok bariz bir şekilde yaşandı. Her kritik dönemde, Türkiye’deki siyasal süreç açısından önemli olan bir sürece, döneme girildiğinde Önder Apo, mutlaka belirlenen ilk hedef oldu. Önder Apo üzerindeki tecridin derinleştirilmesi de bu doğrultuda atılan ilk adım olarak gündeme getirildi. Seçim öncesi süreçte de böyle oldu. Önderlik üzerindeki tecrit daha da ağırlaştı. Önderlik üzerine farklı spekülasyonlar, gündemler yaratılarak sorun daha farklı noktada ele alınmaya ya da gündem o şekilde gündeme yansıtılmaya çalışıldı. HDP’ye yönelik saldırılar yoğunlaştırıldı, hakkında açılan kapatma davası hızlandırıldı, idari tedbirler alınmaya başladı. Böylece seçimlere girmesinin önü alınmaya çalışıldı. Tüm bu yönelimlerle de soykırımcı TC Devleti 14 Mayıs seçimleri için yaptığı planlar önünde en temel engel olarak gördüğünü devre dışı bırakmak istedi. Eğer bunu başarırsa, hedefine ulaşabileceği sandı ve öyle davrandı.
Bununla birlikte görülmesi gereken diğer bir husus da Önder Apo üzerinde tecridi, özel psikolojik savaş saldırılarıyla tamamlamaktı. Dikkat edilirse, seçim sürecinde ister adına ‘Millet İttifakı’, ister ‘Cumhur İttifakı’ denilsin; sistem içi tüm ittifak güçlerinin propagandalarının merkezinde; PKK ve Önder Apo karşıtlığı vardı. Toplum içerisinde ırkçı faşist, mezhepçi, din istismarcı propagandalar öne çıkarıldı. Öne çıkartılan bu propagandaların hedefinde olan Kürt, Alevi ve mülteci karşıtlığı, PKK düşmanlığı, Önder Apo’yu doğrudan hedef alan saldırılar öne çıkarıldı, körüklendi. Adeta belirlenen bu hedefler karşısında topyekûn özel kirli savaşın en temel ayaklarından biri olan tabandan ‘ulusal mutabakat’ sağlanmak istendi. ‘Millet İttifakı’ ile ‘Cumhur İttifakı’ ve türevleri bu konuda önemli bir rol üstlendiler. Bunlar, sonuçta; Önder Apo, PKK ve Kürt karşıtı propagandalarda birbirleriyle yarıştılar. Bununla da sanki seçime değil de Kürt, Alevi soykırımına hazırlanılıyormuş gibi bir hava yarattılar. Bu temelde asli rolü ‘Cumhur İttifakı’ üstlendi; PKK ve Önder Apo karşıtlığında söylemler dile getirdi ve ‘Millet İttifakı’nı da suç ortaklığına çağırdı. ‘Millet İttifakı’ bu çağrıya uydu. ‘Cumhur İttifakı’nın kendilerine karşı geliştirdiği söylemleri ‘boşa çıkarma’ adına haklarında söylenenlerin aksini ispatlama arayışına girerek, ‘söylediğiniz gibi değiliz, aksine, sizden daha çok PKK ve Önder ‘Apo’ya karşıyız’ diyerek; bu karşıtlıkta ‘Cumhur İttifakı’ ile yarışa girdiler ve bunu ispatlamaya çalıştılar. Böylece ‘Cumhur İttifakı’nın belirlediği gündem etrafında seçim propagandalarını yürüttüler. Bu yaklaşım Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda çok daha bariz hale getirildi. Tamamıyla bu temelde propaganda çalışmaları yürütüldü. Bunun üzerinden sonuç elde edilmeye çalışıldı.
Demek ki, burada şunu görmek gerekmektedir, Önder Apo üzerinde tecrit uygulamaya konulduğu ve derinleştirildiği zaman, mutlaka yeni bir sürece girilmiş olunmaktadır. Soykırımcı TC Devleti ya böyle yeni bir sürece girmenin hazırlığını ya da yapmakta olduğu hazırlığı belli bir sonuca ulaştırması önünde gördüğü engelleri aşmak için saldırıya geçmiş bulunmaktadır. Başlattığı bu saldırılara dayanarak, asıl amacı ne ise ona ulaşmaya çalışmaktadır. Bu hem seçim hem de seçim sonrası süreçte çok net bir şekilde görülmüştür.
Mevcut durumda ise seçimden sonra asıl tartışılması gereken konulardan ısrarla kaçınılarak; soykırımcı TC Devleti’nin belirlediği özel psikolojik savaş gündemleri öne çıkarılmaktadır.
‘AKP-MHP KAZANMADI, GASP ETTİ’
Asıl tartışılması gereken konu nedir?
Türk özel savaş rejimi AKP-MHP faşizmi yanına Hizbulkontrayı da alarak mevcut TC Devleti’ne kendine göre yeni bir biçim vermeye çalışıyor. Hatta biçim vermeyi de bir yana bırakalım, devlet içerisinde hakimiyeti ele geçirmiş, bunun nasıl sürekli kılınabileceğinin hazırlıklarını yapmakta, taşlarını döşemektedir. Dört başı mamur soykırımcı, sömürgeci faşist özel savaş rejimini kurumsallaştırmaya çalışmaktadır. Kendileri için asıl olarak gördükleri sorun; sağladıkları bu hakimiyetin nasıl kurumsallaştırılacağı ya da ifadeye kavuşturulacağıdır. Mevcut durumda sahte gündemlerle herkese yön vermeye çalışırlarken, oyalarken; kendileri de asıl olarak yaptıkları planları hızla uygulamaktadırlar. Bunun da temel ayaklarını oluşturmuşlardır. Bu konuda asıl rol sahibi olan AKP-MHP yanlarına aldıkları, Hizbulkontra’yı rol sahibi kılmıştır. Bu doğrultuda Hizbulkontra’ya Kurdistan’da soykırımcı özel-kirli savaşın aktif bir gücü olarak rol vermiştir. Bunun dışında AKP-MHP yörüngelerinde yer alabilecekleri de kendi etrafında toparlamaya çalışmaktadır.
AKP-MHP faşizminin yeni dönem politikalarının anlaşılması açısından bunların görülmesi gerekmektedir. Çünkü özel kirli savaş partisi olarak örgütlenen AKP, son seçimlerde kendisi için önemli bir fırsat yaratmıştır. Bu, hükümet koltuğunu oturduğu 2002 Kasımından bu yana yakaladığı en önemli bir fırsattır. Bunu en etkili bir şekilde değerlendirmek isteyeceği de açıktır.
AKP, bugüne kadar -21 yılı bulan süredir-, üzerinde oturduğu iktidar koltuğunu korumasına rağmen, hedeflediği sistemi oluşturamadı. Bunun nedenlerinin başında kadro sorunlarını aşamamış olması gelmekteydi; henüz kendi sistemini oturtabilecek kadrolarını oluşturmamıştı. Hükümet koltuğuna oturmuştu, ama bu iktidar koltuğunda ne kadar kalacağı belli değildi. 21 yıldır da hep bu boşluğu giderme arayışı içerisindeydi ve zaman kazanmaya çalışıyordu. Bunu sağlayabilmek için de hep vaatlerde bulunuyor, taktik adımlar atarak ittifak kurma arayışı içerisine giriyordu. Bu konuda Kürtlerin de kapısını aşındırmaktan geri kalmıyor, kendisine ‘bana biraz daha süre tanıyın’ diyerek zaman verilmesini istiyordu. Bu yaptıkları, hep o kendi iktidar koltuğundaki yerini sağlama alabilmek içindi. Ancak tüm bu yaptıklarının iktidar olabilmek için yeterli olmadığının da farkındaydılar. O nedenle de Fethullah Gülen teşkilatı üzerinden iktidardaki yerini sağlamlaştırmak istediler. Fakat, Fethullah Gülen teşkilatı ondan daha örgütlüydü. ‘Komünizme Karşı Mücadele’ derneklerinden bu yana altmış yılı bulan bir süredir böyle bir çalışma içerisindeydi. Özellikle de 1970 sonrası yıllarda bu hazırlıkları daha örgütlü ve sistemli hale getirerek çalışmalarını kadro oluşturma üzerinde yoğunlaştırmıştı. Ve bu kadrolar da zamanla daha çok 12 Eylül 1980’de askeri faşist darbeyi gerçekleştiren NATO’cu generallerin de verdiği destekle devlet -asker, sivil- bürokrasinin içerisinde yer almaya başlamışlardı. AKP ile kurulan ittifak da bu elverişli zeminde Fethullah Gülen teşkilatını devlet içerisinde AKP’den daha etkili bir hale getirmişti. Bu Erdoğan- AKP ile Fethullah Gülen teşkilatı arasında iktidar üzerine bir çatışmaya neden oldu. Ve bu iktidar kavgası da 15 Temmuz 2016 da öylesi bir noktaya kadar vardı. Fethullah Gülen teşkilatıyla olan ortaklığı kanla sonuçlandı.
Fethullah Gülen-Erdoğan çatışmasında, Erdoğan bu çatışmadan güçlenerek çıksa da önüne koymuş olduğu hedeflere ulaşmasını sağlayamadı. Kadro sorununa çözüm bulamamış olması bu konuda karşılaştığı en temel sorundu. Bu sefer kadro sorununu MHP üzerinden çözmeye çalıştı. O zaman basın-yayına da yansıdı. MHP’ye, devletin değişik kademelerinde yer alacak 60 bin kadro verdi. Onlar ile kendi işini yürüttü. Kurdistan’daki özel kirli savaşı onlara ihale etti. Özel Harekat Güçleri diye adlandırdıkları ‘Jandarma Özel Harekat’, ‘Polis Özel Harekat’ gibi özel-kirli savaş örgütleri MHP’nin yuvası haline getirildi. Yine ‘uzman er ve erbaşlar’, ‘sözleşmeli personel’ olarak Kurdistan’da yürütülen özel-kirli savaş içerisinde konumlandırılan kişilikler hep MHP sempatizanları ile mezhepçi din istismarının ve ırkçı faşist propagandaların etkisini gösterdiği kesimler içerisinden seçildiler. Bu şekilde MHP’nin paramiliter faşist gücü ordunun resmi gücü haline getirildi. Bürokraside de böyle tablo oluştu. AKP’nin kendisini de Erdoğan’ın ‘Rabia’ olarak öne çıkardığı el işaretini terk ederek, MHP’nin ‘Bozkurt’ işaretini kullanmaya, ideolojik olarak da ‘Pantürkizm’i savunur bir hale gelmeye başladı. Böylece AKP-MHP ortalığı içerisinde kadro sorunu belli bir düzeyde aşılmaya çalışıldı. Bununla da devleti kendisine ait olmayan ya da güvenmediği, emin olmadığı kadrolar ile yönetme pozisyonundan çıkma olanağına kavuşuldu. Buna uygun bir şekilde ittifaklar geliştirdi. Önceden olduğu gibi görevlendirmelerde Hulusi Akar, Süleyman Soylu gibiler tercihlerin dışına çıkarıldı. ‘Kraldan daha çok kralcı’ kesilen bu türden kişilikler yerine, uygulamaya konulan politika içerisinde yetişenlere öncelik verildi. Seçim sonrası oluşan Erdoğan kabinesinde bunlar etkili kılındılar. Yaşar Güler, Hakan Fidan böyle bir özelliğe sahiptirler. Her yönüyle özel kirli savaşın pratiğinde yer almış, onun devlet içi boyutlarını yürütmüş olan kişiliklerdir. AKP’nin devletleşen kadrolarıdır.
Şimdi bu kadro yapısıyla Erdoğan hem kendi kabinesini yeniden düzenledi hem de ona göre de kurumsal yapıyı inşa edecek ona göre şekillendirecek bir şekilde kendini konumlandırdı. Bugün asıl tartışılması gerekenler de bunlardır. Soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti’nin içerisine girdiği bu biçimleniş karşısında, nelerin yapılması gerektiğidir. Asıl gündem haline gelen böyle bir gerçekliğin temel gündem olarak belirlenmesi yerine; daha farklı gündemlerin peşine takılması zaman kaybına, enerji, yoğunlaşma ve dikkatin farklı noktalara çevrilmesine neden olacaktır. Ne yazık ki, böyle sapmalı bir yaklaşım tuzağına düşme tehlikesine karşı karşıya gelinmiş bulunulmaktadır.
Erdoğan, Bahçeli faşizmi önlerine koydukları hedefe ulaşmak için ve seçim sonuçlarını lehlerine çevirebilmek için her şeyi yapmışlardır. Zaten bunu inkâr eden de yoktur. Fakat buna rağmen yürütülen tartışmalarda seçimleri hâlâ ‘Erdoğan kazandı’ diyenler olabilmektedir. Yine seçim sonuçları değerlendirilirken, kendilerini başarısız, Erdoğan-Bahçeli’yi başarılı görenler çıkmaktadır. Bu temelde ‘seçim politikalarını’, ‘geliştirilen ittifakları’, ‘savunulan düşünceleri‘ masaya yatırarak, şimdi ‘öz eleştirel bir yaklaşım içerisinde olma zamanıdır’ gibi yaklaşımları öne çıkaranlara rastlanabilmektedir.
Kuşkusuz seçim sonrasında, sonuçları değerlendirmek, geride kalan sürecin pratiğini sorgulamak, nerede bir hata yapıldı, eksiklik yaşandı, bunların hepsini sorgulamak, eleştiri ve özeleştirilerde bulunmak önemlidir ve olması da gerekmektedir. Böyle bir yaklaşım karşısında hiçbir kimsenin karşı bir görüş belirtmesi ve tutum içerisine girmesi mümkün değildir. Zaten sorun bu değildir. Asıl sorun, farkında olmadan özel, psikolojik savaş yönlendirmesi altında belirlenen gündemler etrafında tartışılarak soykırımcı, sömürgeci, faşist özel-kirli savaş rejimine ihtiyaç duyduğu zamanın kazandırılmasıdır.
Burada çok açık ve net olarak şunu belirtebilmeyiz. Seçimleri AKP-MHP faşizmi kazanmamıştır. Burada ‘kazanma’ kavramının kullanılması yanlıştır. AKP-MHP faşizmi yanına aldıkları Hizbulkontra çetesiyle birlikte halkın iradesini çalmıştır, gasp etmiştir. Doğru olan tanım da budur. Halkın iradesini çalmak ve gasp etmek için ne yapması gerekiyorsa onu yapmıştır. Devlet zorunu ve imkânlarını sonuna kadar kullanmıştır. Hileye başvurmuştur. Şişirme, ayarlama oylara başvurmuştur. Bu şekilde halkın iradesi hem çalınmış hem de gasp edilmiştir. Seçim sonuçlarına dair yapılan resmi açıklamanın ifade ettiği anlam bundan başkası değildir. O nedenle de meşru olarak kabul edilemez.
14 Mayıs Seçimleri ve 28 Mayıs günü yapılan cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçim sonuçları böyle ele alınabilmelidir. Oluşan Meclis aritmetiği ve Cumhurbaşkanlığı için geçerli olan bundan başkası değildir. Bunlar hırsızlık ve gasp üzerinden oluşturulan uydurma sonuçlardır. Öne çıkarılan gündemlere dayalı tartışmalarda da öne çıkarılması gereken bu hırsızlık ve gasptır. Nasıl İttihat Terakki’nin 1912’de yaptığı seçimler tarihe ‘sopalı seçimler’ olarak geçmişse 14 Mayıs ve 28 Mayıs’ta sahnelenen mizansen de bu şekilde bilinçlerde yerini alabilmelidir. Bunun aksi bir tutumun öne çıkarılması, resmi rakamlara göre açıklanan tabloyu kabul eden bir yaklaşım içerisine girilerek ‘AKP kazandı’, ‘Erdoğan kazandı’, Türkiye’deki ‘milliyetçi dalgalanmanın sonuçları’, ‘sosyolojik olarak bu noktaya gelindi’ denilmesi Eroğan-Bahçeli faşizminin kendini kurumsallaştırarak hedeflerine ulaşmasına hizmet edilmesi anlamına gelecektir. Onları meşrulaştıracaktır. Zaten özel, psikolojik savaş manevralarıyla yapmaya çalıştıkları da budur. O nedenle Erdoğan-Bahçeli faşizmi ‘kazandı’, ‘muhalefet kaybetti’, ‘biz de üzerimize düşeni yapamadık’ belirlemesiyle kendini sınırlı tutan, onun etkisi altında moral motivasyonun engelleyici yaklaşımlar içerisine girmek yanlıştır. Ortada yapılan bir hırsızlık ve gasp vardır ve bunları meşrulaştıracak yaklaşım ve tartışmalardan kaçınılmalıdır.
Yüksek Seçim Kurulunun 14 Mayıs ve 28 Mayıs’ta kurulan sandıklardan çıkan sonuçlara dair yaptığı resmi açıklamalara karşı, nasıl bir yaklaşım içerisinde olunmalı?
Bazı kişi ve çevreler farkında olmadan, 14 ve 28 Mayıs’ta kurulan sandıklarla ilgili olarak YSK’nin açıklamalarını esas alarak, özellikle de dijital yayıncılık başta olmak üzere medyayı kullanarak yürüttükleri psikolojik savaşın propagandalarının etkisiyle değerlendirme ve yorumlarda bulunabilmektedir. Böyle olunca da asıl üzerinde durulması gerekenlerden kaymalar yaşanabilmektedir.
Kürtler, sosyalistler, devrimci, demokratik, yurtsever güçler, Aleviler kesinlikle 14 ve 28 Mayıs’ta kurulan sandıklarda kaybetmemişlerdir. TC Devleti’nin resmi haritasında yer alan Bakurê Kurdistan coğrafyasında ve Türkiye’nin Kürt nüfusunun yoğun olarak yaşadığı, sosyalist, devrimci, demokratik, özgürlükçü, anti kapitalist düşüncelerin etkili olduğu kentlerde kesin olarak kazanılmıştır. Bu bir yenilgi değil, başarıdır. Emek ve Özgürlük İttifakı adı altında hareket edilmesi ile belirlenen ilkeler sonuç almıştır. Aynı zamanda soykırımcı, sömürgeci, faşist TC özel-kirli savaş devletinin, Kurdistan ve Türkiye halklarının ortak, birleşik mücadelesini boşa çıkarıcı, engellemeye yönelik saldırıları karşısında başarılı bir duruş ortaya çıkmıştır. Körüklemeye çalışılan Kürt-Türk, Alevi-Sünni çelişkisi, çatışmasının önünde güçlü bir tutum belirlenmiştir. Bunlar sahiplenilmesi gereken ve daha da ileri boyutlara taşırılması gerekenlerdir. Eğer bu konular üzerine bir eleştiri olacak ya da görüşler dile getirilecekse, neden bunların yapıldığı olmamalıdır. Aksine bu tutum ve davranışların, kurulan ilişki ve ittifakların neden olması gerektiği düzeye çıkarılması ve bu konularda yaşanan eksikliklerin nasıl aşılabileceği üzerine görüşler sunulabilmeli, değerlendirme ve önerilerde bulunulmalıdır.
Emek ve Özgürlük İttifakı içerisinde yer alanlar hem kendi içlerinde hem de bir araya gelerek değerlendirmelerde bulunmuş, kendilerini eleştiri ve özeleştiri sürecine tabi tutmuşlardır ve ulaştıkları bu sonuçları halka taşırma kararı almışlardır. Bunlar doğru, yerinde ve olması gerekenlerdir; eleştiri ve özeleştiriler, yapılan hırsızlık ve gasbın neden engellenemediği, bunun nedenlerinin nasıl aşılacağını gösteren kararlaşmaları uygulamaya yöneliktir. Yoksa ‘Erdoğan-Bahçeli başarılı oldu’, ‘biz başarısız kaldık, sonuç bu’ gibi, YSK’nin resmi devlet açıklamalarını meşrulaştırıcı yaklaşımlar değildir.
‘ŞEHİRLER DIŞINDA ÖRGÜTLENME ZAYIF’
Seçim sonuçlarını nasıl değerlendirmek gerekir?
14 ve 28 Mayıs’ta Kurdistan’da ve Türkiye’de başarılı olunmuştur. Halk iradesini ortaya koymuştur. Ama iradenin gasp edildiği bölgeler de vardır. Kurdistan ve Türkiye’nin birçok kent ve yerleşim bölgesinde bunlar yaşanmıştır. Bununla birlikte Anadolu’nun bozkırını, İç Ege ve Karadeniz coğrafyasının ayrıca ele alınması ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Hatta bu coğrafyalarda da yaşayan halka, gecikmeli de olsa özeleştirel bir tutum ve yaklaşım gösterilebilmelidir. Buralarda da halkın iradesi çalınmış ve gasp edilmiştir. Bu coğrafyalarda AKP-MHP’nin tabanın ‘güçlü’ olduğunun söylenmesi de bu gerçeği değiştirmemektedir. Hatta buralarda hileler diğer yerlere oranla daha fazla yapılmış, hayali seçmenler, şişirme ayarlama oylar kayıtlara geçirilmiştir. Bu coğrafyalar istenilene oyların kaydırılacağı yine istenildiği gibi değiştirebileceği yerlerdir. Bunun maddi zemini vardır. Fakat buna bakarak, ‘bu bölgede bunlar yoğunluktaydı’, o nedenle ‘böyle bir sonuç ortaya çıktı’ diye bir kabullenme içerisine girilmemelidir.
Türkiye’deki çeşitli araştırmalar yapılmakta; doğru-yanlış, eksik-fazla da olsa bunların sonuçları resmi kayıtlara geçirilmektedir. Bunlar arasında göç hareketliliği, nüfus yoğunluğu, göç alan ve göç veren bölgelere dair yapılan inceleme ve araştırma sonuçları da yer almaktadır. Bunlar bile incelenip, araştırıldığında; bu bölgelerdeki gerçek sonuçlara ulaşabilme olanağına kavuşulmuş olacaktır. O nedenle araştırıp, ikna edici bir yaklaşımla bu coğrafyalarda yaşayan toplum ele alınabilmeli ve buralara dair yapılan belirlemelerde AKP-MHP faşizmi ‘buralarda güçlüydüler’, ‘buralara giremedik’, o nedenle ‘buralarda kaybettik’, ‘onun için aldılar’ gibi kolay yaklaşımlardan mümkün olduğu kadar kaçınılabilmelidir.
Türkiye’de mevcut durumda sosyalist ve devrimci güçler bu coğrafyalarda örgütlü ve güçlü değillerdir. Buna kimsenin itiraz etmesi de mümkün değildir. Bu, bugünün de bir sorunu değildir; geçmişten devralındığı gibi devam eden, aşılması içinde neredeyse el atılmayan, kabullenilmiş bir sorundur. Bu yönüyle başından beri stratejik olarak yanılgılı yaklaşımların kaynağını alan bir sorun olma özelliğine sahiptir. Oysa Anadolu bozkırı devrimin en temel güçleri arasında yer alan halk kesimlerinin yaşadığı bir yerdir. Akdeniz’in Toros’unun, İç Ege’nin Yörükleri, Türkmenleri objektif durumu bunu gerekli kılmaktadır. Karadeniz 12 Eylül’den önce devrimcilerin çok etkili olduğu bir alandı. Ancak şimdi böyle bir pozisyonda değillerdir. Bundan sorumlu olan Türkiyeli sosyalistler, devrimciler, aydınlar ve demokratlardır. Çünkü başından beri Türkiye’nin kırsal bölgeleriyle ilişkilenme ve örgütlenme çok sınırlı kalmıştır. Ağırlık şehir toplumsallığına verilmiştir. Sosyalist düşünce etrafında daha çok şehirlerde örgütlenilmiş, güç yoğunluğu buralarda tutulmuştur. Kırı devlete bırakmışlardır. Devlette ırkçı, faşist, din istismarcısı, mezhepçi, gerici partileri, tarikatları, grupları, çeteleri oralarda örgütlemiş ve kendine belli bir taban oluşturmuştur. Devrimcilerin, sosyalistlerin yapması gerekenleri yerine getirememiş olmalarının boşluğu, bu şekilde devlet doldurarak kendi lehine kullanmıştır. Tabii bu bir özeleştiri konusudur. Bir hesaplaşmayı, bu coğrafyalara nasıl girilir, örgütlenilir arayışı ve mücadelesi içerisinde olmayı gerektirmektedir.
Türkiye’de egemen iktidar güçlerinin izlediği bu politikanın benzerlerine, başka ülkelerde de rastlanmaktadır. Güney Amerika ülkelerinde de şehirler ve oralara yakın bazı kırsal alanlar devrimci hareketlerin yoğun örgütlendiği yerlerdir. İç bölgeler ise boş bırakılmışlardır. Oluşan bu boşlukta, devlet kontrolündeki; sağcı, faşist, ulusalcı merkez partiler ve örgütler tarafından doldurulmuştur. Bazen de bu boşluk siyasal amaçlı olarak kurulmamış olan silahlı mafya türü çeteler ve soyguncular tarafından doldurulmuşlardır. Kırsal alanda devrimcilerin aleyhine kurulan bu denge, daha sonra o ülkelerde gelişen devrimci mücadelelerin sonuca ulaşması önünde ciddi engeller halini almıştır.
Benzeri bir tablo bugün Türkiye için fazlasıyla geçerlidir. 12 Eylül 1980 öncesinde bu tabloyu değiştirmek için sınırlı olsa da atılan adımlar vardı. Ama bunlar yeterli değildi. Yerine getirilmeyen görevlerin özeleştirisi yapılır. Yoksa ‘böyleydi’ diyerekten, sonuca kendimizi mahkum etmek, onun ile yaşananları açıklamak doğru değildir.
PSİKOLOJİK SAVAŞ
Seçim sonrasında öne çıkarılan psikolojik savaş oyunlarının amacı nedir?
Mevcut haliyle, seçim sonuçlarını meşrulaştırmaya yönelik olarak yürütülen tartışmalar öne çıkarılmaktadır. Son derece bilinçli olarak öne çıkarılan bu gündemlerle toplumun asıl gündeme girmesi engellenmeye çalışılmaktadır. Sadece bununla da sınırlı kalınmamaktadır. Kurdistan halkının, Türkiyeli sosyalist, devrimci, demokratik güçlerinin, kadınların, gençlerin, emekçilerin iradelerine sahip çıkmaları ve kararlı tutumları ısrarlı bir şekilde görünmez kılınmak istenmektedir.
Oysa 14 ve 28 Mayıs’ta kurulan seçim sandıklarında ortaya çıkan gerçek sonuç gösterilmeye çalışılandan çok farklıdır. Tüm engellemelere, hilelere, kullanılan şiddete, aldatmaca ve entrikalara rağmen; 14 ve 28 Mayıs’ta asıl kazanan Kurdistan halkı ile Türkiyeli sosyalist, devrimci ve demokrasi güçleri olmuştur. Her zaman yaşanan bu iradi duruş ve kararlı tutum mutlaka dikkate alınarak 14 ve 28 Mayıs’ta toplumun önüne konulan sandıktan çıkan sonuçlar buna göre değerlendirilerek ele alınabilmelidir. Ancak hedeflenen sonuca da ulaşılmış değildir. Bu da görülmeli; belirlenen hedefe ulaşılmasında öncülük rolünü üstlenen sorumluluk sahiplerinin, şu veya bu nedenden ötürü görevlerini tam olarak yerine getiremedikleri de görülerek özeleştiri vermekten de kaçınılmamalıdır. Bunlar olmalıdır. Tabii bunu yaparken; özel savaş rejiminin kendine göre yanlışla doğruyu birbirine karıştırdığı gri propagandanın, suni gündemlerin, saptırmaların da tuzağına düşülmemelidir.
Eğer böyle bir tuzağa düşülürse, o zaman halkın açığa çıkan irade ve tutumunun görünmez hale getirilmesi engellenemeyeceği gibi, 14- 28 Mayıs öncesi ve hemen sonrasında içine girilen yetersizlikler devam ettirilmiş olacaktır.
O nedenledir ki, asıl gündeme neden girilmediği ve bundan sapılmasının nedenlerinin mutlaka doğru çözümlenmesini gerekmektedir. Bu yapıldığında Önder Apo’nun rehine olarak tutulduğu İmralı’da ağırlaştırılmış tecrit altında tutulmasının nedenleri de bilince çıkarılmış olacaktır. Yine İmralı’dan Kurdistan ve Türkiye’ye taşırılan özel savaş oyunlarının içerisinde AKP-MHP ve Hibulkontra’nın yeri anlaşılır bir hale gelecektir.
Yeni bir Haziran ayı içerisindeyiz. Haziran ayı kendi özgünlükleriyle yine tarihteki yerini alacaktır. Ama Haziran’da ifadesini bulan değerlerin savunucusu, temsilcisi ve o değerleri ileriye taşıyanların da mutlaka yerine getirmeleri gereken görev ve sorumlulukları da vardır. Seçim sonuçları, asıl tartışılması gerekenler ona göre belirlenmelidir. Ne yapmak gerekir, sorusuna verilecek olan cevap da görev ve sorumlulukların yerine getirilmesinde kilidi açan bir anahtar rolünü oynadığı gibi soykırımcı, sömürgeci, faşist TC özel-kirli savaş devletini daha iyi anlama ve çözümlemeyi olanaklı bir hale getirecektir.
14 ve 28 Mayıs sonrasında Hareketimizin ve yönetimde yer alan arkadaşlarımızın yapmış oldukları değerlendirmeler esas alınarak, bunlardan mutlaka doğru sonuçlar çıkarılabilmelidir. Önder Apo’nun TC. Devleti’ne ve onun özel savaş rejimine, AKP ve Erdoğan’a ilişkin yaptığı belirlemelerden doğru sonuçlar çıkarılarak; nasıl bir düşmanla karşı karşıya olunduğu daha net bir şekilde anlaşılacaktır. Tüm bunlardan doğru sonuçlar çıkartıldığında 14 ve 28 Mayıs’ın öncesinde ve sonrasında yaşananlar, AKP-MHP faşizminin, Hizbulkontra’yı da yanına alarak; kurumsallaştırmaya, şekil vermeye çalıştığı soykırımcı, sömürgeci faşist rejiminin yıkılması, her zamankinden daha çok olanaklı hale gelecektir.
Bu temelde tarihsel İmralı Direnişi’ndeki Önder Apo’yu selamlıyorum. Büyük şehitlerimiz Gulan, Sema ve Zîlan yoldaşın gösterdikleri yolda yürüyen, 1 Haziran büyük devrimci atılımının şehitleri şahsında tüm devrim şehitlerimizle birlikte Türkiye sınıf mücadelesi ve toplumsal hareketler tarihinde yön veren etkileriyle büyük sonuçlar ortaya çıkaran 15-16 Haziran ve Gezi Direnişi şehitlerini minnetle anıyor, anıları önünde saygıyla eğiliyorum.