Selahattin ERDEM
Özgür Kürt varlığı Önder Apo ve PKK’de somutlaşmıştır. Kürt halkı, dört parça Kürdistan’da ve yurtdışında bu gerçeği çok iyi görerek Önder Apo ve PKK etrafında kenetlenip komploya ve komploculara karşı özgürlük ve demokrasi mücadelesini yükseltmektedir.
Gerçekten çözüm arayıp bulabilmek için öncelikle Kürt sorununun ne olup ne olmadığını, ne zaman ve kimler tarafından yaratıldığını ve bugünkü durumunun ne olduğunu çok iyi bilmek gerekir. Tabi bir de çeşitli çıkarlar gereği sağa-sola saptırmamak gerekir.
Bilindiği gibi Kürt sorunu, Kürt halkının yok sayılıp her türlü soykırımcı yöntemle yok edilmesi sorunudur. Yani Kürtlere dayatılan bir soykırımdır, jenosittir. Kürt soykırımının kararı, planı ve uygulamasıdır. Kürtler de bu karar ve pratiğe karşı direndikleri için, soykırımcı güçlere karşı sorun olmakta ve bunun için adına ‘Kürt sorunu’ denmektedir. Yoksa sorunu ortaya çıkartanlar ve sorun olanlar Kürtler değildir, tersine çeşitli ekonomik ve siyasi çıkarlar uğruna Kürtleri yok sayıp yok etmek isteyenlerdir.
Kürt soykırımı, tüm boyutlarda uygulanan planlı bir olaydır. Fiziki katliam, demografyanın değiştirilmesi, tehcir(yani Kürtlerin Kürdistan’dan göçertilmesi) ve asimilasyon(yani kültürel soykırım) yöntemleri çok planlı ve etkili bir biçimde iç içe uygulanmaktadır. Fiziki baskı ve katliamda kullanılan en etkili yöntem ise komploculuk olmaktadır. Yani soykırımcı güçler Kürtleri yakalayıp katledebilmek için fazlasıyla yalan, hile ve oyuna başvurmaktadır.
Tarihte uzun süreli ve etkili bir devlet kurmamış olsalar da Birinci Dünya Savaşına kadar Kürtlerin bir halk olarak varlığı inkâr edilmemektedir. Zaten tarihsel toplum gelişiminde her halkın mutlaka bir devlet kurması gibi bir gereklilik yoktur. Onlarca halk bir devletin egemenlik alanında yaşayabilmektedir. Kürtler de Birinci Dünya Savaşına kadar inkâr ve imha edilmeden, ama baskı ve sömürüye maruz kalarak farklı devletlerin egemenlikleri altında yaşamışlardır.
Aslında Birinci Dünya Savaşı içerisinde ve sonunda da Kürt halkının inkârı ve imhası diye bir şey söz konusu değildir. Tersine Kürtler sürekli siyasi ve askeri çatışmalarda hesaba katılan bir halk konumundadır. Nitekim savaş sonrası Osmanlı’yı teslim alan ve parçalayan Sevr Antlaşmasında da Kürt inkârı yoktur, tersine söz konusu anlaşma ‘manda statüsü’ altında bir Kürdistan kurulmasını bile öngörmektedir. Bu anlaşmaya karşı çıkan Mustafa Kemal ve arkadaşları, kendilerini Türklerin ve Kürtlerin ortak hareketi olarak tanıtmışlardır. Sevr Antlaşması ve ona karşı geliştirilen itiraz çerçevesinde Kürtlerin durumunun netleştirilmesi Cemiyeti Akvam’a(daha sonra BM) bırakılmış ve bu temelde bir halk oylaması yapılması bile öngörülmüştür.
Kürt halkını inkâr eden ve yok edilmesinin önünü açan süreç, 1920’li yılların başında gerçekleştirilen ‘Kahire Konferansı’ ile başlamıştır. Bu süreçte İngiltere, Musul Kürtlerinin(şimdiki Güney Kürdistan) kendi siyasetine göre oy vermeyeceğini anlayınca, Cemiyeti Akvam tarafından halk oylaması yapılmasını engellemiştir. Lozan Anlaşması sürecinde Kemalistler, mümkün oldukça Kürtlerin az tartışılmasını ve az yer almasını istemişlerdir. 1921’de Fransa ile ve 1926’da da İngiltere ile anlaşma yaparak Kürdistan’ı parçalayan bugünkü siyasi sınırların çizilmesini sağlamışlardır. Böylece kurulan devletler arasında Kürdistan bölünmüş, Kürt halkı ise siyasi statüsüz bırakılmıştır.
O dönemin İngiltere Yönetimine göre, “Kürtler kendi kaderlerini belirleme konusunda ehil değildirler.” Zaten Kemalistler de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir türevi oldukları için Türk ulus-devlet milliyetçisidirler. İngiltere’nin Kürtlere yönelik bu yaklaşımını da görünce, bundan yararlanıp Kürtleri Türk ulus-devleti içinde eritebileceklerinin hesabını yapmışlardır. Kürdistan’ın bölünmesi ve Kürtlerin soykırıma tabi tutulması demek olan Kürt sorunu da böylece ortaya çıkmıştır.
Kısaca Kürt sorunu, Kürdistan’ın bölünüp Kürtlerin soykırıma tabi tutulması sorunudur. Yaklaşık yüzyıllık bir sorun durumundadır. Esas olarak İngiltere, Fransa ve Kemalist Hareket arasındaki çatışma ve anlaşma temelinde ve bu güçler tarafından ortaya çıkartılmıştır. Tabi en son ABD olmak üzere o dönemin Cemiyeti Akvam devletleri tarafından da kabul edilmiştir.
Dönemin TC Yönetimi, Kürtlerin bu ‘Yok sayma’ yaklaşımından rahatsız olduklarını ve bunu değiştirmek için direneceklerini anlayınca, Kürtler örgütlenip hazırlanarak harekete geçmeden önce kendisi hazırlanıp Kürt yurtseverlerini ezmek için saldırıya geçmiştir. Yani Kürtlere karşı komplocu bir yöntemi seçmiştir. Ve ilk komplo da Şex Sait ve arkadaşlarına karşı 13, 14, 15 Şubat 1925 tarihinde Amed-Elazığ-Bingöl üçgeninde başlatılmıştır. Bu temelde geliştirilen komplocu saldırı sonucunda dönemin Kürt yurtsever gelişimi ezilmiştir.
Bilindiği gibi, benzer bir uygulama 1930’ların başında Ağrı’da ve esas olarak da 1937-38 yıllarında Dersim’de gerçekleştirilmiştir. Kürdistan’ın Başûr ve Rojhilat parçalarındaki egemen devlet yaklaşım ve uygulamaları da bundan farklı olmamıştır. Her yerde soykırım zihniyet ve siyaseti esas olarak komplocu yöntemlerle uygulamaya konmuştur.
Bu sürecin, 1975’ten itibaren Kuzey Kürdistan’da gelişme gösteren PKK’ye kadar bu biçimde geldiği bilinmektedir. Ocak 1975 Cezayir Anlaşması ile KDP’nin yenilip Kürdistan’ı terk etmesi sonucu Kürt direnişinden artık kurtulduğunu hesap eden soykırımcı güçler, aynı süreçte Kuzey Kürdistan’daki PKK gelişimiyle karşılaşınca şaşırmışlardır. Önder Abdullah Öcalan’ın teorik, stratejik ve taktik yaklaşımları ve tarzı karşısında yeni bir Kürt direnişinin gelişimini engelleme konusunda zorlanmışlardır. Böylece soykırımcı saldırının tüm okları Önder Apo’ya ve PKK’ye yönelmiştir.
Bu sefer devreye doğrudan ABD girmiştir. Kürt soykırımını esas alan küresel kapitalist sistemin öncüsü olarak yeni Kürt direnişini ezme görevi ABD’ye düşmüştür. Bizzat dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’ın imzalaması temelinde Önder Apo’ya karşı yeni bir komplo planlanıp uygulamaya konmuştur. Tıpkı Dersim Önderi Seyid Rıza’nın ‘Görüşmek’ için Erzincan’a çağrılıp tutuklanması ve idam edilmesi gibi, Önder Apo da ‘Kürt sorununu görüşerek çözmek’ için Avrupa’ya davet edilmiş ve ardından da imha edilmeye çalışılmıştır. Söz konusu imha planı başarısız kalınca da 15 Şubat 1999 günü kaçırılarak İmralı işkence ve tecrit sistemi içine alınmış ve böylece idam edilmek istenmiştir. Bunda da başarısız kalınca, bu sefer İmralı işkence ve tecrit sistemi içinde çürütme politikasına tabi tutulmuştur. 22 yıldır söz konusu bu politika sürdürülmekte ve Önder Apo bu temelde ideolojik-siyasi yenilgiye uğratılmak ve Kürt soykırımı tamamlanmak istenmektedir.
1925 yılı Şubat ortasında Şex Sait ve arkadaşlarına yöneltilen ilk soykırımcı komplo saldırısı ile kendisine aynı ayda yöneltilen son soykırımcı komplo saldırısını birleştirerek Önder Apo, 15 Şubat gününü “Kürt soykırım günü” olarak ilan etmiştir. Önder Apo, PKK ve Kürt halkı tam 22 yıldır bu komplocu ve soykırımcı saldırıya karşı direnmektedir. Bunun için yirmi binden fazla şehit vermiş ve adeta yaşamı durdurmuştur. Önder Apo ve PKK şahsında yüzyıllık bu komploculuğu ve soykırımcılığı yenmek, Kürt halkının özgürce varlığını ve yaşamını güvenceye almak istemektedir.
Mevcut durumda özgür Kürt varlığı Önder Apo ve PKK’de somutlaşmış, dolayısıyla Kürt soykırımı da Önder Apo ve PKK’ye karşı imhacı saldırı haline gelmiştir. Sömürgeci-soykırımcı güçler bu gerçeği iyi bilmekte ve tüm planlı saldırılarını bu bilinçle yürütmektedirler. Bu nedenle, ortamı bulandırmaya çalışan Kürt işbirlikçiliği ve ihanetinin çabaları sonuç alıcı olamamaktadır. Kürt halkı, dört parça Kürdistan’da ve yurtdışında bu gerçeği çok iyi görerek Önder Apo ve PKK etrafında kenetlenip komploya ve komploculara karşı özgürlük ve demokrasi mücadelesini yükseltmektedir. Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü hedefine odaklanan bu mücadele, 23. Yılda ‘Özgürlük Zamanı Hamlesi’ biçiminde daha çok gelişecek ve AKP-MHP faşizmini yenilgiye uğratarak tarihin en büyük zaferlerinden birini kazanacaktır.