Figen Aras
Kolektif ruh, ortak üretim ve eşit-dengeli tüketim, doğayla ahenkli bir yaşam, evrenin enerjisine karşılık gelen dil ve söylem… Böyle bir yaşam içerisinde kadına yönelik şiddet, tecavüz, ötekileştirme aramak oldukça anlamsız
Kadına yönelik her türlü şiddete karşı mücadele dolu bir haftayı henüz geride bırakmışken kadına yönelik hiçbir şiddetin yaşanmadığı zamanlara yolculuk yapmamız ne kadar da anlamlı bir tesadüf oldu.
Dokuz bin yıldaki dokuz katman şeklinde kadın tarihine yolculuk yaparken şiddetin, sömürünün, ötekileştirmenin yaşanmadığı zaman dilimi insanlık tarihinin neredeyse yüzde 98’lik bölümünü kapsayacak. Ne gariptir ki insanlık tarihinin kadın katliamları ve sömürüsüyle dolu yüzde 2‘lik bölümü sanki tarihin başlangıcıymış ve biz kadınlar varoluştan itibaren bu kaderi taşıyormuşuz gibi bir algı yaratılmak isteniyor.
Doğal toplum ve neolitik dönemi, bu anlam dolu muhteşem yolculuğumuzu “Tamam, güzel dönemler yaşanmış ama kadın ne zaman, nerede kaybetti” sorusuyla telaşlı telaşlı geçmeyelim olur mu?
Önce ana kadın eksenli yaşamı, tanrıçalık kültürünü içimize sindire sindire gözlemleyelim. Tanrıçalarını anlatırken coşkuyla söylenen mitolojileri, kutsanan evlilik törenlerini, tanrıça heykelciklerini, yer altından çıkarılan tarihi yapıları seyredelim.
Belki o zaman erkek egemen zihniyetin kadın yaratımlarından ve kadını özgürlüğünden neden bu derece nefret ettiğini, ondan neden korktuğunu daha fazla açığa çıkarma şansımız olabilir.
Yaklaşık yedi milyon yıllık insanlık tarihindeki yolculuğumuzda zihnin gelişmesi, anlam arayışında somut düşüncenin soyut düşünceyle tanışıp inancı keşfetmesi, el kaslarının gelişerek alet yapması, sesin şekil alarak dile gelmesi gibi binlerce yıl sürecek olan değişimlere az biraz bakabilmiştik. Tabi zorlu coğrafik koşullar, doğayı gözlemlerken keşfedilenler, çevre topluluklardan gelen saldırılar gibi süreçler insanlık tarihini bir nehir gibi sürüklüyordu.
M.Ö. 10000’lerden günümüze yolculuğumuz devam ediyor…
Dünyanın şimdilik keşfedilen ilk yerleşim yerlerinden ve üç bölgesinden biri olan Verimli Hilal-Dicle Fırat havzasına uğrayalım. Hani buzullar erimiş, soğuk coğrafya yerini muhteşem güzellikte adeta cennet kavramını karşılayacak bir sahneye bırakmıştı.
M.Ö. 6000’lere ait neolitik dönem de denilen bu süreçte ilk tarım köy devrimini gerçekleştiriyor insanlar. Böylece göç etmekten vazgeçecek, doğayla ilişki biçimini toprakla geliştirecek. Uzun bin yıllar toplayıcılık ve avcılıkla geçinen insan, artık yabani buğdayı toprağa ektiğinde onun çoğaldığını öğrenecektir. Yani tohumu toprağa ekmek, olgunlaşan buğdayı toplamak, onu un ufak etmek, ıslatmak, mayalamak, şekil vererek ateşte pişirmek… Böylesi bir uygulamanın bugünkü kimyanın, fiziğin, matematiğin temelleri olduğunu kim inkar edebilir.
Bir yanıyla doğurganlığının gizemi ve kutsallığı, bir yanıyla bedenindeki aylık dönüşümlerinin doğayla uyumlu oluşu, bir yanıyla da toprakla olan bağı, şifacılığı, doğayı gözlemleme gücü, sezgiselliği kadınların saygınlığını bir inanca, tanrıçalık kültürüne evriltiyor. Tanrısallık böyle bir şey olsa gerek… Ortaya çıkan bereketten, güzellikten insanın kendi bilgisini kutsaması ve bu bilgiyi tanrısallaştırması. Bir kendini ifade etme biçimi… On beş milyar yıllık evren sanki kendisini fark ediyor ve dile geliyor. İnsanın anlam arayışında ortaya çıkan maddi ve manevi değerler doğadaki aklın sanatsal ifadesi gibi.
Doğadaki enerji formları kadının bedeninde gizemle kişileşiyor. Yaşam veren ve yaşamı sürdüren kutsal enerji, toprak ve kadınla özdeşleşmiş. Sadece bedensel doğurganlık değil, ruhsal evrimin aşamalarında da kadınların deneyimleri göze çarpıyor. Doğurganlıkta bedensel doğumun gerçekleşmesi ve ardından ruhsal dünyanın evrilmesinde anneliğin karakteri belirleyici.
Toprağın tohumla buluşması ile kadın rahminin doğurganlığı kozmik bir dünyanın temsiliyetini andırıyor. Ay’ın dönüşümleri ile kadın bedeninin aylık dönüşümleri binlerce yıllık gözlemle keşfediliyor ve belki de bugünkü takvim bilgisinin temelleri atılıyor. Birbirine dönüşen ikilemlerin ahengi tanrıçalık kültüründe müzikler eşliğinde söylenen şiirlerde kendini gösteriyor. Yaşam ve ölüm, aydınlık ve karanlık, yer altı ve yeryüzü…
Kadınların üretimdeki yeteneklerinin kutsanması, zihniyet gelişimi, tanrıçalık dininde kendini ifade ediyor. Tanrıçalık kültürüne biçilen anlamlar adeta evrenin kadın bedenindeki tezahürü gibi. Yaratıcı gücüyle yaşamın ana kaynağı olan ana kadın etrafında gelişen toplumsallık kendi bilgisini ve bereketini kadın bedeninde simgeleştirerek tanrısal bir kimliğe dönüştürüyor. İnsan yaşamını dönüştüren bereketin aslında kutsal olduğunu ve bu bereketin de kadının yaşamı dönüştüren kültürel karakterinden geldiğini, bu sürecin yani bereketin kadın şahsında kutsanmasını tanrıçalık kimliğiyle ifade ettiklerine tanık oluruz.
İnsanın aklına şu soru geliyor: Kürtçede kadın ve yaşam sözcüklerinin aynı kökten gelişi ( jin= kadın, jîn= yaşam) doğal toplum ve ardından gelişen neolitik uygarlıktaki kadınların yaşamla olan ilişkisine mi bizi götürüyor.
Tanrıça inancında ona yaradılışın başlangıç ilkesi olarak tapınılırken zamanla üretim ilişkilerinde, sanatta, toplumsal yapılarda süreklileşen bir kurumsallığa dönüşüyor. Tanrıçalık kültürü toplumu hem zihinsel, kültürel olarak temsil etmekte hem de fiziki olarak tapınaklarda kurumsallaşmakta. Tapınaklar yaşamın merkezi olarak görülmekte ve eğitimden cinsellik bilgisine, üretim ilişkilerine ve yönetim mekanizmalarına kadar kolektif bir mekâna dönüşmektedir. Tanrıça tapınaklarında tanrıçayı yeryüzünde temsil eden başrahibe ve rahibeler yaşıyor. Şenliklerle dolu geçiyor günler, ortaya çıkan ürün orada toplanıyor ve eşit dağıtılıyor, dönemsel cinsel birleşmeler ayinsel bir havada gerçekleşiyor, yaşama hazırlık için eğitimler orada görülüyor. Daha önceki yolculuğumuzda karşılaştığımız totem, tabu, büyü gelenekleri gizemini koruyarak anlam dünyası daha fazla ifadeye kavuşarak, kurumsallaşarak sürüyor.
Tanrıçalığa biçilen anlamlarda evrenin yaratıcısı, yaşam veren, koruyucu, yasaların düzenleyicisi, kaderi belirleyen, otacı- şifacı, avcı, üreme tapıncı, savaşçı karakterleri var.
Yılın bereketli geçmesi, mevsim döngülerinin gerçekleşmesi, döl yatağının verimliliği için cinsellik şölen havasında geçebilmektedir. Nasıl ki toprak tohumla buluştuğunda yeni bir canlılık hali gerçekleşiyorsa kadının rahminde de yeni bir yaşam gerçekleşiyor. Ve bu oluşumun başlangıç hali kutsanıyor.
Bu yolculuğumuzda karşılaştıklarımıza dair tarihi kaynakları, delilleri vermek sayfanın kendisinden fazla tutacağı için kaynak aktarımını sona bırakabiliriz. Ve karşılaşacağımız tanrıça isimlerini, ona atfedilerek yapılan ritüel çeşitlerini, mitolojik hikayeleri vermek de burada mümkün görünmüyor. Ancak Mezopotamya’da öyle bir tanrıça var ki onun ismine değinmeden geçmek içimize sinmiyor. Günümüze kadar gelmiş olan yazılı metinlerdeki tanrıçalık kültüründe ilk karşılaşılan isim olması nedeniyle Ninhursag’a değinebiliriz:
Mezopotamya’nın dağ tanrıçası, evrenin anası, bereketin, aşkın sevginin, koruyuculuğun, şifacılığın temsili. Tek başına evrendeki tüm enerjilerin toplamını gizemli bir şekilde kendi kadın bedeninde toplamış. Tanrıçanın saygınlık uyandırdığı dönem doğal toplumun ana kadın etrafında şekillenerek yeni bir uygarlığa, neolitik döneme geçtiği dönem. Kolektif ruh, ortak üretim ve eşit-dengeli tüketim, doğayla ahenkli bir yaşam, evrenin enerjisine karşılık gelen dil ve söylem… Böyle bir yaşam içerisinde kadına yönelik şiddet, tecavüz, ötekileştirme aramak oldukça anlamsız. Olmayan bir şeyin varlığına dair konuşamıyoruz. Ancak olmayışın kökenlerini rahatlıkla görebiliyoruz.
Biz kadın tarihinin diğer katmanlarına geçmeden, isterseniz gelecek buluşmada kendimizin, annelerimiz ve ninelerimizin yaşamla olan bağını neolitik dönemde aramaya çalışalım. Tüm kadınların bu yolculukta tanıdık gelecek hikâyelerle karşılaşmış olduğunu bilmek heyecan verici: Şifacılık, sezgisellik, gizemli ritüeller, doğayla uyum, totem- tabu, fal-büyü, toplumsal yönetimdeki iradi duruş, analitik ve duygusal zekayı birlikte dengeli kullanım, yaratıcılık…
Belki de kadınların neolitik çağ tarihi hala günümüzde yaşıyordur ya da biz hala o tarihin içindeki bir sahnedeyiz…
Kaynak: Yeni Yaşam Gazetesi