Tarih(imiz)e hayranlıkla, minnetle, saygıyla – Temel DEMİRER

0
793

“Gerçek bir kez uyanır
ve asla ölmez.”

Antonio Gramsci’nin, “Eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor: Şimdi canavarların zamanı,” diye tanımladığı “zor günler”den geçiyoruz.
Geçmişte de böylesine tanık olmuştuk; kim bilir, gelecekte de daha ziyadesine taraf olmamız muhtemeldir.
Ancak, “Görünen, gerçek olsaydı bilime gerek kalmazdı… Her şeyi sorgulayın… Şiddet, tarihin ebesidir,” diye seslenen Karl Marx’ın öğrencileri olarak aslolanın hareket ve değişim olduğundan bir an dahi şüphe duymadık.
Kolay mı? Tarihin tek değişmezi, her şeyin değiştiğiyken; ya da değişimden başka hiçbir şey sürekli değilken; Samed Behrengi’nin, “Akıp da hiçbir yere ulaşamamak olası mı? Yani sence bir sonu yok mu derenin? Oysa her şeyin bir sonu var!” uyarısını unutmak mümkün mü?
O hâlde imkân dahilinde olmayana, beklenmedik şeylere ve olana hazır olmak; tetikte durmak gerekiyor. Bunun içinde bellek tazelemeye; tarih bilgisine ihtiyaç(ımız) büyüyor.

Ne mutlu bize! “Söyleyecek çok şeyim(iz) vardı; ancak onları layığıyla anlatacak kelimelerim(iz) yoktu” notu düşülmesi gereken onur dolu müthiş bir tarihin mirasçılarıyız.
Howard Zinn’in, “Tarihi bilmiyorsan dün doğmuşsun demektir. Dün doğmuşsan her lider sana istediği hikâyeyi anlatabilir,” notunu düştüğü tarih(imiz) kilit önemdeyken; tarihi bilmeyenler, onu tekrarlamaya mahkûmdur. Çünkü soru(n)lara, üretilen yanıtların birikimi olarak tarih(imiz), ezenler ve ezilenler arasındaki mücadelelerin eseridir ve tembeller tarih yapamazlar! Onlar sadece ezenlerin tarihine boyun eğip, teslim olurlar; insan(lık), tarih içinde bir varlık değil, tarihin kendisinden başka bir şey değildir.
Evet Karl Marx’ın, “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker,” saptamasındaki üzeredir her şey.
Ve biz(ler)e bir şeyler öğretmeseydi eğer, tarihin hiçbir değeri olmayacak; öğreten, mücadeleye çağıran tarih(imiz) sadece geçmişe değil, geleceğe de mündemiçtir.
Bu güzergâhta egemenlerin tarihinde itaat “erdem”, itaatsızlık ise “günah”la özdeşleştirilmişken; öncelikle bu tarih anlayış(sızlığ)ından kurtarılması gerekir akl(ımız)ın… Çünkü akl(ımız)ı özgürleştirmek başkaldıran tarih bilgisiyle olasıdır.
Mücadele edilmeden tarih yazılamaz; dahası tarihi yeniden yazmak için, sadece haklı veya ezilen olmak yetmez; ayrıca güçlü olmak, başkaldırmak gerekir. Güç örgütlü olmaktan gelir. Söz konusu bağlamda ezilenler açısından başkaldırmazlarsa tarih hep aynıdır, başkaldırırlarsa hepten farklı…
Kolay mı? Tarih ve bellek (kişisel ya da kolektif) devlet aygıtları eliyle biçimlendirilebilir. Bir başka deyişle hem tarih hem de bellek iktidar tarafından manipüle edilebilen bir olgudur. Tam da bunun için “Geçmiş; kültürel duyarlılıklara, etik sorgulamalara ve şimdiki zamanın politik gereklerine göre ayıklanıp yeniden yorumlandıktan sonra kolektif belleğe dönüşüyor,” der Enzo Traverso.
Geçmiş egemenlerin kontrolünde şeyleştirilip, yok edilirken; tarih(imiz)i, bellek(imiz)i, siyaset(imiz)i egemen yalandan özgürleştirmeyi bilmeliyiz. Şüphe yok: Geçmiş(miz)i, tarih(imiz)i anımsamadan, egemen yalandan özgürleşmek mümkün değildir…
Geçmiş(miz)i, tarih(imiz)i anımsamanın iki farklı boyutundan söz eder Marcel Proust: Birincisi anımsamanın unutmaya karşı koyan, ona direnç gösteren boyutudur. Bellek unutma olgusuna bilinçli olarak karşı koyar. Belleğin güçlendirilerek, yaşantıların, anıların sürekli taze tutulmasını amaçlar.
İkincisi ise pek çok olayı aynı kategoriye sokmayı ifade eder. Olayın kutsallaştırılması, hiçbir şeyin ona yaklaşamamasını sağlamak üzere onu ayrı bir alanda tutmak için diğerlerinden soyutlamak şeklinde tanımlanabilir. Sıradanlaştırma ise, “geçmiş”i ana yapıştırmak, birini diğeriyle basitçe özümsemek. Sonuçta her ikisini de yanlış tanımak demektir.[4]
“Tarihin, yenilmez görünen tiranlarla ve katillerle dolu olduğunu unutmayın. Ama sonunda daima yenilirler,” diye haykıran Mahatma Gandhi’yi…
“Tarihin yörüngesi, en ufak ikircikliğe yer bırakmayacak ölçüde işçi sınıfının yörüngesine girmiştir,” uyarısıyla Hikmet Kıvılcımlı’yı…
Ve “Tarihin konuşacağı gün gelecektir. Ama bu, Brüksel’de, Paris’te, Washington’da, Birleşmiş Milletler’de öğretilen tarih olmayacak… Afrika kendi tarihini yazacak ve hem Kuzey hem de Güney’de bu, zafer ve saygınlık tarihi olacak,” diyen Patrice Lumumba’nın savaş narasını unutmayacağız…

“Duydum”! Ben bunlardan söz ederken; “Ya hâlimiz” dedi!
Hâl(imiz)e dair; “Size bu ölü yaşamı hazırlayan sermaye sahibi egemen sınıftır. Bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece sürecektir,” yanıtını verir çok öncelerden Maksim Gorki!
Negatifi bilmiyor, görmüyor değilim!
Ama sorarım durmadan negatifin altını çizip, biteviye ondan söz ederek yolu(muzu) açmak mümkün mü? Elbette değil yani mızmızlanarak yol almak imkânsız!
Hicri İzgören’in dizelerindeki üzere -biliyoruz, görüyoruz-: “Her şey tek tele ayarlı artık/ koronun karnı çatladı, sesini yitirdi herkes./ Yeni kimlikler ediniyoruz kirlerimizden/ Sıfırı bol sayılardan tapınaklar/ Bono borsa tahvil taksit arz-talep/ ‘Yükselen değerler’ alçalan insanlığımız/ Çoğalan tikler, günde beş vakit cinnet.”
Evet hayatın birçok alanında geniş çaplı “değer” kayıpları yaşanıyor. Çoğu kavramın anlamını yitirdiği bu çarkta yozlaşma kendine geniş bir yaşam alanı buluyor ne yazık ki… Günün hâkim anlayışı, kendi kokuşmuş yargılarını haklı göstermek için ya değerleri bütünüyle yok sayıyor ya da etik ve erdem olarak var olması gereken ‘değer’lerin taşıdığı anlamın içini boşaltıyor…
Bizi biz yapan en önemli değerler bile bu hengamenin içinde yerle bir ediliyor. İnsan doymak bilmeyen bir varlık hâline gelebiliyor. Daha çok sömürü, daha çok kazanç, daha çok tüketim beraberinde daha çok zulmü, daha çok yokluğu, yoksulluğu da getiriyor. Bu hengame içinde “iyi”, “kötü”, “doğru”, “yanlış” gibi değer yargılarının da anlamı ve önemi yok ediliyor. Oysa hangi cenahtan, hangi pencereden bakarsak bakalım temel insani değerlerin değişmezliği temeldir.
TDK’nin sözlüğünden “Değer” sözcüğünün anlamını, anlamlarını aktarıyorum… Birinci anlamı: “Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet.” İkincisi: “Bir şeyin para ile ölçülebilen karşılığı, paha.” Bu iki tanım iki farklı temele oturtulmuş durumda: Bir sözcüğe yapılabilecek en büyük kötülük bu olsa gerek, ona iki zıt anlamı aynı anda yüklemek ve onu çelişkinin kendisi yapmak… Kimileri artık “değer” kavramını sadece “eder” ya da “paha” anlamlarıyla tanımlıyor ve kullanıyorlar… Bu yaklaşım insana hüzün veriyor. “Değer” kavramının “paha” “bedel”, “eder” gibi maddi ölçüler yerine kullanılmasıyla, sözlük ya da kavram dağarcığımızdan bir fire daha vermiş oluyoruz. Çünkü birinci anlamı esas, ikinci anlam yozlaşmanın adı oluyor. Malum “yükselen değerler” sürecinde topyekûn bir değişimin göstergelerindendir. Kavramların anlam değiştirmesi. Kavram karmaşaları…
“Değer” ve benzeri kavramların değişimi basit bir sözcük-anlam tartışması olarak algılanmamalıdır. Bu durum toplum yapısında yozlaşma sürecinin bir parçası olarak değerlendirilmeli ve bu noktada tartışılmalıdır. Değişen sadece sözcüğün anlamı değildir çünkü… Çünkü bu; “değer yargıları”nın değişimi, “değerli” olanın algılanma biçimidir. Eski çağlardan bu yana; doğruluk, vicdan, adalet, hak-hukuk ve benzeri değerler hakkında insanlar arasında bir görüş birliği süregelmiştir. Hayatı yaşanır kılmak ve anlamlandırmak insanların için kimi değerlerle ve değer sistemleriyle bağ kurması gerekecektir. İşte kurulması gerekli olan bu ilişki bizi insan kılacak ve insani olanı belirleyecektir. Bu değerlerinden uzaklaşan toplum ya da bireyler omurgasız kalmış yapılardır. Parayla satın alınabilen hiçbir şey “değer” olamaz. Çünkü maddi olanakların sağladıklarını tepe tepe kullanan insan, eninde sonunda kendiyle baş başa kalıp hesaplaştığında para ya da maddiyat işlemiyor. Kendine ve sevdiğine söyleyecek şarkısı, okuyacak şiiri olmayan insan kıvranmaya çıkış yolları aramaya başlıyor.
Kişinin peşinden koştuğu, önemsediği, “değerli” bulduğu şeylere bakınca değişenin birkaç kavramın anlamı olmadığı, değişenin asıl bizim insanlık anlayışımız ve değer yargılarımız olduğu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya çıkacaktır. Evet böyle bir dünyayız artık. İnsanı insan yapan, cüzdanımızın içi mi? Yüreğimiz ve zihnimizdeki “değer”ler mi? İnsani duyarlığa yakışan ve aslolan, bize; yitirilmeye çalışılan “değer”lerimize, yüreğimiz, beynimiz ve duruşumuzla sahip çıkmak olacak… “Değer”sizliğe “Hayır” dediğimiz oranda “değer”liyiz.
O hâlde geçiş sürecinin yerküresinde, coğrafyamızda yeniden ve bir kez daha tarih(imiz)in devrimci değerlerine sarılmak gerek.

Savaşın “barış”; barışın da “savaş” demek olduğu sürdürülemez kapitalizmin XXI. yüzyıldaki geçiş sürecinin yerküresi; Ludwig Andreas Feuerbach’ın, “Çağımız… İşaret edilenden çok işareti, hakikisinden çok sahtesini, gerçeklikten çok hayali, özden çok görünüşü yeğliyor,” saptamasını andırıyor sanki!
Alman hükümetinin 2019’un ilk 10 ayında 7 milyar 420 milyon euro değerinde silah ve teçhizat ihracatına izni verip, “rekorlar” kırdığı yerküremizde dünyasında en zengin 26 kişi, 3.8 milyar insan ile (bu dünya nüfusunun yüzde 50’sinden fazlası demektir!) eşit zenginliğe sahip…
“Tarihin sonu” değil; küreselleşmenin enkazıyla yüz yüzeyiz…
Hatırla(t)madan geçmeyelim: Küreselleşmecilik, kapitalizmin genişleme eğiliminin, modern emperyalizmin, “merkez” ülkelerin dış politikasının egemen ideolojisiydi. Liberaller ve sosyal demokratlar, hatta sol entelijensiya içinde önemli bir kesim, “küreselleşmeciliğin” çevre ülkelerin piyasalarının kullanıma açılmasını meşrulaştırdığını göremediler; ucuz iş gücünden, finansal spekülasyondan yararlanmak için buralara göç eden sermayenin, kendi ülkesinde işsizliği yoksulluğu artırdığını da… Bunlar, küreselleştirmeyi, “demokratikleştirici, kaynaştırıcı” bir süreç olarak sunan anlatıyı benimsedilerse de; sonuç ortada!
Daha da derinleşen III. Büyük Bunalım’ın “sol gösterip sağ vuran ve böylece halkı ters köşeye yatırıp parti devleti yönetimine kucak açan ve nihayetinde faşizme kapı aralayan bir ideoloji”nin[9] yüksel(til)diği yerküremiz, bir kez daha yeniden paylaşımın eşiğinde!
Anımsayın: Hannah Arendt, ‘Totaliterliğini Kökenleri’ başlıklı çalışmasının, Emperyalizm bölümünde, I. Dünya Savaşı’na götüren dinamiklerle ilişkili şöyle bir tespit yapıyordu: Tarihte “İlk kez, parasal yatırım olanaklarının (sermaye ihracı-yn) yolunu güce (diplomasi ve askeri-yn) yapılan yatırım açmıyordu. Bu kez, uzak ülkelerde denetimsiz yatırım (sermaye ihracı-yn), toplumun geniş bir kesimini kumarbazlara, kapitalist ekonomiyi bir üretim sisteminden finansal spekülasyon sistemine dönüştürerek, üretimden elde edilen kârların yerine komisyonlardan elde edilen getirileri koyuyordu. Artık güç ihracı, para ihracının (sermaye ihracının-yn) izinden gidiyordu. Emperyalist dönemden önceki on yıl, geçen yüzyılın 70’leri mali spekülasyonda, dolandırıcılıkta ve hisse senetleriyle kumar oynamada görülmemiş bir artışa tanık oldu.”
Diğer bir deyişle: Siyasi gücün, ekonomik çıkarın yolunu açtığı, “önce işgal et sonra ekonomik kullanıma aç” olarak tanımlayabileceğimiz sömürgecilik döneminden farklı olarak, sermaye, mal ihracı ile oluşan ekonomik etki, siyasi etkinin önünü açıyordu.
İkincisi, finansallaşma ilk kez olmuyor. Finansallaşma, sanıldığı gibi, kapitalizmin yeni bir aşaması değil, kapitalist krizin bir ürünü. Finansallaşmayı mali kriz, onu da siyasi gerginlikler izliyor. Arendt’in işaret ettiği gibi, dişinden tırnağına silahlı bu imparatorlukların ekonomik rekabeti savaşlara yol açıyor…
Şimdi, küresel ekonomide güç dağılımı değişirken büyük güçler arası rekabet hızlanıyor. Devletler arası eşitsizlikler azalırken toplumlarının içindeki eşitsizlikler artıyor. Bu da küreselleşme (uluslararası işbirliği ekonomik entegrasyon ve benzeşme) karşıtı popülist hareketleri güçlendiriyor.
2008 mali krizinde ABD’nin ekonomik modeli “Washington Mutabakatı”na (neo-liberalizm) güven kaybolurken Çin’in kriz içinde yükselmesi ABD’de kaygı uyandırıyor. ABD ve Çin arasında stratejik rekabet giderek hızlanıyor. Bu yeni jeoekonomik düzende, ekonomik araçlar, jeopolitik kazanç elde etmek amacıyla, giderek daha yoğun biçimde kullanılıyor.
Hannah Arendt’in saptamalarına dönersek, ekonomik güç, ticari korumacılık, ekonomik yaptırımlar gibi araçlarla siyasi-jeopolitik gücün önünü açmak, rakibin teknolojik gelişme hızını, siyasi gücünü sınırlamak için giderek daha yoğun biçimde kullanılıyor.
Bu sırada uluslararası ilişkileri düzenleyen, ticaret anlaşmaları, küresel ısınmaya karşı uluslararası işbirliği anlaşmaları, nükleer silahları sınırlamaya ilişkin anlaşmalar teker teker çöküyor. Bu birbiriyle rekabet eden büyük güçlerin, üçüncü ülkelerle (daha zayıf, yoksul, az gelişmiş ülkeler) yaptıkları ikili anlaşmaların sayısı ve kapsamı artıyor.
Dünyanın ekonomik coğrafyası de facto paylaşılırken, hızla silahlanmakta olan büyük güçler açısından, ulusal güvenlik konularıyla, piyasaların, tedarik zincirlerinin, gıda, su, mineral, enerji kaynaklarının güvenliklerinin rakip ülkelere karşı korunması gereksinimi iç içe geçiyor. Adeta tarih kendini tekrarlıyor. En azından, Mark Twain’in deyimiyle “kafiyeli konuşmaya başlamış” gibi görünüyor.

Tarihin “kafiyeli konuşmaya başladığı” kesitte: Yeni teknolojilerin, özellikle internetin katkısıyla, dünya ekonomisini bütünleştirecek, riskleri azaltacak, kültürleri kaynaştıracak umuduyla, adeta bir kader gibi sunulan liberal-küreselleşmeci fantezi, tam gerçekleşirken çökmeye ve karşımıza beklenmedik derecede kötü sorunlar koymaya başladı.
Bu durumda bir ironi ve bir de paradoks var. İroni: Küreselleşme çökerken karşımıza ancak küresel çapta çözülebilecek, çözülemezse yalnızca uygarlığın geleceğini değil, gezegende yaşamın varlığını tehlikeye atacak cinsten sorunlar koydu.
Malların, sermayenin dolaşımını serbestleştiren, finansallaşmayı hızlandıran küreselleşme, bir taraftan finansal devreler, tedarik zincirleri, haberleşme ağlarıyla entegre olmaya başlayan bir küresel mekân yaratırken diğer taraftan kaynakların dağılımında tarihte görülmemiş bir eşitsizlik, artık ‘The Financial Times’in küresel ekonomi editörü Rana Foroohar’ı bile kaygılandıran bir servet kutuplaşması yarattı.
Bu kutuplaşma ülkelerin içindeki, ülkeler arasındaki ekonomik, politik dengeleri sarstı…
Eş zamanlı olarak en önemli sorun, gezegende tüm yaşamı tehdit eden iklim krizidir. Bu da küreselleşmeyle yakında ilgilidir. Atmosfere karbon salınımının 1980’lerden (liberal-küreselleşme başlarken) bu yana, baş döndürücü bir hızla, giderek ivme kazanarak arttığını görüyoruz. Bu artış, sermayenin, malların dolaşımındaki genişleme ve hızlanmanın mal, insan taşımacılığına- hidro karbon kullanımına-getirdiği basınçla olduğu kadar, dünya üzerinde, daha çok elektrik, su, et tüketen, hidrokarbona (yakıtlar, plastikler ve diğer kimyasallar) bağımlı yeni üretim ve tüketim merkezlerinin ortaya çıkmasıyla da yakından ilgilidir.
Bu soru(n)lar, ekonomik çöküşler, savaşlar, katliamlar, soykırımlar, ekolojik çöküş gibi, hep birlikte ve tek tek tüm uygarlığın, hatta tüm canlıların varlığını tehdit ediyorlar.
Söz konusu yıkımı nedeni ücretli köleliğin sürdürülemez kapitalizmidir! Söz konusu durum -görenler için- öylesine nettir ki…
Kendi ifadeleriyle,“Otoriter Kapitalizm”i kınayanlar (hangi kapitalizm otoriter değil ki?) ya da “Kapitalizmle demokrasi, liberal ideologların iddia ettiği gibi, ikiz kardeş değiller,”[14] diyenler; sermayedar sınıfın emeği sömürdüğü, devletin de bunu bekçisi olduğu sınıflı düzen(sizlik)de demokrasi ol(a)mayacağı gerçeğini görmezden geliyorlar!
Kapitalist neo-liberal barbarlığa eşlik eden “muhafazakâr devrim”in (tabir Margaret Thatcher tarafından kullanılmıştı!) önemli adımı, 1973’te General Pinochet’nin darbe ile demokratik-sosyalist yönetimi devirmesiydi. Neo-liberalizmin fikri kaynaklarından Friedrich August von Hayek, 1981’de, Şili’de yayımlanan ‘El Mercurio’ dergisinde, köktenci bir iktisadi liberalizmle diktatörlüğün, yeni kapitalizmle otoritarizmin birbirini tamamlamasını, “Şahsen liberal bir diktatörü, liberalizmi eksik bir demokratik hükümete tercih ederim,” diye övüyordu!
Bugün kapitalist “demokrasi” bundan başka bir şey değildir yani “yok hükmünde”dir! Yani kapitalizm ile demokrasi arasında “ikiz kardeşlik” bir yana, herhangi bir ilişki kalmamıştır artık!
Bu tabloda Amerikalı ünlü gangster Al Capone’un, kapitalizmi “egemen sınıfın düzenlediği meşru haraç rejimi” olarak tanımlaması; mesleğin sırrına vakıf bir kişi olarak, “şapka çıkarılması” gereken bir tanımdır…

Ve memleket(imiz)in hâline gelince…
İzmir Bornova’da 30 yaşındaki hemşire Müjgan Ö., intihar ederek yaşamına son verdi…
Antep’te 47 yaşındaki Güllabi A. sıvı temizlik maddesi içerek intihar etti…
Sakarya Serdivan’da 41 yaşındaki Mert Ö., kendini iple merdiven korkuluklarına astı…
Diyarbakır Bismil’de harita mühendisi 26 yaşındaki Ömer Ş., silahla yaşamını sonlandırdı…
Antep Zeugma Müzesi’nde görev yapan 33 yaşındaki Arkeolog Merve Kaçmış, Diyarbakır’da abisinin evinde intihar etti…
Ekonomik kriz, yaşam pahalılığı, ekonomik zorluk ve işsizlik gibi birçok etken sonucu umudunu yitiren ve çıkış yolu bulamayan insanlar, intihar ederek yaşamını yitiriyor. Verilere göre, 2018’de 3 bin 161 kişi intihar etmişti. Sadece 17 Ocak 2020 gününde beş kişi intihar etti.
Daha başka ne anlatayım? Hadi birkaç şey daha ekleyelim!
Nâzım Hikmet Ran’ın, “mussolini çok konuşuyor taranta-babu!/ tek başına/ yapayalnız/ karanlıklara/ bırakılmış bir çocuk gibi/ bağıra bağıra/ kendi sesiyle uyanarak,/ korkuyla tutuşup/ korkuyla yanarak/ durup dinlenmeden konuşuyor./ mussolini çok konuşuyor taranta-babu/ çok korktuğu için/ çok konuşuyor…” dizeleriyle müsemma coğrafyamızda yeni-patrimonyalizmin istibdadıyla yüz yüzeyiz…
Max Weber’in geleneksel hükmetme yöntemleri arasında saydığı patrimonyalizmden esinlenen sosyolog Shmuel Noah Eisenstadt, kolonyalizm sonrası bağımsız Afrika devletlerinin birçoğunda gözlemlenen yönetim sistemini, 1973’te yayımlanan kitabında neo-patrimonyalizm olarak tanımlamıştı…
Neo-patrimonyalizm veya geleneksel patrimonyalizmin modern biçimi olarak yeni-patrimonyalizm, modern devlet örgütlenmesi görünümü altında geleneksel hükmetme biçimlerine dayanan bir melez hükmetme biçimidir. Patrimonyalizmin bir alt türü olan sultanizmde olduğu gibi, devlet hükümdarın şahsi mülkü olarak resmen kabul edilmez. Ama hükümdar kurumsal olarak mülkün sahibidir. Kamu alanı ile özel alan arasındaki fark fiilen ortadan kalkmıştır. Otokratik veya oligarşik bir hükmetme yöntemi yürürlüktedir.
Yeni-patrimonyalizmde de siyasal olan iktisadi olanı belirler hâle gelir. İktisadi ve siyasal rollerin bir kişiyle özdeşleşen bir merciide birleştirildiği bu yönetim biçiminde, devlet sermaye birikiminin önde gelen alanıdır. Sadece iktisadi sermaye birikimi değil, siyasal sermaye birikimi de devlet alanı içinde gerçekleşir… Hiper-başkanlık sisteminin yürürlükte olduğu birçok ülkede, yeni-patrimonyalizmin en önemli toplumsal meşruiyet kaynağı kolonyalizmin kültürel mirasından arınma söylemi olmuştur. Otokratların toplumda kolonyalizme karşı tepkiyi yönlendirip, araçlaştırmaları çok yaygın bir hükmetme biçimidir.
Kuvvetler ayrılığının ortadan kalktığı bu rejimlerde, iktidarın şahsileşmesi, kurumlaşmanın önündeki en büyük engel olur. Başkanın kişisel iktidarı,… ordudan partiye, kamu kurumlarından devlet güdümlü STK’lere kadar bütün örgütlerin kurumsal içeriklerini boşaltır. Bütün devlet kurumları ve kamu görevi verilmiş kuruluşlar patrimonyal gücün hizmetlilerine, özel kurumlar da bu gücün bağımlılarına dönüşür. Kayırmacılık, eş-dost kapitalizmi öne çıkar.
Hukuk devletinin yerini şahsileşmiş keyfi yönetimin aldığı bu rejimlerde, bir tür geleneksel Big Man (Büyük Adam) konumuna sahip olan muktedire karşı her türlü eleştiri, devletin bekasına yönelik tehdit, açık ve yakın tehlike olarak sunulur. Big Man’in meşrebine göre şiddet derecesi değişen bir bastırma ve susturma politikasına gerekçe oluşturur.
Yeni-patrimonyalizmde kamu mülkünün tasarrufu yetkisinin tek bir mercii ve kişiye verilmesi, mülkün sultanın şahsıyla bütünleştiği geleneksel patrimonyalizme benzerlikler gösterir. Big Man’in iktidarda kalma süresi uzadıkça, hükümdarın şahsı ve hükümdarlık kurumu arasındaki fark da giderek ortadan kalkar. İktidar kan, evlilik ve arkadaşlık bağlarının önde geldiği klanik bir nitelik alır.
Yeni-patrimonyalizmin özelliği, başta yargı olmak üzere, bütün kamu kurumlarının rollerini ve davranışlarını öngörülemez hâle getirmesidir. Bu öngörülemezlik genelleşmiş bir güvensizlik yaratır. Birçok Afrika ülkesinde bu genelleşmiş güvensizlik ortamı hem otokrat yönetimlerinin bir sonucu hem de bu yönetimlerin iktidarlarını yeniden üretmelerinin bir aracıdır.
Her türlü iç denetim ve karşı gücün ortadan kalktığı veya gayri meşru ilan edildiği, hükümdarın bütün kamu kaynaklarının tasarrufunu kendi elinde topladığı bu rejimde, hükümdarların kamu kaynaklarını şahsi servetleri gibi kullanma eğilimleri çoğu zaman baskın çıkar. Bu sadece kullanma ile sınırlı kalmaz, bir servet edinme yöntemi olarak da çalışır.[18]
Ancak bunların bir artısı daha var! O da kapitalizmin yapısal krizinin bir parçası olan Tür(kiye) kapitalizminin açmazı…
IMF’de, Hindistan Merkez Bankası’nda baş ekonomist olarak çalışmış, Şikago Üniversitesi’nde maliye bölümünde profesör Raghuram G. Rajan, ‘Project Syndicat’taki ‘Bir Ekonomik Kış mı Geliyor?’ başlıklı denemesine “Makroekonomik devinimleri yöneten eski kurallar artık işlemediğine göre…” sözleriyle başlıyordu…
Barclays Bank’ın yönetim kuruluna katılan, Pimco’nun (dünyanın büyük bono yöneticisi) eski genel müdürü ve hâlen Cambridge Üniversitesi Queen’s College dekanı Mohamed el Erian’ın, ‘The Financial Times’daki, ‘Artık Güvenilemeyecek Beş Piyasa Aksiyomu’ başlıklı yazısı da, “Ekonomik, finansal ve siyasi olarak ‘düşünülemez’ olduğuna inanılan şeyler artık birer olgudur,” sözleriyle başlıyordu…
Bunlara ‘The Financial Times’ın ‘Thatcher Devrimi Tehlikede”; ‘The Economist’in de “Davos partisi dağılmaya başladı” saptamalarını da ekleyebiliriz…
Özetle artık “eskisi gibi olmayan” bir zaman var karşımızda. Siyasal İslâmın devletinin, olumsuz ekonomik haberleri artık yasaklanmaya başlamasından hareketle, Türkiye ekonomisi için de benzer bir saptama yapılabilir…
Böyle “kırılmış” zamanlar, toplumların karşısına, dünü bugünle, bugünü de yarınla bağlayabilecek, ilkeleri ve olasılıkları düşünebilmek için yeni fırsatlar koyarlar ve koymaktadırlar da…

Sıra bize geliyor!
“Kırılmış Zaman”ların önümüze koyacağı fırsatlardan yararlanabilmek için, tarih(imiz)den hareketle, gözlerini geleceğe çevirmek; “bugünün” yaratabileceğimiz gelecekte başka türlü olabileceğini düşünmek ve pratiğini hayata geçirmek ve de pratiğimizin mantığını bu düşünceye göre değiştirmek gerekiyor.

“Bu da ne demek” mi?
Yeniden, bir kez daha “Tarihin ‘Sol’ Yanı”na sarılıp; coşku, umut, hasret, romantizm, tutku, bilinç yüklü başkaldırı fırtınalarını öne çıkarmak, altını ısrarla -durmadan!- çizmektir…
İşte tam da bundan ötürü tarih(imizin) bilgisine muhtacız…
Tarih(imiz) geleneğimizdir ve coğrafyamızda sol ve sosyalist hareketinin öncü unsurları Ermeni, Rum, Makedon, Yahudi ve Bulgar kökenli sosyalistlerdir.
1848’de yayınlanan Komünist Manifesto ve 1871 Paris Komünü’nün devrim ve sosyalizm şiarları Doğu’ya doğru yayılırken etnik, kültürel ve dinsel ilişkiler bakımından Avrupa’ya daha yakın olan bu halkların aydınları tarafından benimsendi. Bu bağlamda Osmanlı tarihinin bilinen ilk sosyalist örgütlenmesi Ermeni aydınları tarafından gerçekleştirildi. 1887’de Avedis Nazarbeg öncülüğünde Marksizm’i benimsemiş 5 öğrenci tarafından Sosyal Demokrat Hınçakyan Partisi (SDHP) kuruldu. Bu örgütün adındaki ‘Hınçak’ sözcüğü Ermenice “Çan” anlamına geliyordu. SDHP’nin kuruluş ilkeleri ve siyasal programı Komünist Manifesto’dan esinlenerek oluşturulmuştu.
1915’te, 15 Haziran’ı 16 Haziran’a bağlayan gece katledilen Ermeni devrimci Paramaz ve 19 yoldaşı da bu geleneğin taşıyıcılarıydılar. Coğrafyamızın egemenlerinin tüylerini hâlâ ürperten ve Ahparigimiz Hrant’ın 13 yıl önceden tam da bugün katledilmesine varan geleneğin…
Asıl adı Madteos Sarkisyan olan Paramaz 1863 yılında Meğri’de dünyaya geliyor. 1879’da Eçmiadzin’deki (Ermenilerin Vatikan’ı olarak Ermenistan’daki Katedral) Kevorkyan Ruhban Okulu’na kabul ediliyor. Daha sonra devrimci faaliyetlere yöneldiği tespit edilince okuldan atılıyor. Hınçak Partisi’ne üye oluyor. Onun önde gelen bir militanı ve yöneticisi olarak bütün Orta Doğu ve Balkanlarda görev yapıyor. Bir enternasyonalist olan Paramaz’ın 1897’de Van Mahkemesi’ndeki tarihi savunması şöyle başlıyordu: “Bizim istediğimiz eşitliktir. Katı birer milliyetçi değiliz. Bizim talebimiz, Ermeni, Türk, Kürt, Alevî, Laz, Êzîdî, Süryanî, Arap ve Kıptilerle birlikte eşit koşullarda yaşamaktır! Bizler devrimciler olarak bu hedefe ulaşacağımıza inanıyorum!”
Sonrasının çetin mücadeleleri… 1921’in 28 Ocak’ını 29 Ocak’a bağlayan gecede 15 yoldaşıyla Karadeniz’de katledilen Mustafa Suphi’ler, “Kimseden proletarya doğruluğu ve yoldaşlığı dışında hiçbir şey beklemedik. Kimsenin de bizden başka şey istemesine göz yummadık,” diyen Hikmet Kıvılcımlı’lar; Suat Derviş’ler, Behice Boran’lar, Mihri Belli’ler vd’leri…
Sonra o zamanın çevik kuvveti olan toplum polisleri tarafından, İstanbul Teknik Üniversitesi yurdunun penceresinden atılarak katledilen Hukuklular Fikir Kulübü üyesi ve Ruhi Su’nun ‘Demircioğlu Marşı’nı yazıp, bestelediği Vedat Demircioğlu…
Ve İstanbul Beyazıt’ta katledilen 1968 öğrenci hareketi liderlerinden, ODTÜ öğrencisi Taylan Özgür…
6 Mayıs 1972 tarihli “son” mektubundan, “İnsanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler. Önemli olan çok fazla yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir. Bu nedenle ben erken gitmeyi normal karşılıyorum,” diyerek tekmelediği idam sehpasına “Herne Peş (İleri)”i terennüm ederek giden Deniz Gezmiş…
Nurhak’ta “Asıl siz teslim olun” diye haykıran ve “Biz, ODTÜ’de İngilizce üç kelime öğrendik. Yankee go home. Bu da bize yeter… Bir kısmımız ve hatta hepimiz ölebiliriz; ama öyle bir ateş yakacağız ki bu ateş bir daha hiç sönmeyecek, söndürülemeyecek… Gün gelecek Türkiye’nin bağımsızlığı ve kurtuluşu için gerekirse hepimiz vurulacağız. Bunlar bizi korkutmuyor, üzmüyor ancak kinimiz bileniyor,” sözleriyle müsemma Sinan (Cemgil) Hoca…
Kızıldere de 10’larla “Biz buraya teslim olmaya değil, ölmeye geldik,” kararlılığının Mahir Çayan’ı…

Ve kasketin en çok yakıştığı İbrahim (İbo) Kaypakkaya…
Egemenlerin “kasket”inden dahi korktuğu Ondan söz etmek bile cesaret istiyor hâlâ… Hayır, abartmıyorum! Daha iki gün önce, 17 Ocak 2020’de tam da bu sözlerim için yani 20 Mart 2019’de Hozat’ta SMF’nin yerel seçim çalışmalarındaki konuşmamda “kasket” metaforunu terennüm ettiğim için “terör örgütünü övmek”ten(?!) ifadem alındı Kartal/ Yakacık Karakolu’nda…
İbo, ezilen ulusların devlet kurma, kendilerini bağımsız olarak gerçekleştirme haklarını savunurken, Şeyh Sait hadisesi dahil olmak üzere tüm Kürt isyan ve direnişlerini savunurken, Ermeni halkına ve benzer azınlık halklara milli zulüm uygulandığını ileri sürerken de hocalarından bir adım ileride, “tarihin önünde yürüyen” birisidir.
Diyarbakır zindanında vücudu paramparça edilip, 18 Mayıs 1973’de katledilen TKP-ML’nin lideri İbrahim Kaypakkaya’nın “Şafak Revizyonizmi” şeklinde isimlendirdiği Doğu Perinçek grubuna eleştiri ve ayrışma metinleri, aynı zamanda onun özgün görüşlerini yansıtır.
İbrahim Kaypakkaya’nın döneminin devrimci eğilimlerinden en önemli farkı, Türkiye Cumhuriyeti tarihi (Kemalizm tahlili) ve ulusal sorun hakkında ileri sürdüğü görüşleridir.
Yine “Şafak Revizyonizmi ile Aramızdaki Ayrılıkların Kökeni ve Gelişmesi, TİİKP Revizyonizminin Genel Eleştirisi” başlıklı yazısında ifade edeceği ve onun hareketinin genel stratejisini yansıtacağı “11 İlke”sidir.
Ondan hâlâ öğreneceğimiz çok şey vardır: Kemalizm ve Kürt sorunu noktasında THKP-C ve THKO eğilimlerinden köklü bir şekilde ayrılan Onun -ve 71 devrimci önderliklerinin- görüşleri belki birçokları tarafından “ham hayalci” görülebilir. Aslında onlardaki ortak özellik de tam itirazların geliştiği bu noktadır. Onlar Che’nin “Gerçekçi ol, imkânsızı iste” sözünü şiar edinmiş devrimcilerdir.
Örneğin İbrahim Kaypakkaya’nın Şubat 1972 DABK kararı bu anlamda ilginç tespitler ile doludur. Kaypakkaya söz konusu yazısında, Dünya’da ve Türkiye’de devrimin objektif şartlarının elverişliliğinden, kitlelerin gerici şiddete karşı devrimci şiddet noktasında büyük eğilimlerinin olduğundan, işçi sınıfı ve yoksul köylülerin büyük çoğunluğunun kendi kurtuluşlarını silahlı mücadele gördüklerinden bahseder ve şunları yazar: “Savaşmak, başarısızlığa uğramak, gene savaşmak yeniden başarısızlığa uğramak, zafere ulaşana kadar böyle davranmak, işte halkın mantığı budur… Bu Marksist bir kanundur. Rus halkının devrimi bu kanunu izlemiştir ve Çin halkının devrimi de bu kanunu izlemektedir.”
Özele İbrahim Kaypakkaya’nın görüşleri ve yazılarından öğrenmenin yolu, döneminin devrimciliğinin ruhunu kavramaktan geçer.
“Ser verip sır vermeyen önder” olarak anılan Kaypakkaya çizgisi, dönemin öteki devrimci hareketleri ile bir dayanışma çizgisidir de. THKO ve THKP-C önderliklerinin “yok edilmesi” ardından mücadeleyi geliştirmeye çalışan TKP-ML grubunun ilk eylemi, Nurhak dağlarında Sinan Cemgilleri ihbar eden muhtarın cezalandırılması olmuştu…

“1971 Devrimciliği” veya “71 Devrimci Çıkışı” olarak betimlenen geleneğin, sonrasındaki solun niteliksel gelişiminde büyük önemi vardır. THKP-C, THKO ve TKP-ML olarak kendilerini isimlendiren bu gruplar, kısa zamanda yenilgiye uğramış olsalar da; cüret ve kararlılıklarıyla sürekli yaşayan bir ilham kaynağı oluşturdular.
Kolay mı? Coğrafyamızda ‘68 hareketi içinde mayalanan “71 Devrimci Kopuşu”, ilk elden Deniz, Mahir ve İbo’yu akla getirir. Her biri farklı yön ve özelliklerin temsilcisi bu üç önder ismin yanı sıra o dönemin öne çıkan savaşçıları olarak Yusuf, Hüseyin, Sinan, Ulaş, Cevahir, Alpaslan, Ali Haydar gibi unutulmaz isimlerin toplamında cisimleşir.
Kapitalizmin “değer(sizlik)leri”yle müsemma bugününde, radikal sosyalistliğin “boş hayaller” diye sunulduğu; bireyciliğin pompalandığı; yabancılaştırılan toplumun çürütüldüğü tabloda devrimcilik yeniden 71 ruhunu canlandırıp, işçi sınıfına mal etmekle mümkündür.
Toparlarsak: Karl Marx’ın, “Metalar dünyası büyüdükçe insanlar dünyası küçülür,” tanımındaki sürdürülemez kapitalist vahşet tablosunda, “Onların mülksüzleştirilmesinin öyküsü, insanlık tarihine kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır.”
Çünkü “İnsanı insan yapan dış dünyayı değiştirmesi değil, dış dünyayı değiştirirken kendini de değiştirmesidir.” “İnsanların varlığını belirleyen onların bilinçleri değildir; tersine insanların bilinçlerini belirleyen onların varlıklarıdır.” “İnsanlık tarihi, sınıf çelişkisinden ibarettir,” hâlâ Marksizm’in bizler öğrettiği üzere…
Bu neden(ler)le Antonio Gramsci’nin, “Eğer bir düşman size zarar verirse ve siz ağlarsanız, o zaman aptalsınız çünkü düşmanlığın amacı zaten size zarar vermektir,” uyarısını kulağımıza küpe ederek; Seneca Peter’in, “İnsan arzuladığı her şeyde ölümsüz, korktuğu her şeyde fanidir,” uyarısı eşliğinde şimdi(ler) tarihi değiştirme zamanıdır.
Tüm tarihsel deneyimin -kesinlikle- doğruladığı gerçek: İnsan(lık)ın daima imkânsıza erişmek isteği olmasaydı; mümkün olana da ulaşamayacağıydı. Ancak bunun gerçekleştirilebilmesi için de insan(lık) önder(lik)e gereksinim duyar.
Bu yolda tarihin de defalarca gösterdiği, insan(lık)ın mücadeleci, başkaldıran kararlılığına, kolektif iradesine bağlanmanın bilinen tüm silahlardan daha güçlü olduğudur.
Tam da bunun için tarih(imiz)le işçi sınıfı çizgisine bağlanıp; “İktidarı geriletme adına egemen düzenin başka bir bloğunu desteklemekten uzaklaşmamız gerekiyor. Devrimciliğin, mazereti olmaz…”
O hâlde devrimciliği post-modern, radikal demokrat, neo-liberal, “sivil toplumu”cu, ulusalcı mazeretlerden kurtaran geçmiş(miz)in, süreklilik içindeki kopuşla müsemma tarih bilgisine sarılma zamanıdır şimdi; geleceğin yolunu açıp, kazanmak için…
Tıpkı Gramsci, Tosca, Togliatti ve Terracini’nin çıkardığı ‘L’Ordine Nuovo’nun 1919’daki sloganı üzere: “Kendinizi eğitin, çünkü aklınıza ihtiyacımız olacak… Harekete geçin, çünkü coşkunuza ihtiyacımız olacak… Örgütlenin, çünkü tüm gücümüze ihtiyacımız olacak…”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz