TC ile işbirlikçiliğe karşı yürüttüğümüz devrimci savaş ve görevlerimiz

0
41

Yeniden tarihsel bir hesaplaşmanın içine girmişken, devrimci görevlere, geçmişin muazzam yetersizlikleri ve yanılgılarından dersler çıkarmış ve kazanmayı bütün yönleriyle sağlama almış bir tarzda yüklenelim ve bu şansı tam zaferle değerlendirelim!

Türk özel savaşımının Kürdistan üzerine ağırlıklı olarak hakim olmasından beri yürüttüğü politika, günümüzde ciddi bir çıkmazla karşı karşıyadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun Yavuz Selim döneminde doğuya ve güneye yayılmada kullandığı, bilinen İdris-i Bitlisi işbirlikçiliği türündeki gelişme önemle kavranmayı gerektiriyor. İyi bilmek gerekir ki, bu işbirlikçilik anlaşılmadan ve buna dayalı olarak geliştirilen savaş ve egemenlik tarzı bütün yönleriyle görülüp değerlendirilmeden, direniş hareketi, yurtseverlik ve bağımsızlık tarzındaki gelişmesini ilerletemez, kurulan tuzaklar ve geliştirilen planlardan kendisini kurtaramaz; ortam ne kadar elverişli olsa da bunu değerlendiremez ve ciddi bir gelişme hamlesini ortaya çıkaramaz. Yaşanan bir çok dönemden iyi biliyoruz ki, aklına bir milim ulusal gelişmeyi getiren olsa, bunun uzun vadeli görüşüne sahip olunsa, yine dar aşiretçi, feodal çıkarlar diyebileceğimiz, hatta kişilik seviyesine indirgeyebileceğimiz çıkar tutumları aşılsa, ciddi bir siyasal oluşuma ve iktidara doğru yürümek işten bile değildir. Ama sözüm ona baştakiler, her an bağımlı, uydu işbirlikçi kişilikler, gelen işgalci gücün emrine girdiklerinden, yani bir anlamda kraldan daha kralcı bir tavırla kendilerini teslim ettiklerinden ve ona dayanma ihtiyacında olduklarından dolayı, bağımsızlık hareketi ve milli kurtuluş süreçleri bizde fazla gelişme olanağı bulamamıştır.

Yavuz Selim’in “Bir beylerbeyi veya bir nevi sultan gibi muhatabım olacak bir erki ortaya çıkarsınlar” demesi karşısında, Kürt beylerinin “Biz buna gelemeyiz, bize ancak sen gereklisin, ancak sen bizlere iktidar olabilirsin” demeleri, ihanetin ne kadar köklü olduğunu gösterir. O gün bugündür bu süreç değişmedi. Tarihin bütün kritik anlarında iç dağıtıcılık ve iç bölücülük, halkın birliğini ve bağımsızlığını esas almayan, bunun yerine kendi çıkarları uğruna en kutsal değerleri bile parçalamaktan çekinmeyen, gözü aile ve aşiret çıkarlarından başka hiçbir şey görmeyen yaklaşımlar, günümüze doğru geldiğimizde ilişkiyi ve yaşamı felakete götürmüştür. Sırf bir bireyin kendini yaşatması için, iş bir ulusun tükenmesine kadar götürülebilmiştir. 19. yüzyıldaki direnişlerin başına gelen de, bu olumsuz, lanetli, işbirlikçi ve hain tutumun ta kendisidir. Geçmişteki hiçbir isyan ulusal olmayı, birlik ve bağımsızlık temelinde yol almayı düşünmedi. Yani çıkarlar buna engel teşkil etti; düşman da bunu fark edince dar çıkarları sürekli körükledi ve parçaladı; daha sonra kendi iktidarını güçlendirdikçe güçlendirdi. TC kurulduğunda bile en çok kullandığı güç yine bunlar oldu, bunların etkisi altındaki halkımızın direnişçi özellikleri oldu. Sonuçta bundan sadece en çok zarar görmekle kalmayıp, kendini tarihin dışında bir konumda buldu. Bu, öyle olumsuz ve lanetli bir durumdur ki, bunların ortaya çıkardığı sorunların dayanılmaz durumlarından dolayı, bugün başımızı bile kaldıramıyoruz.

Son kırk yıllık ihanet tarihine baktığımızda, özellikle KDP şekillenmesi adı altında ve tabii ağırlıklı olarak Güney Kürdistan’da vücut bulan bu oluşum, tarihi bir kez daha hortlattı. Halkımızın can düşmanlarıyla ilkesiz ilişkiler ve her türlü teslimiyete, özellikle onların her türlü direnişi boğmaya yönelik planlarına uyum göstermede ve bu temelde hareket etmede baş görevi üstlendi, baş rolü oynadı. Bu yıllarda bütün dünya çapında en geri ve ilkel kabileler bile bir siyasal ve ulusal güç, bir devlet olmaya doğru giderken, bunlar daha da böldü, parçaladı, iktidarsızlaştırdı ve güçten düşürdü. Tarihin en eski ve en direngen bir halkını ve en uygun bir coğrafyayı ulusal gelişmeye karşıt bir hale getirdi. Bağımsızlıkçı temelde bir savaşımın gelişmemesi için, en tehlikeli ajan odaklar rolünü oynamaktan kaçınmadı. Maalesef bu kırk yıl, ki İkinci Dünya Savaşı sonrasını ifade ediyor, bu anlamda aleyhimize baş aşağı gitti. Bu süreç, bütün halklar için ulusal bağımsızlık ve birlik biçiminde gelişirken, bizde ise parçalanma, ulusallıktan çıkma, direnişten kesilme ve umudun da artık tamamen yitirildiği, kaybetme yılları haline getirilmek istendi. Eğer PKK oluşumu buna bir cevap teşkil etmeseydi, 1970’lerden itibaren, ki bunların 1975’te son bir teslimiyetleri vardı, tarih bizim için bitmişti. Kim ne derse desin, şimdiki durumlara bakarak, “Hayır, tarih bitmez, aslında hepimiz ayaktaydık, yurtsever güçtük, direniyorduk” demek demagojidir. Ben bunun yalan olduğunu kanıtlayabileceğime ve kanıtladığıma da inanıyorum.

Tarih bitmişti; tarihin artık tam inkarı ve tam bozulması karşısında son bir umut ve yine son bir çabayla, zor bela PKK hareketi diye değerlendirmek istediğimiz çabalarımız gündeme geldi. Bu anlamda 1970’lerden itibaren böyle bir çıkış, sadece bir partisel çıkış değildi; hatta var olan sağlam bir ulusun, onun sosyal yapısının üzerinde iktidara oynayan bir parti de değildi. En başta, hücrelerine kadar dağıtılmış, ulus, hatta sınıf olmaktan, daha da ötesi insan olmaktan çıkarılmış, fiziki olarak insanlara benzeyen ucube bir yapı ve bir kargaşa içinde, bir deliler ortamında adeta ulusallık dersi, sosyallik, sınıfsallık ve insanlık dersi vermeyi esas alan çabalarımız vardı. Bu konuda inanılmaz gibi görüneni inanılır kılan, buna güç getirebilen, artık biraz bilinçli ve planlı, biraz tesadüfi ve fırsatların ortaya çıkardığı durumlara adapte olmayı başaran, daha çok da kendi çabalarım olarak tabir edebileceğim bir yaşam ve mücadele tarzıyla bazı gelişmeleri ısrarla sağlayabilmem ve takip etmem sonucunda, durumu 1980’lere kadar umut kabilinden biraz kurtarmaya doğru götürdüm. Pratiğim öyle sağlam da değildi veya pratikte ‘ilerleyeceğiz ve başaracağız’ diyen, ben de dahil, fazla kişi yoktu. Ama yine de ‘son bir umut veya umudun da hak verdiği bir çekimle, bir adım daha ilerleyebilmeliyiz, madem ki olanak ve fırsat doğdu, bunları değerlendirebilmeliyiz’ dedik. Bu, yurt dışı çalışmalarını veya Ortadoğu kökenli yeni hamlemizi başlatmamız, yepyeni bir dönemi ortaya çıkardı. Kürt gerçeğinde, kördüğümünde ve çözümünde hem çözümleme düzeyinin gelişmesi, pratikleşmenin sağlanması, hem de örgütsel, siyasal ve askeri anlamda çok zor da olsa, en çok da kendi içindeki yetmezlikler ve inkarcılıkları aşarak, en büyük zorluğu burada görerek ilerlemesi, her şeye rağmen bir gelişmeydi. Gerçekten kendi mensuplarının bile bu durumu halen kavramaktan uzak oldukları, örgütsel gerçeği, siyasallaşmayı ve özellikle askerileşmeyi doğru tarzda kavramaktan önemli oranda uzak oldukları açıktır. Hareketin içine alınmışlar, ama nasıl; içinde savaşıyorlar, ama nasıl; yetkili ve sorumlular, ama nasıl? Mücadelemiz, kadrolarının bunun doğru cevabını bir türlü bulamamalarına rağmen, planlamamız ve ayarlamamızla birlikte önemli bir gelişmenin sahibi olabiliyor.

Şüphesiz eskisiyle kıyaslanmayacak bir bilinçlenme durumu yakalanıyor. Bir ulus olma, yine sosyal düzeyi tutturma yönleri; bunun bilinçli ve örgütlü ifadesi, bunun siyasal güçle, hatta askeri düzenle geliştirilmesi ve korunması yönleri de sürekli gelişiyor. Bunun hikayesi ayrıdır ve anlatılmaya çalışılıyor. Nasıl oldu, nereye kadar geldi, daha nereye kadar gitmesi gerekir, bunlar değerlendiriliyor. Gelinen nokta çok önemli. Artık 1970’lerdeki bitişe sadece bir umutla karşılık vermemiz söz konusu değil. Yine 1980’lerdeki 12 Eylül faşizminin imhasına, faşizmin karanlığının bizi yutma girişimlerine bir cevap vermekle yetinmiyoruz. 1990’lara doğru geldiğimizde artık kazanabiliriz, ayaklanabiliriz, ordulaşabilir ve savaşabiliriz diyoruz. İnanç, umut ve pratik güç olmayı ve bununla yetinmeyi de bir tarafa bırakıyor; bunlar biraz tarih oldu veya kazanılmış gerçekler olarak düşünülebilir diyoruz. 1990’ların ortalarında seyrederken, Kürdistan gerçekliğinde durumlar aslında hem biraz daha farklılaşıyor, hem de kurtuluş olanağı sergiliyor.

Bunların iç ve dış nedenlerine fazla değinmeyeceğiz. Şunu açıklıkla belirtmeliyiz ki; Kürdistan gerçeğinin boğuntuya getirilip tasfiye edilmesinde dış gerçekler ve dinamikler, işgal ve istilalar her zaman belirleyici olmuştur. Dış etkenlerin etkisi altında bu kadar tanınmaz hale gelen bir gerçekliğin, dış etkenlerdeki bir olumlulukla gelişim olanağı kazanmasını da yadırgamamak gerekir. Veya dış etkenleri değerlendirmede bunu bir tesadüf olarak ele almak, ‘ne fazla değerlendirmeye, ne de bel bağlanmaya gelir’ demek veya ‘bu bir taktiktir, kullanırız, biraz onunla yaşarız’ türünden yaklaşımlara girmek son derece tehlikeli ve yetersizdir. Kesin olarak daha da kötüye götürür. Dış etkenlerin bir süreci olumlu veya olumsuz yönde geliştirmedeki etkisini çok iyi hesaplamak gerekiyor. Bizde taktikte, pratik politikada başarılı olunamayışın bir nedeni de, bu yönlü değerlendirme gücünde olmamaktır. Önderlik dediğimiz kişi veya hareket, dış etkinin ya çok ağır etkisi altında bulunmakta, onun işbirlikçisi olmaktan çıkamamakta ve onu bir kader gibi değerlendirmekte veya bir tesadüf gibi ele almakta ya da onu ani bir isyanla, ani bir kullanma tarzıyla değerlendirmektedir. Bu da, daha değişik ve son tahlilde işbirlikçiliğe götürmekten alıkoymayan bir yaklaşım tarzıdır. Bu bizde hayli etkilidir.

PKK olayında militan tarz bunu henüz tam yıkamamıştır. Aslında çoğunun ruhsal veya inançsal durumu tam bağımsızlıktır, öyle istiyor, öyle yaşadığını sanıyor. Ama bunun derin bilinci, öngörüsü ve özümsenmesi çok sınırlıdır, pratiğe dökemiyor. Pratiğini, özgüce dayanma pratiğini ortaya çıkarma yok ve bunu, başarıya götürme gücüne dönüştüremiyor. Lafta kalıyor, inançta kalıyor, ideolojik düzeyde kalıyor, dogmatik kalıyor, kısaca pratik olamıyor. Ya da çok dar bir pratiğin içinde boğulup gidiyor, isyana dalıyor. Bununla özgücü geliştirmede ve sürekli kılmada başarılı olamıyor. Bu yaklaşımın sonucunda ya imha oluyor ya da soluk getiremiyor. Uzun vadeli oldu mu soluksuz kalıyor ve tabii bu da, sağa savrulmaya götürüyor.

PKK’de çok ağır biçimde yaşanan bu durumlara, başarıyla karşı koymaya çalıştık. Uzun vadeli olmamaya, dış güçlere bel bağlamaya, yine dış güçlerin ağır etkisi altındaki işbirlikçiliğe fırsat vermedik. Ortaya çıkan isyan olanağını hovardaca ve günü birlik değerlendirmede kullanmadık, buna fırsat vermedik. Bu anlamda da, dışa fazla güvenmeme, özgücü esas alma ve bütün bunlardan gerçek bir taktiği, yani güne ve döneme cevap veren bir yaklaşım tarzını sergilemeyi, bu konuda alabildiğine bir yoğunlaşmayı esas aldık. Örgüt kişiliği, militan kişilik ve taktik önderlik denilen sorunları yoğun bir biçimde gündeme getirdik ve bunlara karşı muazzam bir mücadele verdik. Sağa ve sola savrulmalara karşı, büyük bir inatla yaşatacak olan, kurtaracak olan tarza yüklendik ve sonuçta bunun yaşatabileceği de ortaya çıktı.

1990’ların ortalarına geldiğimizde, PKK olayı artık ciddiye alınıyor; iç ve dış gelişmeleri diyalektik bir bütünlük halinde ve başarı temelinde kullanma iddiasını sürdürüyor. Kürdistan somutunda en iddialı güç olmaya doğru gidiyoruz. İşte bunun can düşmanı durumunda olan, baş düşmanı durumunda olan TC de bunu kavramış. TC’nin bugünlerde paniğe benzer bir durumla karşı karşıya olduğu, bütün iç ve dış politikalarını hızla gözden geçirip, tekrar o eski lanetli işgal, istila ve imha politikasını devam ettirerek, son bir hamleyle “artık başarabilirsem” dercesine bir yüklenme içinde olduğu görülüyor. Günlük olarak demeçler veriyor ve tehditler savuruyorlar; “Sizi, bu iki-üç ay içinde bitireceğiz, bu vatan başkasının olamaz; Türkiye bir tanedir, iki Türkiye olamaz” diye bağırıyorlar. Yine o bilinen ne kadar şovenist slogan varsa dağa, taşa kazıyıp duruyorlar. Kendilerinin, aslında nasıl bir ikilemi yaşadıklarını, kendi hallerinden daha iyi ortaya koymak mümkün değil.

Onların bu çılgınlaşmalarından bir şeylerin ellerinden kaydığını, millilik, milli bütünlük adı altındaki inkarcılığıyla, aslında halklar veya Kürdistan gerçeğini örtbas etmenin artık mümkün olmadığını anlıyoruz. Bunun da ötesinde bir özel savaşın geliştirilmesi söz konusudur. Bunu, bölgede benzer konumda olan klasik güçlerle götürmek istiyorlar. “İran’la şöyle düzenli ve tarihsel dostluk ilişkilerimize dayanarak burayı idare ederiz. Irak’taki durumu tekrar eski dönemdeki o Bağdat Paktı veya CENTO dönemindeki gibi bir statüye çekeriz” diyorlar. Böyle çok geride kalmış bir diplomasiyi ve bölgesel politikayı tekrar diriltmek, bunu özellikle Demirel önderlikli mevcut koalisyon hükümeti ve Genelkurmay ile götürmek istiyorlar.

Dış gelişmeler, hiç şüphesiz iki dünya savaşı arasındaki dönemde olduğu gibi Kemalistlerin lehine değildir. O dönem, Kemalistler için altın bir dönemdi. O zaman, şoven bir milliyetçilikle genç Türk burjuvazisinin kabarmış olan iştahını TC biçiminde yükseltmek için iddia vardı, iç ve dış koşullar da uygundu. Ortada onu tehdit edecek bazı güçler olsa da, bunları çok hunharca ezdi. Mustafa Kemal bunun çok usta bir taktisyeni durumundaydı. Komünistleri çok hunharca katlettirdi; demokratik bir gelişme ve çoğulculuk isteyebilecek en yakınlarını bile ortadan kaldırdı. En önemlisi de Kürdistan’ın katliamı tamamlanmışken, yeni kanlı katliamlar açısından bu dönemi müthiş kullandı ve o bildiğimiz diktatörlüğü inşa ettirdi. Bu dönemin dış dengelerini biliyoruz. Aslında çok fazla ulusal gibi gözükse de, Osmanlı İmparatorluğu’na bağlılığı vardı. Rusya’ya mağlup olmuştu, ama o zamanki galiplerin yaşadığı başka bir durum da vardı. İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar arasında, zafer sonrasında baş gösteren çelişkiler söz konusuydu. Bu arada Yunanlıların hesapta olmayan Anadolu seferi ortaya çıktı. Bolşevizm ortaya çıktı. Bolşevizmin ortaya çıkışıyla, aslında kuzeyden bitirilmiş Osmanlı ordu kalıntıları can buldu. Sevres Antlaşması diye eleştirdikleri antlaşmayla vücut bulmuş bir Kürdistan ve Ermenistan devredeydi. Güney’de İtalyanlar ve Fransızlar kendilerine düşen pay çelişkisi içindeydiler. İngilizler daha değişik şeyler istiyorlardı.

Görüldüğü gibi burada büyük bir kargaşa vardı. Dış denge, her ne kadar galipler temelinde çok açık bir biçimde Osmanlı kalıntılarının aleyhindeyse de, aslında Anadolu üzerinde kendilerini bitirtmeyi de yaşıyorlardı. Bolşevizmin Rus Çarlığı’nı devre dışı bırakması, en büyük destek olarak rolünü oynadı. Kazım Karabekir önderlikli kolordunun sonuna kadar Ermenileri ezmesi ve kendi yurtlarından söküp atması, Kürt işbirlikçiliğini taze bir güç olarak bulması, Karadeniz’de Rum Pontus halkını ezmesi kendiliğinden ortaya çıktı. Güney’de Fransızlar, İtalyanlar ve İngilizlerin kendi aralarında bir türlü anlaşamamaları, sıradan ve basit halk direnişleriyle bunların başarısız kılınmaları durumu, en önemlisi de belirleyici olarak Kemalistlerin, genç Türk milliyetçiliğinin bu çelişkileri iyi değerlendirmesi sonucunda, bir anlamda da aslında bu dönemin Anadolu gerçeğinde ileri bir konum diye tabir edebileceğimiz, ulusal bağımsızlıkçılığa açık tavırları destek bulacaktı. O dönemin ileri adımı buydu. Eğer Kemalizm halen biraz etkiliyse, bu karakterinden ötürüdür. Bu kadar işgalci ve istilacı gücün çok dengesiz ve hesapsız yayılışı karşısında, elbette sarılacak bir umut olacaktı ve nitekim öyle de oldu.

Bunun Kürtler açısından da böyle değerlendirilmesi gerekiyordu. Kemalistler tarafından da öyle yansıtıldı ve bilindiği gibi bir bağımsızlık hareketi biçiminde gelişme gösterdi. Tabii daha sonraki hikaye ayrıdır. Bu süreci böyle karşılayan Kemalizm, iki dünya savaşı arasındaki dönemi çok iyi değerlendirecekti. En zor koşullarda bile kendisini politik bir ifadeye, bir devlete kavuşturan şoven Türk milliyetçiliği daha sonraki sürece sımsıkı sarılacak, hem politikada hem de ekonomide müthiş şoven ve çıkarcı temelde hareket edecek, azınlıkları ve diğer kültürleri yok sayacak, özellikle korktuğu ve oldukça yararlandığı Bolşevizmi tasfiye edecek, dayandığı Kürt gerçeğini tasfiye edecek, kaskatı bir şoven milliyetçiliği, Hitler ve Musollinininkinden daha tehlikeli bir rejimi oturtacaktı. Dış denge, artık sosyalist blokla emperyalist blok biçiminde kesin örüldüğü ve her şey de bu temelde değerlendirileceği için, Kemalistler çok iyi bir fırsatı yakalamış olarak bu bloklaşmayı kullanacaklardı.

Başlangıçta, ağırlıklı olarak Bolşevikler, Lenin ve Stalin dönemi kullanıldı. Daha sonra burjuvazi biraz kök salınca ve devlet tekelini ele geçirince, NATO’ya, yani Batı sistemine kendini eklemledi ve şoven milliyetçi politikasını, biraz daha kapitalist gelişme ve burjuvalaşmasını sürdürdü. Bu arada asimilasyonla, özellikle Kürt gerçeğini daha da tanınmaz hale getirdi. Bunu şunun için belirtiyoruz; düşman dış dengeyi, Kürdistan gerçeğini bitirmede adım adım ve başarılı bir biçimde değerlendiriyor. Yetmiş yıllık denge, sosyalist sistemle kapitalist-emperyalist sistem adı altındaki çekişme, Türkiye Cumhuriyeti için çok ideal bir denge durumudur. Bu denge yetmiş yıldır kendi şoven ve yıkıcı politikalarını hayata geçirmesi için yeterli oluyor. Kemalistler bu dengeyi böyle değerlendirdiler. Bütün halklar Bolşevizm’den etkilenerek ulusal kurtuluşta dev gibi adımlar atarken, Ekim Devrimi’nin objektif olarak aleyhimizde bir sonuç vermesi, Kemalizm’in lehine Kürt ulusal kurtuluşçuluğunun aleyhine bir sonuç doğurması, tam bir talihsizlik veya ters bir durum oldu. Bütün bunların da etkisiyle sonuçta neredeyse boğuntuya geldik. Bunun hikayesini, ideolojik ve siyasal değerlendirmelerimizde çok yönlü işliyoruz.

PKK, bir anlamda büyük darboğazın ve olumsuzluğun değerlendirilmesi ve iğne ucu kadar da olsa tutulacak bir olanak varsa, bir değerlendirme ve gelişme durumu varsa, onu ortaya çıkarma hareketidir. PKK’nin bu yönüne çok dikkat etmek gerekiyor. Eğer pratikte hala olanaklar, fırsatlar ve tesadüfleri değerlendiremiyorsanız, bu, PKK’nin oluşum tarzını, genel ve büyük dengesizliği veya düşmanın yakaladığı denge durumunun büyük dezavantajını nasıl yakalayarak geliştiğini iyi bilememenizdendir. Olanaksızlıklar içinde veya olanakların en sınırlı olduğu koşullarda ortaya çıkan bir gelişme hareketi olduğumuzu, bir an bile olsa göz ardı edemezsiniz. Olanaksızlıklarla bir savaşma hareketi olduğumuzu iliklerinize kadar bilince çıkaramazsanız, en başta kendinizi ve tüm örgüt olanaklarını değerlendiremezseniz, PKK taktiğinden bir şey anlamamışsınız demektir; PKK gerçeğinden, onun ideolojik ve siyasal oluşumundan hiçbir şey anlamamışsınız demektir. Bu durumda, kesinlikle yaratıcı bir taktik sahibi de olamazsınız. Ben bunun hikayesini size çok yönlü anlattım. Ne yaparsanız yapın, PKK olayını böyle anlayacaksınız. Sizin, PKK’nin bu oluşum tarzını halen ruhunuza, bilincinize yedirdiğiniz söylenemez. Bir ruhunuz ve bilinciniz varsa veya bunu yaratmanız mümkünse böyle olmalı, ancak böyle olursa başarabilirsiniz.

Parti Önderliği

20 Mayıs 1994

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz